08.06.2023

İYİ Parti Afyon Çalıştayı konuşması

İYİ Parti’den başka iyi parti var mı? Mesele konumlanma sorunu mu yoksa egemenlik sorunu mu? Rumeli giderken tavla oynayanlardan mı, Titanik batarken dans edenlerden mi yoksa “Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri!” diyenlerden mi olacağız?


 

MİSAK Başkanı İskender Öksüz’ün, 21 Temmuz 2018 günü İYİ Parti Afyon Çalıştayı’nda yaptığı konuşmadır.

Bu yazı ile konuşma kelime kelime aynı değildir. Konuşmamda zaman sınırı vardı. Orada ayrıntıya giremediğim bazı konuları burada daha derinlemesine işleme fırsatı buldum.

Konuşmamda üç alt başlık vardı: Parti içi demokrasi, Türkiye’nin hâli ve İyi Parti’nin konumlanması.

Parti içi demokrasi

Aslında Türkiye’de parti içi demokrasi ile partilerimizin ilişkisi kitap okuru ile klasiklerin ilişkisi gibidir. Klasiklerin şöyle bir latife-tarifi vardır: Herkesin okumuş olmak istediği fakat kimsenin okumak istemediği eserlere klasik denir. Parti içi demokrasi de herkesin aşkını ifade ettiği, fakat kimsenin nikâh kıymak istemediği bir sevgilidir.

Parti içi demokrasiyi ve daha birçok çağdaş yönetim modelini insanlara anlattığınızda “Pek güzel amma bizim memlekette olmaz, bize göre değil” tepkisiyle karşılaşırsınız. Hâlbuki burada olmaz dedikleri birçok şey tam da burada uygulanmış ve onu benimseyenleri başarıya götürmüştür. Yararı ispatlanmış kurallara uymamak, geri kalmış zihinlerin karakteridir. Emniyet kemerine gösterdiğimiz tepki bunun güzel bir örneği. Bir gün bir taksiye binmiş eve gidiyordum. Benim taksinin şoförü uzun uzun kornaya bastı, önündeki arabanın kırmızıda geçmesini istiyordu. “Kırmızı yanıyor görmüyor musun?” dediğimde de “Canım müsaitse geçilir” cevabını verdi. İşte biz müsaitse geçeriz, müsaitliğe kendimiz karar verdiğimiz için de dünyanın en yüksek kaza oranlarına sahibizdir. Ölürüz, öldürürüz ama açıkgözüz. Çıkarımıza kimse engel olamaz!

Parti içi demokrasinin olmadığı ülkede demokrasi de olmaz. Öyle ya, ülkeyi yönetenler demokrasi dışı yollarla bulundukları mevkilerde oturuyorsa, onların yönetimi demokratik olabilir mi? Seçim tek başına demokrasi demek değildir. Bugün birçok diktatörlükte de diktatör, sözde seçimle geliyor.

1980 darbesinden önce, hiç olmazsa bazı bileşenleriyle parti içi demokrasi vardı. Mesela bütün partiler milletvekili adaylarını önseçimle belirlerdi. Öyle yapmayan parti garip, ikinci sınıf sayılırdı. Bir tarafının eksik olduğu düşünülürdü[1].

Bir parti kendi içinde demokrat ise bu diğer partilerin yapısında önce imrenmeye, sonra hareketlenmeye yol açar. İnsanlar, bizde niçin böyle değil diye sorgulamaya başlar ve sonuç, az veya çok fakat mutlaka olumludur.

Nedir parti için demokrasi? Parti içi demokraside partide, unvanı veya makamı ne olursa olsun, hiçbir şahsın tek başına karar alma yetkisi yoktur. Kararlar, seçimle gelmiş ve görevleri tüzükle tayin edilmiş yetkili kurullarca alınır. Şahıslar yaratıcılıklarını, marifetlerini bu kararları uygularken gösterirler. Bu şartlar altında insanlar parti içi çekişmelere değil, dışarıya odaklıdır. Partinin dışarıda, seçmen nezdindeki başarısına odaklıdır. Siyasî partinin başarısı içerde değil, dışarıda gerçekleşir değil mi?

Parti içi demokrasinin bulunmadığı ortamlarda insanlar dışarıya ve başarıya değil, içeriye ve hiyerarşide kendi üstünde bulunanların gözüne girmeye odaklanır. Hiyerarşinin en üstünde de tabiatıyla genel başkan vardır ve hedef seçmenden oy almak değil, genel başkandan takdir almaktır. Bu değerlerin partiyi başarıya götürmeyeceği açıktır. Bunun tersi de doğrudur. Demokrat olmayan siyasî partilerden kurulu bir düzen içinde demokratlığa sadık kalan partiye başarının yolu açılacaktır.

Kararlar birlikte, gerektiğinde oylamayla alındığı için kimse sonuçtan dolayı başkalarını suçlayamaz. Suçlama ve isyan yerine, “Neyi yanlış yaptık? Bir daha sefere nasıl yapmalıyız?” konuları tartışılır. Her adımda eski uygulamalar geri beslemeye göre düzeltilerek yenilenir. Yürüyüş başarıya yönelir.

Toplulukların dinamiklerini, grup psikolojisini anlamak için şu soruyu sormak faydalıdır: Çocuklar nasıl oyunları severler; hatta bunu büyüklere de genelleştirebiliriz: Niçin oyunu severiz? Cevap üç maddeliktir:

  1. Oyunun kuralları yani başarı için ne yapmamız gerektiği bellidir.
  2. Oyun ortasında kuralların değişmeyeceğine itimadımız tamdır.
  3. Skor her zaman gözümüzün önündedir.

Bu şartlarda oynanan oyunda hiç kimse sonuca itiraz etmez. Tüzüğü, kurulları, kurullarının vazifeleri belli ve kararların konuşularak ve gerektiğinde oylanarak alındığı siyasî partilerde de kavga çıkmaz, hizip oluşmaz.

