Yükleniyor...
Türklerin, tarih sahnesine hareketli ve savaşçı bir millet olarak çıkması, Türk soyunun diğer halklara göre çok geniş bir coğrafyada yaşamasına yol açmıştır. Eski Türkler, hâkimiyet bilinçlerinin çok yüksek olmasından kaynaklanan bu hareketlilik sayesinde, çok sayıda toplumla karşılaşmış ve onlarla mücadele içinde olmuştur. Türklerle savaşarak egemenliklerini ve ulusal kimliklerini kazanmış olan bir kısım halkların, açık ya da örtülü yoğun Türk düşmanlıkları, çok haklı olmasalar bile, son derece anlaşılabilir bir durumdur. Ancak, soy bakımından ya da kültürel kimlik olarak bazı Türk grupların, özellikle siyasal ümmetçilerin, liberal solcuların ve bölücülerin, Türk Kimliği konusundaki kayıtsızlıklarının ve şiddetli düşmanlıklarının olası nedenleri, psikolojik veriler ve kavramlar aracılığıyla çözümlenmelidir. Bu yazıda, sadece ülkemizde oldukça güçlenmiş görülen siyasal İslamcı anlayışın kimlik karmaşası çözümlenmeye çalışılacaktır.
Ağır bir kişilik bozukluğu ve parçalanması olan şizofreni, beyin ve sinir sistemindeki bazı fizyolojik bozukluklarla ilgili nedenlerden ileri gelebileceği gibi, çeşitli nedenlerden kaynaklanan zihinsel işlev bozukluklarına bağlı olarak da ortaya çıkabilmektedir. İşlevsel şizofrenin en önemli belirtisi, sanrılar (gerçekte olmayan şeyleri görmek ve işitmek vb.), aşırı zihinsel tutarsızlıklar, şiddetli düşünce bozuklukları, çelişkili konuşmalar, kelime ve kavramların anlamlarını karıştırma, çeşitli hayat olayları karşısında anlamlı ve uygun tepkiler verememek gibi davranış bozukluklarıdır.
Kişisel bir kişilik bozukluğu olarak bilinen şizofreninin yanı sıra, son yüzyıl içinde giderek artan dini inançların siyasallaşması süreci ve ideolojik saplantıların şiddetlenmesi sonucunda, sosyal veya kültürel şizofreni vakalarında da artış olmuştur. Daryush Shayegan’ın, İran toplumunun modernleşme sürecindeki uyumsuzluğunu inceleyen “Yaralı Bilinç – Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni” adlı çalışmasında ortaya koyduğu kültürel şizofreni kavramı, aslında dini değerlerini siyasallaştıran bütün inanç sahipleri için geçerli bir olgu gibi görünmektedir. Kültürel şizofreni, akıl ve bilim yoluyla gelişemedikleri ve toplumsal sorunlarını çözemedikleri için derin hayal kırıklığı ve eziklik yaşayan bir kısım grupların dini değerlerini çarpıtarak, siyasallaşan inançlarını hem kendi toplumlarına hem de dünyaya bir silah gibi kullanma çabalarından kaynaklanmaktadır.
Kültürel şizofrenide, belirli kişi ya da grupların, inandıklarını iddia ettikleri inanç değerleri ile bunlarla ilgili davranışları arasında çok keskin çelişkiler vardır. Kendi temel öğretilerinden saptırılmış inanç ve ideolojik saplantılar, çok ciddi tutarsızlık ve çelişkilere yol açmakta; bazı kişilerin hayatında mensubu oldukları ve içinde yaşadıkları kültür sisteminin öğeleri arasında da bir takım parçalanma ve uyumsuzluklar meydana gelmektedir. Kültürel bütünlüğün bozulması sonucunda, hâkim kültür öğeleri olan toplumun ana dili, bayrağı, devletin anayasal düzeni, hâkim inançları, ahlaki değerleri, müzik ve edebiyatı, kurucu önderleri ve kahramanları, millî bayram günleri gibi ortak paylaşılan toplumsal değerler tartışılmaya açılmıştır. Kişisel zihin parçalanmasından başlayarak hâkim kültür öğelerine yönelik reddediş tavrı, zaman içinde millî kimlik algısında da yaşanarak şiddetli bir kimlik yanılsamaları meydana getirmiştir.
Millî kimliği reddetme noktasına gelen dinci ideolojiler ile topluluklar (cemaat ve tarikat oluşumları), kendilerini tanımlayacak başka bir kimlik inşa etme ihtiyacı hissetmişlerdir. Millî kültür ve onun izdüşümü olan millî kimlik karşısına yeni bir kimlik çıkarma davranışında ortaya konan temel figürler, kendi inançlarını temsil edecek öğeler olduğu kadar, toplumdaki ana kitlenin değerlerine yönelik düşmanlığı bir gösteriye dönüştüren öğelerdir. Bu tür grupların, millî kimliğe (Türklüğe, Türkçeye, Atatürk’e ve Cumhuriyet değerlerine vb.) yönelik aşağılayıcı ve küçültücü saldırıları, aslında gerçekte olmayan yapay bir kimlik oluştururken kendilerine siyasal bir düşman yaratma çabalarıdır.
