Yükleniyor...
Feleğin kahpe başında parelensin parası
Ben güzel sevmeye geldim, değil ekmek yemeğe (Neyzen Tevfik)
İslam dünyasının üzerinde pek durmadığı çok hayati eksikleri ve meseleleri vardır. Derin düşünenler için bunlar ekonomi, açlık ve gelir dağılımındaki eşitsizlik gibi çok ciddi kabul edilen sorunlardan bile büyüktür. Çünkü derindedir, temeldedir ve zihniyetle ilgilidir. Bu sebeple de diğer ne kadar sorun varsa hepsini etkileme ve belirleme özelliğine sahiptir. Mesela sevginin yerini korkunun alması, fıkha dayalı din anlayışı, kader inancı, Allah’ın cennetlik kulları olma itikadı, aklın yerini nassın alması ve insanın yaratılışına yüklenen anlam gibi, kalite de İslâm dünyasının en temel meselelerinden biridir.
Var olmak başlı başına bir “değer” olabilir, ama her var olmanın “değerli” olduğunu söylemek mümkün değildir. O ancak kendi doğasına uygun olarak işlediği, yani kendi cevherini ortaya koyduğu zaman değerli olur. Mesela yer altındaki elmas parçası bir “değer”dir. Fakat o, aslında diğer kömürler gibi karbon olmakla birlikte mineral yapısındaki karanlıkta dahi ışıltı verici özelliğini gösterdiğinde, sobada yanmayı değil, başlarda taç olmayı hak eder, “değerli” hâle gelir ya da değerli kabul edilir. İnsanın davranışları ve eylemleri de böyledir. Buradan, “değer”i, “değerli” yapan şeyin aslında kalite farkı olduğu hemen anlaşılmıştır.
Kalite, bir kişinin, eşyanın, hareketin, kurumun, projenin veya organizasyonun, kendi var oluş maksadını, belirtilen esaslar dahilinde en uygun şekilde gerçekleştirmesidir. Bu durumda bir inancı ve dünya görüşünü temsil eden toplumları ve şahısları da kalite açısından değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Günümüzde dünyada ticari firmaların, işyerlerinin, kurumların ve hatta şahısların kalite simgesi olarak kabul ettikleri ISO belgesi almak için çaba göstermesi günümüz Müslümanlarının, inanç değerleri ve dünya görüşleri açısından düşünmeleri gereken bir husustur. Gelişmiş ülkelerin kaliteyi böylesine hayatlarının merkezine aldıkları bir zamanda en azından Müslümanların da “ben ne kadar kaliteli bir Müslümanım, insanım, vatandaşım?” sorularını sormaları gerekir. Dünya ülkelerinin “İslamilik endeksi”ni ölçen bir kurumun yaptığı araştırmada ilk sıraları Yeni Zelanda, Hollanda, İsveç, Danimarka, İsviçre, İrlanda, İzlanda, Almanya, Lüksemburg ve Finlandiya gibi Müslüman olmayan ülkeler alırken Müslüman ülkelerin alt sıralarda bulunması ve her yıl biraz daha gerilemesi böyle bir soruyu zorunlu kılmaktadır. Ne yazık ki Dünyanın her tarafında ve hayatın her alanında yaşadıkları bütün olumsuzluklara rağmen hâllerinden memnun olmasalar da kadercilik anlayışları yanında, entelektüel düşünme, duruş ve eylem üçlüsünden büyük oranda mahrum oldukları için günümüz Müslümanları böyle bir soruyu kendilerine kolay kolay soramamaktadır. Öyleyse hür düşüncenin; insanlığın da İslâm’ın da şiarı olduğuna inanmış bir bilim adamı sıfatıyla onların adına biz soralım: Müslümanlar kalitenin neresinde?
Burada karşımıza Müslümanların kalitesini belirleyecek temel nirengi noktalarının neler olduğu sorusu çıkmaktadır. Kanaatimizce bu konuda en objektif dayanağımız Kur’an ayetleri, insan fıtratına ve doğa kanunlarına uygun hayat tarzı ve Müslümanların, diğer Dünya halkları arasındaki, siyasal, ekonomik, bilimsel, sanatsal ve çevreyle ilgili konumları olacaktır.