Bütün topluluklarda insanların temel arzusu, söylediklerinin dinlenmesidir. Fikirlerine başvurulmasıdır. Sonunda yapılan oylamayla kendi fikirleri hâkim olmasa bile, dinlenmiş olmaları, saygı görmüş olmaları topluluğa bağlılıkları için yeterlidir. Bütün grup dinamiği araştırmaları, fertlerin gruba bağlılığının fikirlerine gösterilen saygıyla, dinlenmeleriyle doğru orantılı olduğuna işaret ediyor. Saygı ve dinleme ile birlikte sahiplenme artıyor, benimseme artıyor. Dediğim dedik bir hiyerarşi varsa bu sefer yağcılık, kendini beğendirme çabası, diğerinin ayağını kaydırma gayretleri artıyor.

Diktaya boyun eğen topluluğun başarısı liderinin zekâ ve kabiliyetiyle sınırlıdır. Hâlbuki demokrasi ile yönetilen topluluklar mensuplarının kapasitelerinin toplamına sahiptirler. Hatta o yönetimde bir de sinerji yani, bir birini tetikleme ortamı doğmuşsa bu işlem zaman zaman toplama yerine çarpmaya dönüşür. Sosyal deha ortaya çıkar.  Büyük zaferlere, büyük başarılara imza atan topluluklar böyle ortamlardan yükseldiler.

Fakat zorba yönetimin kaybettirdiği sinerjiden ibaret değildir. Değerlerini de kaybederler. İnsanların dinlenmediği, saygı görmediği ortamlarda, şahsiyetlerin ezildiği şartlarda kişilik sahibi, kendine ve başkalarına saygısı olan insanlar ayrılır. Geriye bu özelliklere sahip olmayanlar kalır. Su neden serinletir, hiç düşündünüz mü? Sıcak bir havada hemen oracıktaki bir kaptaki suyu alıp yüzünüzü yıkasanız serinlersiniz. Hâlbuki su sizinle aynı sıcak ortamdaydı, niçin serinletti? İzah şöyledir: Yüzünüzdeki su buharlaşırken ortamı terk eden, yani buharlaşan moleküller sıcak, yani hızlı hareket edenlerdi. Geriye soğuk, yani yavaş moleküller kalır. Benzer şekilde fikirlerin ezildiği ortamda, yaratıcı fikir sahipleri uzaklaşır, geriye fikirsizler kalır; zekilerin dinlenmediği ortamlar aptallaşır, şahsiyetlerin ezildiği ortamları izzetinefis sahipleri terk eder, geriye yağcı bir kitle kalır. Böyle bir ortamda değerler sadece propaganda malzemesidir. Geriye kalanlar güruh, ülkü ve değerleri, aptalların inandığı çocukluk masalları sayarlar. Aslolan şahsî çıkarlardır.

Emperyalistlerin sömürdükleri ülkelerdeki kabiliyetli, cevval insanları seçip kendi ülkelerine götürdükleri, böylece geride kalan kabiliyetsiz ve durağan insanları daha rahat güttükleri söylenir.  Bir nevi soğutma…

Bunun tersine örnekleri de vardır. İskoç asıllı ABD çelik devi Andrew Carnegie’nin mezar taşında, “Burada, kendinden zeki ve çalışkan insanları hizmetinde çalıştırmasını bilen adam yatıyor” yazdığı rivayet edilir. General Motors’un efsanevî yöneticisi Alfred P. Sloan’ın şu sözü, anlattıklarımın özeti gibidir[2]:

Asla emir vermem. Becerebilirsem fikirlerimi çalışma arkadaşlarıma satmağa çalışırım. Eğer beni hatalı olduğuma ikna ederlerse ki sık sık ederler, onların kararını kabullenirim. Bir insan üzerinde otorite kurmayı değil, onun zekâsına hitap etmeyi tercih ederim.

Sloanların, Carnegielerin yaşattığı ortamlar da kaliteli insanları cezbeder.

Sineklerin çöpe, arıların çiçeklere üşüştüğü gibi bir mekanizmadır bu. İyi iyiyi çeker, kötü de kötüyü.

Ben bunları kime anlatıyorum? Siz zaten bu değerler için buradasınız. İYİ Parti mensupları parti içi demokrasi mücadelesi vere vere bugüne geldi. Ben sizleri, her birinizi birer kahraman olarak görüyorum. Yaptığınızı Plevne’de Gazi Osman Paşa’nın direnmesine benzetiyorum. Bir farkla ki Gazi Osman Paşa mecbur kalıp huruca kalktığında başarısız olmuştu. Siz de bir huruç hareketine kalktınız. Fakat siz başardınız.

Bir tane İYİ Parti var. Başka İYİ Parti yok. Kendiniz için de Türkiye için de elinizdekinin kıymetini bilin.

Türkiye’nin hâli

Titanik’in balo salonunda gibiyiz. Keyifle müziği dinliyor, dans ediyoruz.

Kazanlı gazeteci Fatih Kerimi, Balkan hezimeti sırasında İstanbul’dadır. Hatıralarını yazar. “Koyun bile kesilirken bağırır. Bunların vatanı çatır çatır koparılıyor, sesleri çıkmıyor. İstanbul kahvelerinde tavla oynuyorlar.” der[3]. Siz bakmayın cahillerin sözüne, Rumeli Anadolu’dan önce Türkleşmiş vatanımızdı. Tonton vatandaşlar zannederler ki Selanik’te, Üsküp’te, İşkodra’da bir Türk mahallesi vardı da bizimkiler oradan kalkıp geldi. Hayır, Rumeli’de biz çoğunluktuk. Hele Tuna Vilayeti’nin, Yunanistan’ın elden çıkmasından sonra Rumeli dediğimiz, Adriyatik’e kadar uzanan o şeritte bizden başkaları azınlıklardı. Fakat o zaman da neyi kaybettiğimizi, tam kaybedene kadar idrak edemedik. Selanik’te bir devlet memuru, devlet dairesinin ve kendi evinin anahtarlarını gayrı-müslim komşusuna bırakmış, “Dönünce senden alırım” diye… Yüz küsur sene geçti. Dönemeyeceğini anlamıştır her halde.

Birçok araştırma, insanların sıkıntılı ve korkutucu şeyleri dinlemek istemediğini gösterdi. Bir diş macunu firması iki reklam hazırladı. Birinde diş çürüklerinin septik şoka sebep olup insanları öldürebileceği, mikrop odağı haline gelip böbrek tahribatına kadar hastalıklara sebep olabileceği, gerçek vakaların fotoğraflarıyla gösteriliyordu. Diğerinde “Sarının nereye gittiğini merak edeceksiniz?” sloganı ve sarı dişlerin fırçalandıkça nasıl pırıl pırıl beyazlandığını gösteren bir animasyon vardı. İkinci reklam açık ara daha başarılı oldu.