Hayatının bir kesitinde, siyasal İslamcılarla karşılaşan her kişi, şu şizofrenik soruya mutlaka muhatap olmuştur; “Türk müsün? Müslüman mısın?” Bu sorudaki en büyük zihinsel ilkellik ve çelişki, Türklüğün bir din gibi algılanması ve görülmesidir. Bir kişiye, çeşitli dinler arasından hangisine mensup olunduğuna ilişkin soru sorulabilir; söz gelimi, “Hristiyan mısın? Müslüman mısın?”. Aynı şekilde, bir kişiye, çeşitli milliyet kimlikleri arasından hangisine ait olunduğu da sorulabilir; söz gelimi, “Türk müsün? Arap mısın?”. Birisi, din mensupluğuna, diğeri milliyet mensupluğuna karşılık gelen iki ayrı olgunun, birbirleriyle türdeşmiş gibi bir soru cümlesine konu olması, basit bir dil yetersizliği olmayıp, çok ciddi bir zihinsel parçalanma vakasıdır. Türkçeyi, henüz yeterince öğrenememiş küçük bir çocuk ve bir yabancı ya da biyolojik kökenli zihin bozukluğu olan bir kişi değilse, yetişkin bir kişinin toplum hayatında ve dilinde çok önemli yeri olan iki temel olgunun adlandırılmasında böyle bir karışıklık yaşaması ve bunda da çok ısrarlı olması açık bir şizofrenik göstergedir.
“Türk müsün? Müslüman mısın?” biçimindeki bir soru, bildiğim kadarıyla Türklerden başka kimseye pek sorulmaz; söz gelimi, “Arap mısın? “Müslüman mısın?” ya da “Acem misin? “Müslüman mısın?” vb. Bu sorunun muhatabı, çoğunlukla Türkler olmaktadır. Ülkemizdeki siyasal İslamcıların ve toplulukların bu soruyu sormalarındaki en büyük pay, her daim Araplığı ve Arapçayı, Kur’an’ın temel hükümlerinden daha fazla önemseyen ve “Müslüman Kardeşler” ideolojisinin etkisi altında yetişmiş olan bir kısım ilahiyatçı ve siyasetçilere ait olmalı. “Müslüman Kardeşler” ideolojisi aracılığıyla, Kur’an’daki “bütün Müslümanların kardeşliği” üzerinden inkarı mümkün olmayan bir motto kullanılarak, kişisel ve siyasi emellerine ulaşmada kendilerini destekleyecek bir kitle yaratma projesi olarak “tek ümmet” olma propagandası yapılmaktadır. İslamiyet’in temel öğretisini sunan Kur’an’ın bu doğrultuda bir düzenlemesi olmadığı gibi, tam tersine “tek ümmet” yaratma anlayışının kapısı, açık ve seçik olarak kapatılmıştır. Nahl Sûresinin 93. Ayetinde, “Allah, isteseydi sizi tek ümmet yaratırdı; ama isteyen sapar, isteyen doğru yolu seçer; kuşkusuz siz yaptıklarınızdan (tercihlerinizden) sorumlusunuz” denilmektedir. Demek ki, “tek ümmet” amacı, Allah’ın iradesini temsil etmiyor. Kaldı ki, Hucurât Sûresinin 13. Ayetinde “Ey insanlar, kuşkusuz sizi bir erkek ve kadından yarattık; tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık,…” denmek suretiyle bu konudaki Allah’ın iradesinin “millet” olgusu olduğu açıkça bildiriliyor. O zaman, birileri “Allah’a din mi öğretiyor?”. Cevabını, yine Kur’an veriyor: “De ki, kendi dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz!…” (Hucurât,16). Ayrıca, böyle bir projenin, hayata geçirilir tarafı olmadığı gibi, Müslüman toplumlarca herhangi bir karşılığı da yoktur.
Sonuç olarak, Allah’ın insanlığın ortak yaşam biçimi olarak öngördüğü sosyal yapı “millet” oluşumudur. İnsanlık ve uygarlık tarihinin verileri, modern sosyolojinin bulguları, günümüz toplumlarının deneyimleri, en ideal sosyal yapının “millet” olma gerçekliği olduğunu göstermektedir. Bu durumda, siyasal İslamcılar, yapay bir ümmet varsayımı üzerinden hem insanlığın ortak deneyimine hem de inandıklarını iddia ettikleri Allah’ın buyruklarına açıkça karşı çıkmaktalar. Siyasal İslamcı ideolojiler ve topluluklar, inandıklarını iddia ettikleri İslâmî değerler ile kendilerinin fiili davranışları arasında çok ciddi zihinsel ve davranışsal çelişkiler yaşamaktadırlar.
Hiç kimse, “ümmetçilik” maskesi altında “Türk düşmanlığı” yapmaya ve kendi kimlik şizofrenisinin sanrılarıyla başka insanların milliyet duygularını aşağılama hakkına sahip değildir. Yine, hiç kimse kendi hayal kırıklığı ve ezikliğinin yol açtığı zihin çelişkilerinin hıncını, Türk kimliğinden, Türkçeden, Türk bayrağından, Atatürk’ten ve Cumhuriyet değerlerinden çıkarmaya kalkışmasın!…