Müslümanların söz konusu alanlarda dünya ülkeleri arasındaki konumu çok fazla istatistiklere ve rakamlara gerek bırakmayacak kadar açıktır. Dünyanın en zengin ülkeleri petrol zengini Araplar olmakla birlikte, dünyanın en fakir ülkeleri de hep Müslümanlar arasındadır. Açlıktan ölümler denince akla ilk gelen ülkeler genellikle Müslümanlardır. Durum siyasi bakımdan daha da kötüdür. Her şeyden önce demokrasinin ve insan haklarının kurallara uygun olarak işlediği, kadınların ikinci sınıf varlık olarak görülmediği hemen hemen hiçbir İslam ülkesi mevcut değildir. İç harpler, mezhep savaşları, terör, kitlesel vahşi katliamlar, parçalanan devletler hep kelime anlamı “barış” demek olan dinin mensuplarının eseridir. Ve “kâfir” diye ilan ettikleri ülkelere sığınmak yolunda ölüme, zulmete ve bilinmezliğe giden, ya da onların gönüllü savaşçıları olarak birbirlerini katledenler hep “Müslüman”lardır. Böyle bir durumda kaliteli bir Müslümanlıktan ve hayattan bahsetmek mümkün mü?
İslam dünyasının felsefede ve bilimde yaklaşık yedi yüz seneden beri ciddi bir varlık göstermediğini tekrar ilan etmeye gerek var mı? Bu zaman zarfında Hezarfen Ahmet Çelebi, Lagari, Takiyüddin, Kâtip Çelebi gibi arada bir parlayan yıldızları sistemli bir eğitimin ve projenin değil, bireysel gayretlerin eseri olarak kabul etmek daha gerçekçi bir yaklaşım olur. Sanat alanında durum biraz farklıdır. Özellikle mimaride, musikide, süsleme sanatlarında ve şiirde her zaman başarılı eserler verilmiştir. Ama bunlar Avrupa’nın nüfuzunun artmasıyla birlikte Batı sanatları ile karşılaşınca eski verimliğini ve karakterini muhafaza edememiş ve zamanla yerlerini Avrupai zevklere ve üsluplara bırakmıştır. Bu durum, sözünü ettiğimiz sanatların elbette kalitesizliği anlamına gelmez. Fakat siyasal, felsefi, sosyal, ekonomi alanlarındaki yetersizliğimizden dolayı bu sanatların kendilerini dünyaya kabul ettirememiş olmaları açısından anlamlıdır.
Müslümanlar Avrupa’daki Sanayileşme Devriminin tesirlerini hissetmeye başlayıncaya kadar geleneksel hayat tarzlarını en ideal hayat tarzı olarak görüyorlardı. Okullar, eğitim öğretim metotları ve çeşitli kurumlar için de aynı şey söz konusuydu. Dinî bilimlerin dışında kalan sosyal ve fen bilimler ve müzecilikle tanışmalar da ancak 19. Yüzyıl sonlarındadır. Bunları zaman içinde sanat, kültür, spor ve turizm faaliyetleri takip etti. Böylece insani yaşam ve kalite anlayışı çok değişti. Müslüman ülkeler bu alanlardaki gelişmelerde de hep edilgen ve geri olmaya devam ettiler.
Müslümanların siyaset, ekonomi, bilim, sanat ve çevreyle ilgili konularda Dünya halkları arasındaki konumlarını bu şekilde kısaca özetledikten sonra Kuran’ın kalite konusuna nasıl baktığına geçebiliriz. Her şeyden önce Kuran’da Tanrı’nın sıfatları, diğer dinlerin Tanrı anlayışları ile kıyas kabul etmeyecek kadar kapsayıcı, tutarlı ve derindir. İslâm’ın Tanrı anlayışı konusunda karşılaşılan tek tartışma “dünyadaki kötülükler karşısında Tanrı’nın gücü ve tavrıdır.” Bu, aslında sadece İslâm dininin değil, bütün dinlerin Tanrı anlayışı için geçerlidir. Böylece İslâm’ın Kutsal Kitabı daha en başta mükemmel, yani kaliteli bir Tanrı anlayışı sunmaktadır. Bunu yaratılış takip etmektedir. Zira “Bedi” ve “Mübdi” (Yoktan ve Güzel Yaratan) sıfatlarının tecellisi olarak “Allah yarattığı her şeyi güzel yaratandır” (32 Secde, 7). Kuran’da evrenin mükemmel yaratılması konusunda daha pek çok ayet bulunmaktaysa da konumuz açısından en önemli ayet 67. Mülk suresinde yer almaktadır:
3) O, yedi göğü uyumlu vâr edendir, yoktan.
Rahman’ın yaratışında
göremezsin hiçbir kusur, hiçbir noksan.