Sigarayı bırakma kampanyalarında da acaba ölmek üzere adamlar, kanserli akciğerler göstermek yerine “sigarayı bırakırsanız cildiniz pembeleşir” mi desek?

Fakat diş çürüğü gerçekten septik şok yapabilir ve sigara gerçekten öldürür.

Ama biz, kötü şeyler görmek, duymak, konuşmak istemiyoruz; üç maymun gibiyiz.

Timothy Sander adlı bir yazarın, “Tiranlık Üzerine Yirminci Yüzyıldan Yirmi Ders” kitabı Türkçe’de yeni yayınlandı. Sander’in en çok vurguladığı hususlardan biri, aydınların yeterli uyanıklığı göstermediği, sıra kendisine gelene kadar kıpırdamadığı.

Şu anda iktidarda bulunan anlayış, ne düşündüğünü, neye inandığını gizlemeden geldi. Özetle, “Cumhuriyet tek başına kötü değildir fakat bir ırka göre kuruldu, yalnız Türkler için kuruldu.” Gerçi hepsi bu kadar toleranslı değil. Meselâ “İslâm’a göre”, halifenin ölünceye kadar halife kalması gerektiğini, halkın canı sıkılınca imamı oylama ile değiştirebilmesinin doğru olmadığını söyleyenler de var. Bunlar “İslama göre” dediklerinde Emevîlerin ve Abbasîlerin bilhassa bu ikincinin son dönemini kastederler.

Sayın Erdoğan’ın çeşitli zamanlardaki beyanları bu düşüncelere işaret eder. Meselâ, İkinci Cumhuriyet Tartışmaları kitabında yayınlanan röportajda şöyle demektedir:

Bunu şu şekilde açayım; resmi ideoloji ırkçı bir kişilik taşıyor, bu yapısıyla da millî bütünlüğü koruması mümkün değildir. Şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nde 27 etnik grup yaşamakta. Bu 27 etnik grubun da varlıklarının tanınması gerekmektedir. ‘Türkiye Türklerindir” gibi tezler yanlıştır. Türkiye, Türkiye’de yaşayan herkesindir. Bir inanç birlikteliği bu insanların bütünlüğünü sağlayabilir. Aksi takdirde milli bütünlüğümüzü sağlamak mümkün değildir.[4]

Bu konuda o kadar kararlı ve asabidir ki Hürriyet Gazetesi’nin on yıllardır kullandığı başlığı şöyle değerlendirir:

“Bizi birbirimize bağlayan en büyük bağ, İslâm kardeşliği bağıdır; bunu yakaladığımız anda işi çözeriz. Gazetenin bir tanesi yazmış ‘Türkiye Türklerindir’ diye, ahlaksız bu, hayâsız. Eğer bunu derseniz, Türkiye’yi 30’a bölersiniz. Çünkü Türkiye’de sadece Türkler yaşamıyor. Türkiye’de Kürt’ü de var, Laz’ı ve Çerkez’i de var. Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tür diyor. Olmaz öyle şey. Biz diyoruz ki Türkiye, Türkiye’de yaşayan herkesindir.[5]

Aynı fikirler, ancak etnik grup sayısı değişiyor.

Millî üniter devletin sonu… “Türkiye ahalisine, din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur.”u (1924 Anayasası, 88. Madde) ve bugünkü anayasanın 66. maddesindeki Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.”ü kabul etmemek demektir bu. Bu görüş bizi ister istemez vilayetlere, federasyona götürür. Nitekim İkinci Cumhuriyet Tartışmaları‘nda, aynı yerde etnik gruplara Osmanlı sistemine benzer şekilde eyaletler tahsis edilebileceğin ifade ediliyor. Etnik eyaletler…

Bu fikirler tek kişiye ait değildir. İki dönemdir AKP İstanbul Milletvekili Aziz Babuşçu’nun AKP İstanbul İl Başkanlığı yaptığı yıllardaki, “Ak Parti sayesinde hepimiz Türk olmaktan kurtulduk” sözlerini bilirsiniz.

Tıpkı diş çürüğünün septik şoka, sigaranın kansere yol açtığını görmek istemediğimiz gibi, bu gerçekleri de görmek istemiyoruz. “Türküm, doğruyum, çalışkanım…” diye başlayan andımız ilkokullardan kaldırılıyor. Bu olayı hafızamızdan da kaldırmak istiyoruz. Akil Adamlar vasıtasıyla ikna edilmemiz istenen Yeni Türkiye’yi de hatırlamak istemiyoruz. Etnik veya değil, idarî yapı düzenlemeleri tek kişinin uhdesinde toplanıyor bunun ne demek olduğunu anlamak istemiyoruz.

Federasyon… Bin yıllık Türk egemenliğinin bölüşülmesi. Bölüşülmesi ki bunun İmralı ve Dolmabahçe mutabakatındaki ismi “Ortak Vatan“dır…  Hâkimiyet kayıtsız şartsız Türk milletinin olmayacaktır. Bu kadar açık!

Millet kavramını kavrayamayan, kavramak istemeyenler etraflarına baktıklarında sadece ırk görüyorlar. Irkçılık yapıyorlar. Türk milletini 27, 30, 56, etnisiteye, Türkiye’yi de o etnisitelere göre tarihin hiçbir döneminde olmamış, fakat kendi hayalî tarih anlayışlarına göre “Osmanlı’daki gibi” eyalet sistemine bölmeyi konuşuyorlar!

Siz Merkel’in bir gün, “Burada Alman var, Türk var, Leh var…” diye nutuk atabileceğini düşünebiliyor musunuz? Korsikalılar’a Korsikaca konuşsun teklifi AB içinden yapıldığında Fransa’nın cevabı, “Fransa’da sadece Fransızlar vardır!” olmuştu. Fakat AB’nin Türkiye’nin eyaletlere bölünmesine itirazı yok, hatta teşviki var. Siz ABD Başkanı’nın bir gün, “Burası sadece Amerikanların değil. Burada Amerikan var, Alman var, İngiliz var, Kızılderili var, Siyahî var” dediğini hayal edebilir misiniz?