Gözünü çevir de bir bak,
bir çatlak görebilir misin sahiden?
4) Gözünü bir daha, bir daha çevir, bak istersen;
sonunda o göz sana dönecektir, âciz ve bitkin.
Aynı gerçek, insanın yaratılışı için de geçerlidir. Zira o ikram sahibi, kalemle yazmayı öğreten, insana bilmediğini belleten Rab tarafından sevgiden (alak’tan) yaratılmıştır (Alak, 1-5),
1) Rabbinin adıyla oku, O ki (seni) yaratan.
2) Yaratan insanı, alâkadan, ilgiden, aşktan.
3) Söyle, ikram sâhibidir Rabbin senin.
4) O’dur size kalemle yazmayı öğreten.
5) O’dur insana bilmediğini belleten.
Yine Âdem oğlunun fiziki bünyesinin toprak ve sudan meydana getirildiği hatırlatılarak insanın dikkati dünyanın bu en temel ve en kıymetli iki varlığına çekilmiştir. İnsanın sudan ve topraktan yaratılmasına sık sık atıf yapılmasından çıkarmamız gereken asıl mesaj onların insan hayatı açısından kıymeti ve korunması gerekliliğidir. İnsanın manevi dünyasının ve melekelerinin ise doğrudan doğruya Allah’ın bizzat kendisinden üflediği ruhla (yani sıfatlarla) donatıldığı ayetlerle (Hicir, 29; Sâd, 72) belirtilmiştir. Bu cümlelerimizden anlaşılacağı üzere Kuran’a göre en mükemmel olan Tanrı, insanı da en mükemmel surette yaratmıştır (Tin, 3). Ve yine yaratılırken insana tevdi edilen birinci görev kulluk değil, kulluğu da içine alan “halife”liktir. Yani insanın dünyada varoluş maksadı Allah’a, insana, kendisine ve evrene karşı sorumlu olarak güzel ve faydalı işler yapmak, yeryüzünde kabileler, milletler halinde kültür ve medeniyet yaratmaktır (Hucurat, 13). Dolayısıyla, insan hem ruh hem de beden özellikleri sebebiyle yüce, yani kaliteli bir varlıktır. Öyleyse bu değerli varlığa İslâm’ın kelime anlamı ve insanın değerli varlık olarak yaratılması doğrultusunda saygıyla, sevgiyle, adaletle, güzellikle ve barışla muamele etmek gerekmez mi? Diğer dinler, kurucularının (Buda ve Konfüçyüs dinleri gibi) veya ait olduğu kavmin (Yahudilik gibi) adıyla anıldığı halde Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği dinin adının “barış” adıyla anılması Allah’ın sıfatlarını, insanın yaratılış maksadını, milletlerin varlık sebebini ve bunların çevreye karşı tavırlarını özetler mahiyettedir. İnsanın kul, köle olarak değil de yetkiyi, gücü, ideali, hem dikey hem yatay anlamda sorumluluğu, özgüveni temsil eden “halife” olarak yaratılıp dünyaya gönderilmiş olduğunu düşünmek insanlığın kalitesini her bakımdan yüceltecektir. İnsanın sadece kul olarak yaratılmış olduğu faraziyesi ise insanın yetkileri, etkileri yanında sorumluluğunu ve ideallerini de daraltacak, sınırlayacak ve insanı pasifleştirecektir. Nitekim Dünyada Müslümanların durumu özellikle son dört beş asırdan beri böyledir.
Şimdi, makale başlığında sorduğumuz “Müslümanlar, kalitenin neresinde?” sorusunun cevabını uzun uzadıya araştırmak, örnekleriyle tahlil etmek yerine özellikle günümüzde kendilerine Müslüman denilen kimselerin ve halkların bırakınız başkalarına; birbirlerine ve doğal çevreye karşı az bir istisna dışında nasıl gaddar, cahilce, bencil ve lakayt davrandıklarını görmek yeterli olacaktır. Dinin adı barış olduğu halde, yeryüzünde cılız bir sesle dahi olsa barıştan bahseden, onu kendilerine verilmiş ilahi bir misyon olarak görüp projeler üreten kaç Müslüman vardır acaba? Aynı şekilde, silahlanmaya yılda milyarlarca dolar harcayan Kuveyt, Katar, BAE, Suudi Arabistan gibi petrol zengini ülkelerin bile fen ve tıp bilimlerini, edebiyatı ve barışı teşvik eden Nobel türü organizasyonları nerede? Oysa Kuran’da iman, ibadet, dünyevi meselelerle ve beşerî ilişkilerle ilgili olarak kaliteye vurgu yapan pek çok terim, ifade ve ayet vardır. Fakat ondan önce Kuran’ın kalitenin doğrudan doğruya kendisine nasıl baktığına göz atmak icap eder.
Kalitenin ne olduğu kadar kalitesizliğin ne olduğunu bilirsek konu daha iyi anlaşılacaktır. Bunların başında “belirlenen gayenin ve metodun dışına çıkmak”, “yaparmış gibi yapmak”, “niteliğe değil, niceliğe, yani sayıya, çokluğa önem vermek”, “şekilcilik” ve “kalite ile kalitesizlik arasındaki farkı fark etmemek” gelir. Bunlar ise Kuran’ın asla hazzetmediği yöntemlerdir. Konu insan kalitesi olunca devreye insanı insan yapan değerlerin tamamının en üst seviyede aktif hâlde kullanılması ve ahlak ilkeleri giriyor.
İnsanı, Bakara suresi 30. ve Hucurat suresi 13. âyetlerinde belirtilenin aksine yeryüzünü imarla görevlendirilmiş halife olarak değil de robotvari kul olarak algılamak, dünyadaki varlığımızın sebebini medeniyetler tesis etmek yerine şekilsel ibadetlerden ibaret görmek, kadını ikinci sınıf varlık olarak kabul etmek İslâm dininin uygulamada kalitesini düşürdüğü gibi insanı ve dünya hayatını da değersizleştirmiştir. Bu durum Allah’ın Kitabına da doğa kanunlarına da aykırıdır. İnsanı insan yapan değerlerin başında gelen aklın, sevginin ve güzelliğin Allah’ın iradesinin aksine küçümsenip kötü görülmesi, ibadetin üstelik ruhani boyutundan koparılıp şekle indirgenerek sevap kazanmada ahlâkın önüne geçirilmesi de işin tuzu biberi olmuştur. Allah’ın en çok vurgu yaptığı hak ve adalet kavramlarının, ideolojilere, siyasete, akraba, eş dost kayırmacılığına feda edilmesi ise İslâmî kalite adına tam bir cinayet halini almıştır.
Ciddiyetsizlik, inandığı ve içinden geldiği gibi değil de başkasının gözüne girmek veya işi savsaklamak için bir yaparmış gibi yapmak; ahmaklık ve zavallılık olduğu için insanın özüne hakarettir. Bu sebeple de kalitesizliğin beslendiği en iğrenç mezbeledir. Kuran’ın bu gibi olumsuzluklara karşı tavır almaması mümkün değildir. Nitekim sebat etme, bir kere azmettikten sonra Allah’a güvenip dayanma, sâlih amel, çalışma, iyilikte ve güzellikte yarışma, dürüst olma, kınayanların kınamasından korkmama, haksızlığa karşı durma ve cihat etmeyle ilgili pek çok ayet vardır.
Kalitenin bir başka düşmanı nitelik yerine niceliği öne çıkararak, çokluk, büyüklük ve kaba kuvvetle övünme alışkanlığıdır. Oysa bilgi, inanç, haklılık bilinci, hedefe odaklanma, teknik, cesaret ve dayanışma en kaba kuvvet gerektiren hususlarda bile hep üstün gelmiştir. Dünyanın en geri kalmış ülkelerinden olan Bengladeş’te 1288 üniversite varken Dünya ekonomi devlerinden olan Güney Kore’de sadece 322 üniversite mevcuttur. Benzer şekilde ekonomik durumu bütün dünyanın malumu olan Türkiye’de üniversite öğrenci sayısı AB İstatistik Ofisi’nin (Eurostat) 2019 yılı verilerine göre tüm Avrupa ülkelerini hepsini geride bırakmıştır. Eurostat’a göre Türkiye’de 2019 yılında 7 milyon 775 bin üniversite öğrencisi vardı. Bu da AB ülkeleri ortalaması binde 38 iken Türkiye’de her bin kişiden 95’inin üniversite öğrencisi olduğu anlamına geliyor. Bu oran hayat standardı bizden çok yüksek olan Hollanda’da 51, Almanya ve Fransa’da 40, İngiltere’de 39’dur . Kalitenin ne olduğunu gözler önüne seren böyle bir tablo karşısında sözü uzatmamak da bir kalitedir.