Bakın, ABD’nin bir Şükran Günü vardır. Bütün Amerikan milleti kutlar. Nedir Şükran Günü? 1620’de bugün Portsmouth Limanı’nın bulunduğu yere Mayflower adlı İngiliz gemisi 100 göçmen getirir. Hani kendilerine “hacı” kavramına yakın “pilgrim” denen 100 Püritan Kalvinist çıkarır. Yerleşirler, ilk ekimi yaparlar. Bunlardan 50’si kışa dayanamayıp ölür. Geriye kalan 50 kişi, ki isim isim kimlikleri bellidir, ilk hasatı yapar ve orada tutunacaklarına ikna olur, sevinirler. Bunu kutlamak ve o güne erişmelerine izin veren Tanrı’ya şükür için bir ziyafet tertiplerler. Ana yemek Amerika’nın yerli kuşu hindidir. Yerliler de davet edilir…

Şimdi, bu ilk şükran yemeğinden 4 asır sonra 326 milyon Amerikan[6], o gün, Kasım’ın üçüncü Perşembe günü cedlerinin o ilk şükran gününü kutlar. Amerikan ulusunun, dünyanın şu andaki bir numaralı ulusunun bütün fertleri. Bugünkü Amerikan nüfusunun içinde o 50 kişinin genlerini taşıyan kaç kişi vardır dersiniz? Ama Amerikan olmak bir genetik işi değildir. Çünkü millet genetik değil memetiktir; bir şuurdur, mensubiyet şuurudur.

İşte bunu anlamazlar. Onlar ancak kavimden, ırktan, ümmetten anlar. Onları anlamını çarpıtarak anlarlar.

Bakın her yıl, Çanakkale’nin yıl dönümünde öbek öbek Avusturalyalı, Yeni Zelandalı Gelibolu’ya gelir. Mum yakar, sabaha kadar “vigil” dedikleri dualar zinciri ile milletlerinin orada düşmüş askerlerini, cedlerini anarlar. Biliyor musunuz; bugünkü Avusturalya ve Yeni Zelanda nüfusunun dörtte üçü oraya birinci dünya harbinden sonra göçmüştür.

İşte bunu anlamazlar. Milleti kavrayamaz, milleti göremezler. Irkla, ırkları bölüp çarpmakla uğraşırlar.

Bunu teorik, akademik bir oyun olarak oynasalar zararı yoktu ama vatanımız üzerinde oynanıyor.

Dünyada, üniterken federasyon olmuş bir devlet var mı? Ümit Özdağ Hoca’ya soralım, var mı? (Ümit Hoca yok cevabını verdi.) Biz ilk mi olacağız? Bugün gördüğümüz federasyonlar hep bağımsız siyasî birimlerin birleşmesiyle meydana gelmiştir. Birinin bölünmesiyle değil. Fakat üniterken federasyon olup da varlığını koruyan devlet yok.

Bakın siyaset bilimci Alfred Stepan ne diyor:

Komünizm sonrası Avrupa, federalizm konusunda dikkatli olmamız gereğini gösteriyor. Komünist siyasî sisteminde sekiz Avrupalı devlet vardı. Bunlardan beşi üniter devletlerdi (Macaristan, Polonya, Romanya, Arnavutluk ve Bulgaristan). Üçü federaldi (Sovyetler Birliği, Yugoslavya ve Çekoslovakya). Mucizeler yılı 1989’dan yedi yıl sonra bu beş üniter devletten beşi de hâlâ üniter devlettir. Üç federal devlet 22 devlete bölünmüştür.

Neredeyiz arkadaşlar? Titanik’in balo salonunda!

Aklımızı başımıza devşirelim. Başka İYİ Parti yok.

Konumlandırma: İYİ Parti nerede?

MİSAK’ın sitesinde konumlandırma hakkında iki yazı yazdım. Birincisi merkezde, merkez sağda, kitle partisi konumunda yer tutmak isteyenlere yönelmiş bir analizdi. O yazının “Her şey olayım derken hiçbir şey olamadı” başlığı epey popüler oldu. Diğeri de konumlandırmada Duracell ve Energizer, Eveready tavşanlarının macerasını anlatıyordu. İkisi birdi aslında[7], [8]. Ben bunlara çok benzer bir yazıyı 2011 seçimlerindeki konumlama için yazdım ve Ümit Hoca’ya verdim. O da karar merciindeki zata götürmüş ve satır satır altını çizerek okumuş.

Konumlandırmaya siyasetten değil de reklam dünyasından bir örnekle girmiştim. Türkiye’de de marka olarak tanıdığınız Duracell ilk alkali pilin imalatçısıdır. Alkali piller adi pillerden daha uzun ömürlüdür. Duracell de piyasada uzun pil ömrü kavramının peşindeydi. İnsanların kafasında uzun ömürlü pil arazisine hâkim olmak istiyordu. Bu mesajı tüketiciye nasıl iletecekti?

1973 yılında bir oyuncak tavşan tasarladılar. Tavşan Duracell alkali piliyle hareket ediyordu. Diğer tavşanlarla yarışıyor, onlar bir süre sonra yorulup yığılıyor, fakat Duracell tavşanı ilk andaki enerjisiyle koşmaya devam ediyordur. Aradan on yıldan fazla zaman geçti. Rakip firma, Energizer ve Eveready pillerinin üreticisi, Duracell’in fikrini taklide karar verdi. Madem ki Duracell çok satıyordu, o da tıpkı onun gibiyim derse o da çok satacaktı. Bir Engergizer tavşanı tasarladılar. Bu Duracell’inkinden daha fiyakalıydı. Rock davul çalıyor, cool siyah gözlükler takıyordu. Büyük bir bütçeyle Energizer atağa kalktı ve Energizer tavşanı pek uzun bir süre televizyonlarda davulunu çaldı… Tıpkı Duracell gibi diğer davullu tavşanlar yorulup düşerken Energizer’ınki devam ediyordu.