Müslümanlar arasında en çok bilinen ve uygulanan hadislerden biri olan “Evlenin ve çoğalın. Zira ben öbür dünyada ümmetimin çokluğu ile övüneceğim” sözüne de çokluk ve kalite ilişkisi açısından bakmak yerinde olacaktır. Kaliteli insan ve mümin anlayışını dışlamakla kalmayıp insanın tek fonksiyonunu üremeye indirgeyen, onu hayvanileştiren bu ifade bu haliyle Peygamber sözü olamaz. Zira her şeyden önce Kuran’daki (Rum suresi, 21)
“Kendileriyle bulmanız için huzur, sükûn
size içinizden (gönlünüzce) eşler yaratması,
ve aranızda sevgiyi, şefkati var etmesi
yine (sevgisinin) delillerindendir O’nun.
Nice ibretleri vardır Rabbin
bunda iyi düşünen kimseler için.”
âyetinin ruhuna aykırıdır. İşin asıl kızık tarafı şu ki, eşler arasındaki ilişkinin başlangıcını ve gayesini sevgiye dayandırmakla kalmayıp onu Allah’ın varlığının delili olarak takdim eden âyet dururken, peygambere ait olduğu çok şüpheli ve nezâketle bağdaşmayan bir sözü Müslümanlar düğün davetiyelerine taç yapmışlardır. Oysa birinci sözün gerçekliğini ve kalitesini ikinci söz ile mukayese bile etmek mümkün değildir. Üstelik hadis olarak kabul edilen sözde, Kuran’ın hiç de hazzetmediği çoklukla övünmek esastır. Pek çok toplumda kadının ikinci sınıf insan olarak kabul edilmesinin temelinde de kaba kuvvetin yüceltilmesi ve ondan korkulması vardır. Çokluk ve kaba kuvvet aynı zamanda kabileciliğin, çeteciliğin ve benzeri zihniyetin ve yapılanmanın da sebebidir.
Kalitesizliğin en kötü hâli, doğrudan doğruya insanla ilgili olması sebebiyle gurur, kibir ve gösteriştir. Bu sebeple Kuran, bu tür kimseleri çok sert dille ikaz etmiş ve onların bu eylemlerini başta şirk olmak üzere diğer pek çok günahın kaynağı olarak görmüştür. İşte kendi kabilelerine mensup insanların çokluğuyla övünmekle kalmayıp mezarlıktaki ölülerini de övünme vesilesi yapan bedevi zihniyetli Arapların durumunu anlatan ve bu makalenin yazılmasına ilham kaynağı olan Tekâsür suresi böyle bir suredir:
1) Çokluk kuruntusu öyle sardı ki siz (kâfir)leri,
2) o yüzden ziyâret ettiniz kabirleri.
3) Hayır öyle değil, yakında bileceksiniz zâten.
4) Öyle değil, yakında bileceksiniz gerçekten.
5) Ve sağlam bilgiyle bilmiş olsaydınız sâhiden,
6) ant olsun ki görürdünüz ateşini cehennemin.
7) Onu çıplak gözle göreceksiniz; ederim ki yemin.
8) Ve nihâyet, hesabını vereceksiniz onca nimetin.
Oysa Kuran’da şu örnekte (Enfal, 65-66) olduğu gibi kalitenin çoklukta değil samimiyette, ihlasta, aklını kullanmada, dayanıklılıkta, bilgide, azim ve gayrette olduğunu bildiren çok sayıda ayet mevcuttur.
65) Ey peygamber! Mü’minleri savaşa yüreklendir.
İçinizden dayanıklı yirmi yiğit çıkarsa eğer,
onlar ikiyüz kişiyle baş eder.
İçinizden yüz kişi, binini yener kâfirlerden.
Çünkü onlar düşünmeyen bir kavimdir gerçekten.
66) Şimdi Allah sizde bir zaaf olduğunu bildiği için
gücünüzü hafifletmiştir sizin.
Yine de içinizden azimli yüz kişi, ikiyüzü yener,
eğer bin olursa iki bine gâlip gelir izniyle Rabbin.
Zira Allah yanındadır sabredenlerin.