Sonuç reklam endüstrisinin ibret hikâyelerinden biridir. Energizer kendi tavşanına para harcadıkça Duracell’in satışları arttı. Yıllar sonra yapılan bir ankette Duracell’e yeni müşteri olanların Energizer reklamlarını Duracell’in sandığı ortaya çıktı. Ben de tıpkı onun gibiyim reklamı, size değil, “ona” kazandırmaktaydı. Bir parti tıpkı onun gibiyim derse kendi seçmeni ona gider. Hakikisi varken niçin taklidine oy versin ki?

Pazarlama dünyasında da siyasette de insanlar şu soruyu sordular: Biz ne yapmağa çalışıyoruz. Cevap basitti: İnsanların zihinlerinde bir yeri işgal etmeye çalışıyoruz. Bunu muharebe meydanında hâkim bir tepenin işgaline benzetebilirsiniz veya yeni bir parti ya da ürünseniz, bir çıkartma harekâtında bir plaj başı tutmaya. Ancak pazar ve siyaset dünyasında harpten farklı olarak bir kavramı tutmuşsanız sizi oradan söküp atmak çok ama çok zordur.

Bakın, “bana oradan bir Selpak ver” desem ne yaparsınız? Kâğıt mendil verirsiniz değil mi. Hâlbuki düzinelerce kâğıt mendil markası var ve Selpak onlardan sadece biri. Fakat zihinlerimizdeki “kâğıt mendil” tepesinin sahibi Selpak’tır. Traş bıçağı yerine hâlâ Jilet diyebiliyoruz. Buzdolabı yerine Firijder (Frigidaire) nostalji oldu ama bir zamanlar öyle derdik. Siz de eğer ikide bir, “Allaaaaah, yaaaar ve yardımcınız olsun” falan derseniz, oylar Duracell’e, pardon AKP’nin hesabına gider. O tepe onundur. Geri alması çok zordur.

Peki, biz orta sağa, kitle partisi arazisine, merkez tepesine konuşlansak? Değerli arkadaşlarım, böyle bir yer yok. Şu salondan çıkıp rastladığınız ahaliye sen hangi fikre mensupsun, hangi siyasî eğilime sahipsin diye sorsanız size milliyetçiyim diyen olur, Atatürkçüyüm, falancıyım, filancıyım diyen olur ama kimse ortadayım, kitle partisini tutarım, merkezdeyim demez. Belki on yıllar önce ortanın solundayım diyen olurdu.

Vaat yapacağım ve çok oy alacağım diye bir strateji de olamaz. Çünkü bir zihin arazisini işgale kalktığınızda, tıpkı muharebedeki gibi, onun size karşı nasıl savunulacağını da hesap etmelisiniz. Vaat en kolay savunulan arazidir. Dümdüzdür. Bir mi vereceksin, ben iki veriyorum… Bitti ve seçmen artık vaatlere de pek kulak asmıyor. Çünkü vaat herkesin yaptığı bir iştir. Hele muhalefet vaat ediyorsa pek de anlamı yoktur. Bekâra karı boşamak kolaydır.

Orta, sağ, sol… Arkadaşlar bugün tartışılan şey egemenliktir. Türk Milleti’nin egemenliği! Egemenliğin ortası, sağı, solu yoktur.

Âkil Adamlar bizi ortak vatana, yani egemenliğimizi bölüşmeye ikna etmek için Türkiye turuna çıktıklarında biz de akıllarda “300 aydın bildirisi” diye kalan bir çıkış yaptık. Sonra Birlikte Türk Milletiyiz diye bir grup kurduk. On binlerce imza toplandı ve biz de Âkil Adamlar’a karşı, yapılanın ne demek olduğunu izah için Türkiye turuna çıktık.  Egemenliği paylaşılmak istenen millete “istenen senin egemenliğini teslim etmendir” demek için yola düştük. Eski sağcımız da bizimleydi, eski solcumuz da… Bu etiketlerin egemenliğin tartışıldığı bir gündemde anlamı kalmamıştır. Sağ, sol, orta kalmamıştır; sadece Türk İstiklali, Türk Cumhuriyeti, Türk Milleti’nin kayıtsız şartsız hâkimiyeti, yani egemenliği vardır. Tehdit edilen budur.

Ortanın solu, sağı, merkez sağ… Bunlar nostaljik tabirlerdir. Bir zamanlar DSP’miz vardı, ortanın solundaydı, DYP’miz vardı, ortanın sağındaydı… Oradan gelen arkadaşların siyasî tecrübelerine saygı gösteririz. Değerlerine saygı gösteririz. Fakat artık mücadele oralarda verilmiyor. İstiklalimi, cumhuriyetimi ve en önemlisi egemenliğimi kurtarmak için birleşelim de isterseniz solcu, isterseniz sağcı olun. Her ne demekse… Ve hiçbir şey demek değil.

Marksistliği mi özlüyorsunuz? Bakın Tom Nairn ünlü bir Marksist siyaset bilimci ve tarihçidir. Diyor ki: “Milliyetçiliğe muhalefet, eski veya yeni emperyalizme hizmet etmek demektir.”

Ben böyle Marksist’in elini öperim!

Marksistler ne yapacaklar Allah aşkına? Proleter diktatörlüğü mü kuracaklar? Size bir haberim var. Proleter emekçinin artık yeni bir adı var. Ona robot diyoruz ve bir yerlerinden de Wi-Fi anteni çıkıyor. Günümüz proletaryasına artık Karl Marx değil Isaac Asimov bakıyor.

Yok, mesele emperyalizm diyorsanız, işte orada beraberiz ama “Birlikte Türk Milletiyiz!”

Size AKP’nin temelindeki anlayışı, milleti reddedip etrafında ırklar vehmetmesini anlattım. Peki, o AKP, her türlü milliyetçiliği ayakları altına alan, ‘Türkiye Türklerindir’i görünce hiddetlenip küfreden AKP nasıl milliyetçi oldu?

Biliyorum, millet deyince ümmeti kastediyorlar, takiye yapıyorlar falan ama daha önce yapmıyor, cephe alıyorlardı, ne değişti?

Habur rezaletinden birkaç gün sonraydı. İki AKP milletvekili ile birlikte bir vakıftaydım. O sırada telefonlarına bir anket sonucu düştü. AKP kamuoyunu en sık yoklayan ve yolunu anketlere göre çizen bir partidir. Doğru yapıyor. Habur’dan hemen sonra yapılan anketi anlatan o mesajı gören milletvekillerinden biri, telefonunu atar gibi masaya koydu ve “İşte” dedi, “Batı’da yüzde yedinin altındayız!

AKP akletti ki seçmeni milliyetçidir. Adını telaffuz etmese de halk Türk Milliyetçisi’dir. Siz isterseniz ayağınızın altına alın. Bu şartlarda alamazsınız da… 2011 seçimlerinde bütün AKP yandaşları, ki o tarihte liberalinden cemaatçisine çok yandaşı vardı; içinde Türk geçmeyen bir anayasanın propagandasını yapıyorlardı. Bir seçim sonrası anketinde “Niçin AKP’ye oy verdiniz?” sorusuna en çok verilen cevap, “Altay Tankı” idi. Sonra “Dünyadaki ilk beş ekonomi arasına girmek” geliyordu. Yeni bir anayasa on küsur madde arasında sonlarda yer alıyordu ve rakam olarak da bir mertebe gerideydi. O vaadlere ne olduyu bir yana bırakalım: AKP, Türk Milliyetçiliği karşısında geri adım atmak zorunda kaldı.

Gel gör ki Türk Milliyetçiliği tepesinde pek asker yoktu. O tarihlerde Türk Milliyetçiliği’ni savunacak partinin seçim sloganı, “Ses ver” idi. İşte o sırada konumlandırmayı onlara gönderdim ve hiç olmazsa, “Ses ver ki her yer Habur olmasın” ve benzeri cümleler kurun, “Ses ver”in hiçbir anlamı yok. Non-slogan! Hani seçim Azerbaycan’da yapılıyor olsa belki. Çünkü Azerbaycan Türkçesinde ses, oy demektir. Orda da olmaz aslında. Bana oy ver talebi size bir kimlik kazandırmaz.

Ama sonradan öğrendim ki “Ses ver”, kitle partisi sloganıymış!

Sonra kitle partisi sloganları devam etti: “Sensiz asla”, sonra, “Sen bilirsin” Yahu kim yapıyordu bunları? Ferdi Tayfur mu?

Kusura bakmayın ama “Yüzünü güneşe dön” de biraz öyle non-slogan. Gerçi bir çıt daha anlamlı; İYİ Parti’nin amblemi güneş ya… Fakat bir kimliği anlatmıyor. D vitamini reklamı da olabilirdi.

O zaman da seçmenimizin kafasındaki Türk Milliyetçiliği tepesi sahipsizdi; şimdi de sahipsizdir. Türk Milliyetçisi bir parti için en kolay tutulacak plaj-başı o tepedir. Orası diğer partilerin yumuşak karnıdır. Bakın ne kadar yumuşak: “Bizim rabiamız” deyin, “Türk Milleti, Türk Bayrağı, Türk Vatanı, Türk Devleti”… Buyurun. (Dinleyicilerden gelen katkı üzerine) Türk Dili mi diyorsunuz? Baş üstüne. O zaman rabia değil hamise olur.

Yumuşak karınlarıdır. Her “millet” dediklerinde milletin adını sorun. Bakalım millet demeğe devam edebilecekler mi? Her bayrak, vatan, devlet dediklerinde de…

Kolay kolay savunamazlar. Yapılarına aykırıdır. CHP, Cumhuriyet’in kuruluşundaki CHP olsa savunabilirdi ama şimdi onda “sekiz mevsim birden yaşanıyor.” AKP milliyetçi oldu ama pek kimse inanmadı. Kendi de inanmadı.

Ak Parti bunu gördü ve tedbirini aldı. Bakın nasıl.

Siz Jilet firmasısınız. Diş macunu işine girer misiniz? Maazallah. Kimse ağzına jilet marka diş macunu sokmak istemez. O zaman başka bir marka kullanırsınız: Oral-b, diş macunu, diş fırçası, dış ipi markasıdır. “Diş hekimlerinin önerdiği marka” ve Oral-b yüzde yüz Jilet’in malıdır.

Siz Jilet firmasıysanız elektrikli tıraş makinesi satar mısınız? Haşa! Ama başka bir markanın şemsiyesi altında bal gibi satarsınız: Braun. Önde gelen elektrikli tıraş makinesidir ve Braun, yüzde yüz Jilet’indir.

İşte dişte Oral-b, elektrikli tıraşta Braun,  Jilet firması için neyse, Türk Milliyetçiliği’nde de MHP, AKP için odur.

AKP’nin mutfağında bu işleri bilen biri var. Hatırlar mısınız bir AKP’li, son seçimden önce, “Bütün alanları kapattık; nereden oy alacaklar?” demişti. İşte bu söz, işi anladığını gösteriyor. Türk Milliyetçiliği tepesi de AKP tarafından kapatılmıştır. Fakat geri almak kolaydır. En kolaydır.

Türk halkı milliyetçi. Fakat aydın sistemli bir şekilde milliyetçilikten uzaklaştırıldı. Uzaklaşmadı. Uzaklaştırıldı. Ne diyordu Tom Nairn, “Milliyetçiliğe muhalefet, eski veya yeni emperyalizme hizmet etmek demektir.” O hizmete koşulmuş insanlar var ve bir kısmı bu hizmeti karşılıksız, entelektüellik böyle gerektiriyor diye, dünya oraya gidiyor diye yaparlar. Gerçekten emperyalistler bizim dünyamızın oraya gitmesini isterler. Fakat kendi dünyaları kendi milliyetçiliklerinin tam orta yerindedir. Hep böyleydiler. Bakın İngiltere’nin Mısır Genel Valisi Lord Cromer’in görüşlerini Edward Said şöyle özetliyor:

Hür yerli müesseseler, yabancı işgalinin kalkması, kendi kendini yaşatan millî egemenlik gibi normal talepleri sürekli reddeden Cromer şüpheye mahal vermeyecek şekilde şöyle der, ‘Mısır’ın gerçek geleceği… dar milliyetçilik yönünde değil… daha geniş bir kozmopolitanizmdedir.’ Tâbi ırklar kendileri için neyin iyi, neyin kötü olduğunu ayırt etme kabiliyetine sahip değildir.