“Onların çoğu iman etmez”, “onların çoğu anlamaz” vb. şeklinde çokluğun her zaman iyi ve doğru olduğu anlamına gelmediğini beyan eden pek çok ayet vardır. Esasen, bunlar kadar önemli olan diğer bir husus da Kuran’ın ibadetlerde ve diğer konularda sayılara ve rakamlara kutsal anlam yüklememesi, tam tersine bunlardan kaçınmasıdır. Mesela namazın rekâtları bile belirtilmemiştir. Kehf ehlinin (Mağara yarenlerinin) sayısını ve Kadir gecesinin Ramazan ayının hangi gününe rastladığını Allah’ın bilmemesi mümkün mü? Fakat insanların hem rakamlara ve bu özel günlere kutsallık izafe etmemesi, hem de Müslümanların arayışta olmaları için bunlar müphem bırakılmıştır. Cennette ödüllerin ve cehennemde azapların miktarı da yıl veya sayı olarak açıklanmaz. Sadece sonsuzluk kavramı üzerinde durulur.
Konu çokluk meselesi olunca Kuran’da geçen “Ey iman edenler, Allah’ı çokça zikrediniz” (Ahzab, 41) âyetinin anlamı üzerinde de durmak icap eder. Burada bahsedilen zikir, yani anma kavramının sadece dille yapılan içi boş zikir olduğunu söylemek elbette mümkün değildir. Zira aksi bir iddia münafıklığa taviz vermek olur. Öyleyse bunu sevdiğimiz bir kimsenin adını anmaktan çok daha büyük bir sevgiyle sevinçle, canı gönülden, bütün varlığımızla yapılan, içimizi ürperten zikir olarak kabul etmek icap eder. Hatta bu güzel ruh halinin bireysel neşe halinde kalmayıp Müslümanların düşüncelerinde, işlerinde, eylemlerinde de aynen yansıması gerekir. Yani hâkim en iyi zikrini işinde Allah’ın Adalet sıfatını, öğretmen ve bilim adamı İlim sıfatını, zengin Muhsin sıfatını, sanatçı Bedi sıfatını, doktor Şafi sıfatını tecelli ettirerek yapmış olur. En iyi ve en çok yapılması gereken zikir böyle bir zikirdir. Bu aynı zamanda Tanrı’nın da, onun kullarının da memnun olacağı kaliteli imandır. Zaten “Bilmiş olunuz ki kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur muhakkak” (Ra’d 28) ve “Rabbinin adını zikret ve tam bir yönelişle O’na yönel.” (Müzemmil, 8) ve “Gönülden yalvararak, korku ve yüksek olmayan bir sesle sabah ve akşam Rabbini zikret” (Araf, 205) ve “Onlar ayakta, otururken ve yanları üzerinde yatarken Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerlerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler ve derler ki: “Rabbimiz sen bunları boşa yaratmadın.” (Al-i İmran, 191) şeklindeki ayetler bu zikrin mahiyetini ve şeklini yeterince izah etmektedir.
Kalitenin önündeki engellerden biri de şekilciliktir. Şekil aslında bir davranışı, hareketi, ifadeyi, fikri ve niyeti muhtevaya uygun olacak tarzda tamamladığı sürece makbuldür, güzeldir ve hatta elzemdir. Fakat vücuda, şahsiyete, statüye uygun olmayan elbise veya sevgiliye yazılmış güzel bir mektubun içeriğine uygun olmayan zarf misali bazen şekil ve şekilcilik, fayda yerine zarar getirebilir. En azından verilmek istenilen mesajı heba eder, dibi delik havuz misali emekleri ve ümitleri boşa çıkarır. Bu, İslâm’ın mesajları açısından da böyledir. Mesela namazda huşunun yerini alan her türlü şekilcilik ve fakirlere yapılan yardımda gizliliğin ve tevâzunun terk edilmesi bu ibadetlerin kalitesini düşürür. Oysa Allah kurban kesmede bile “kesilen kurbanların etlerinin ve kanlarının değil, müminlerin takvasının Allah’a ulaşacağını haber vermektedir (Hac, 37). Mekkeli müşriklerin, Hz. Muhammed’in peygamberliğine itiraz ederken ileri sürdükleri gerekçelerden bir kısmı da şekle dair meselelerdi (Furkan, 7-9):
Ve yine dediler ki onlar:
“Bu peygambere ne oluyor da
(bizler gibi) yemek yiyor ve dolaşıyor sokak, sokak.
O’na bir melek indirilseydi de,
peygamberliği onunla yapsalardı ortak!?”
“Ya da ona bir hazinenin getirilmesi
veya kendisine bir bahçenin verilmesi
ve bundan yiyip içmesi gerekmez miydi, elhak?
Şüphesiz siz meczup bir kimseye uyuyorsunuz ancak.
İşte böyle misaller getirip sapıttılar bu yüzden.
Başka bir çıkar yol bulmaya da güçleri yetmez zâten.”
(…devam edecek)