Bugünün emperyalistleri de tıpkı Lord Cromer gibi düşünmektedir. Ne kadar kozmopolitan o kadar iyi. Ne kadar küçük o kadar kolay. Çok kültürlülük Batı’da ölmüştür ama Batı dışında yaşamalıdır. Asıl Batı dışında yaşamalıdır.

Fakat asıl önemlisi halk sizi nasıl görüyor?

Konumlandırma konusunu çalıştığımızda önümüze şöyle bir gerçek çıkıyor. Siz bir süredir piyasadaysanız halk sizi zaten bir yere koymuştur ve siz o yerden kolay kolay çıkamazsınız. Bu yerin ne olduğunu anlamak için yapılacak şeyi, İYİ Parti’ye kim oy veriyor diye sormaktır.

Bu soruyu – seçimden önce—bir anket sormuş[9]. Area Araştırma Şirketi’nin 50 000 denek üzerinde yaptığı tespite göre İYİ Parti kendini Milliyetçi, Atatürkçü, Muhafazakâr ve Sosyal Demokrat olarak tanımlayan seçmenlerden şu oyları almaktadır:

Oy verenin eğilimi %
Milliyetçi 43,2
Atatürkçü 43,1
Muhafazakâr   7,4
Sosyal demokrat   6,3

Milliyetçi ve Atatürkçü ki o da milliyetçi demektir kesimlerden gelen oy toplamı  %86,3’e varıyor. Atatürkçü milliyetçi demektir çünkü Atatürk’ün bir Türk Milliyetçisi olduğu ve bütün yaptıklarını bu duygu ve düşünceyle yaptığı açıktır. Atatürk, Cumhuriyet tarihinin tartışmasız en Türk Milliyetçisi lideridir.

İşte halk sizi böyle görüyor. Milliyetçi-Atatürkçü bir parti olarak görüyor ve kendilerine Türk Milliyetçisi ve Atatürkçü diyenlerden oy alıyorsunuz.

Fakat Türkiye’de on yıllardır, Cromer’in tavsiyelerini hâkim kılmaya çalışan ekipler var. Bir kısmı, bilerek, bir kısmı etki altında ve bilmeyerek Türk Milliyetçiliğinden âdeta utanıyor, Türk Milliyetçisi sayılmaktan çekiniyor. Yaygın bir haber kanalını her sabah dinlerdim. Şimdi satıldılar, artık başka kanala geçtim. Sabah programında ekonomiden, iç ve dış siyasete kadar her konuda haber verip tartışırlardı. Milliyetçilik karşısındaki tutumları ibret vericidir: “Ama onlar milliyetçi”, “aşırı milliyetçi”, “milliyetçi eğilimleri var…” gibi ifadeler bahsedilen kişi veya grubu itibarsızlaştırmak için kullanılırdı. Birkaç kişinin birden sahnelediği programda biri bunu söylediğinde, diğerleri de tasdik makamında bilgiç bilgiç başlarını sallardı. Seyreden açıkça görürdü ki milliyetçilik iyi bir şey değildi ve modern dünyada ondan kaçınmalıydınız. Programdaki oyuncular belli ki Tom Nairn’i tanımıyordu. Milliyetçiliğe muhalefetin eksi veya yeni bir emperyalizme hizmet olduğunu bilmiyorlardı. İngiltere’nin Mısır Valisi Lord Cromer’in tavsiyelerine harfiyen uyduklarının farkında değillerdi.

Evet, milliyetçilik aleyhtarlığı emperyalizme hizmettir ama emperyalizm bu işi kendi akışına bırakmıyor. O hizmeti gerçekleştirmek için 19. asır İngiltere’sinden daha yoğun bir faaliyet yürütüyor. Ülkemizde Cromer’in tavsiyesini teklinle görevli ekipleri var. Bir de o tavsiyeleri medeniyet gereği veya Müslümanlık gereği zanneden tonton vatandaşlarımız. Milliyetçilik = ırkçılık = kavmiyetçilik = günah algısını pompalayan sözde din merkezlerimiz. Milliyetçiliğin sağı solu olmadığı gibi milliyetçilik düşmanlığının da sağla solla ilgisi yok.

En masumu, birine “Biz milliyetçiliği savunmalıyız” dediğinizde karşılaştığınız, “Ama Atatürk milliyetçiliği” uyarısıdır.  Bu tonton vatandaşımız da birçok kötü milliyetçilik bulunduğunu, bunlardan korunmak için Atatürk milliyetçiliği denilen bir milliyetçilik cinsine sığınmak gerektiğini zannetmektedir. Öyle ki birçok “aşırı” milliyetçilik vardır ve aşırı olmayan cinsi Atatürk milliyetçiliğidir. Hâlbuki Atatürk apaçık, sonuna kadar Türk milliyetçisidir.

Bu tonton vatandaşla Atatürk arasında şöyle bir sahne düşünürüm: Atatürk masasında oturmuş, Gençliğe Hitabe‘yi yazmaktadır. Atatürk milliyetçisi olduğunu zanneden tonton vatandaş da omzundan bakmakta, bir hata yapmasını engellemeğe çalışmaktadır. Eylemsiz doçentlik yapmaktadır…

Atatürk ilk satırını yazar: Ey Türk gençliği!

Tonton vatandaş: Efendim, Türk gençliği demesek de daha kapsayıcı bir ifade kullansak. Ey aziz gençlik! Ey bu milletin değerli gençliği falan desek.

Atatürk aldırmaz ve hitabeyi yazmağa devam eder. Sona gelinmiştir: Ey Türk istikbalinin evladı!

Tonton vatandaş: Efendim, bakın, daha kapsayıcı olsak. Bazı insanları ittirir bu ifadeler.

Atatürk devam eder: Birinci vazifen Türk istiklalini, Türk cumhuriyetini…

Tonton vatandaş gözlerini tavana doğru yuvarlar, yüzünde, bu adam ıslah olmaz diyen bir bakış vardır: Efendim, bakın…

Ve Atatürk bitirir: Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.

Tonton vatandaş, sağ veya sol taraftan sahneyi terk eder.

Bu devlet Türk Milliyetçiliği temeli üzerine kuruldu. Atatürk düpedüz, apaçık bir Türk Milliyetçisidir. Fakat ondan sonra adım adım, Cromer’in memurları devreye girdi. Türk Milliyetçiliği’nden gıdım gıdım, her adımı bizi sarsmayacak kadar dikkatli ve küçük olmak kaydıyla o kuruluş temelinden uzaklaştırıldık. O kadar uzaklaştık ki, “Ne mutlu Türküm diyene!” vecizesi dağdan, taştan, üstelik ilkellikle suçlanarak ve “Türküm, doğruyum, çalışkanım…” diye başlayan andımız okullardan kaldırılırken rahatsız olmadık. En garibi hâlâ Atatürk’ün yolundan gittiğimizi sandık, sanıyoruz.

Tarık Buğra’nın Küçük Ağa’sının girişinde Küçük Ağa ile Çolak bir bayram günü Ankara sokaklarında yürümektedir. Uzakta bir marş çalınmaktadır. Biri diğerine “Bu marşlar bizim zamanımızdakilere benzemiyor.” der. Bu sahne beni çok etkilemişti. Sonraki baskılardan kaldırıldı. Rahmetli Buğra’ya niçin kaldırdığını sordum. Yayınevi istemiş, her iki kahramanın da romanın sonunda hayatta kaldığını baştan okuyucuya açıklamamak içinmiş…

Şimdi bakın, yaşı müsait olanlar bugünkü havaların da bizim zamanımızdaki marşlara benzemediğinin farkında mısınız? Atatürk zamanındakilere hiç benzemediğinin…

Bir zamanlar Onucu Yıl Marşı’nı söylemek tekrar moda oldu. Fakat bazı mısraları söylenmiyor, söylenemiyordu. Hatırlar mısınız?

Türk’üz, cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi.
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri.

– – – – – –

Türküz, bütün başlardan üstün olan başlarız
Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız

Adımız andımızdır marşını hatırlayan kaç kişi var?

Adımız andımızdır, yoluna can koyarız
Türk olmayı en büyük şeref
En büyük şeref ve şan sayarız.
Türk’üz, Türk’üz dedikçe kalbimiz almakta hız
Türk olmayı en büyük şeref
En büyük şeref ve şan sayarız.

Evet, seçmen sizin yerinizi tayin etmiş, onun zihninde ve gönlünde yerleştiğiniz alan belli: Türk Milliyetçiliği ve Atatürkçülük.

Sizi bu konumdan, son zamanların yaygın tabiriyle söyleyeyim, jiletle bile kazıyamazlar. Bu konuma yerleştiğinizde size kimler gelir. Bir düşünün. Size katılacak olan kesimleri tek tek sayın. Türk halkının büyük çoğunluğu da o konumdadır.

Bu konumdan saparsanız; “Bize milliyetçi diyorlar ama aslında biz ortanın…” gibi Cromervari etkilere kapılırsanız kimler “lanet olsun” deyip gider?

Son olarak susmayıp konuşmanızı isteyebilir miyim? Bir devlet yıkılıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin üstünde yükseldiği temellere saldırı üstüne saldırı düzenleniyor. Niçin susuyorsunuz? Susabilir misiniz? Bunları siz söylemeyeceksiniz de kim söyleyecek?

Başka İYİ Parti yok.

Rumeli giderken tavla oynuyorduk. Titanik’in balo salonunda eğleniyorlardı. Bir düşünün!

 

[1] Bu konuda 1980 öncesi MHP’sindeki uygulama için bakınız: İskender Öksüz ve Sadi Somuncuoğlu, “Bilinmeyen Türkeş”: http://misak.millidusunce.com/bilinmeyen-turkes/

[2] https://en.wikiquote.org/wiki/Alfred_P._Sloan

[3] Fatih Kerimî, İstanbul Mektupları, Çağrı Yayınları, 2001

[4] Metin Sever, Can Dizdar röportajları: İkinci Cumhuriyet Tartışmaları, Başak Yayınları 1993, sayfa 422.

[5] Kayseri Akın Gazetesi’nin 1 Ağustos 1994 sayısına atfen Hürriyet 25.07.2004 – 00:00, Son Güncelleme: 25.07.2004 – 00:01, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/kas-yapayim-derken-goz-cikarmak-38628250 (24.07.2018’de görüldü.) ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurul Tutanağı, 22. Dönem 4. Yasama Yılı 31. Birleşim 14 Aralık 2005 Çarşamba: https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/

tutanak_b_sd.birlesim_baslangic_yazici?P4=15585&P5=H&page1=40&page2=40 (24.07.2018’de görüldü.)

[6] Amerika Birleşik Devletleri ahalisi kendilerine “Amerikalı” değil, “Amerikan” der. Zaten Türkçe hâricindeki dillerde “Amerikalı”, “Almanyalı” ve benzeri yapıları kuramazsınız. Kurabilseydiniz bile yanlış olurdu, çünkü Brezilyalı da, Meksikalı ve Kanadalı da Amerikalıdır. Ama Amerikan, sadece ABD’de egemen olan milletin adıdır. Kayıtsız şartsız egemen olan tek Amerikan milletinin.

[7] http://misak.millidusunce.com/kitle-partisi-her-sey-olayim-derken-hic-bir-sey-olamadi/

[8] http://misak.millidusunce.com/konumlandirma-siz-kimsiniz-bilin-ve-bildirin/

[9] Area Araştırma Şirketi Türkiye Siyasî Durum Araştırması: Araştırma 9 – 20 Mayıs 2018 tarihleri arasında 87 seçim çevresinin tamamında 18 yaş ve üzeri 50.000 kişi ile yüz yüze anket yöntemiyle gerçekleştirilmiştir.Konuşmamdan önce anket bilgilerini sözlü olarak almış ve anketin seçim sonrası yapıldğını zannetmiştim. Yazılı ve kaynağı belli bilgileri daha sonra aldım. Sonuçta değişme olmadı, tersine konuşmadaki tez kuvvetlendi. Konuşmamda Milliyetçilik ile Atatürkçülük arasında bir başka unsurun – ekonominin – yer aldığını söylemiştim. Bu, bana intikal eden bilginin IPSOS’un seçim sonrası anketiyle Area’nın anket sonuçlarının bir muhassalası olduğunu gösteriyor. AREA seçmenin dünya görüşünü, IPSOS ise çözümünü beklediği problemleri sormuş.

Yazar

İskender Öksüz

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar