Yükleniyor...
Türkiye 21’inci yüzyıla yönetim değişikliğiyle girdi. İlk zamanlarda sadece bir hükümet değişmesi olarak algılanan bu durumun aslında başkalaşma olduğu ortaya çıktı. Bu başkalaşmayı gerçekleştirmeye çalışanlar ise Türkiye’nin ve milletin aslına döndürüldüğünü söylemekteler. Hakikat öyle mi, gerçekten Türk Milleti aslına mı dönüyor? Yani şimdiki hâl yanlış, dolayısıyla evvelki mi doğruydu? Ya da yanlış ya da doğru olan nedir? Hakikat ne?
Bu soruların cevabı tarihtedir. Fakat dönüşümü yaşatanlar tarihten ders alacaklarına, intikam almayı tercih ediyorlar. Varmak istedikleri hedef ve siyasetin dili bunu göstermekte. Toplum gerilmiş, insanlar en ufak bir olayda hemen kavga edecek hale gelmiş durumda. Toplumsal değerler üzerindeki mutabakatın zayıfladığı, değerler ile çatışan bireylerin çoğaldığı, karşılığının ve etkisinin her geçen gün zayıfladığı hatta koptuğu bir dönem yaşanmakta. Özellikle de din ile ilişki, devamlı şekilde aşağı doğru inen bir çizgi takip etmektedir. Toplum aslında çok önemli olan, istikrar demek olan sosyal stabilitesini (dengesini/kararlılığını) kaybetmek üzere.
Cumhuriyetin ilk dönemi ile devamlı olarak çatışma çıkarılmaktadır. Bu tartışmalar artık sıradanlaşmış, günlük hayata girmiştir, hatta akşamları evde de devam etmektedir. Hani güreşten evvel peşrev yapılır, pehlivanlar hem kendini gösterir ve seyirci desteğini sağlar hem de ısınırlar ya, bu tartışmalar da nihai sonuç için peşrev olarak görünüyor.
Türk Milletinin adı, Türkçülüğün ırkçılık olduğu veya Andımızın okunması tartışmaları ya da rabiadaki millet – devlet – vatan ve bayrağın sahibinin belirsizliği, daha doğrusu milleti meydana getirdiği iddia edilen etnik unsurların eşitliği üzerine bir millet tanımı, hep bu peşrevin içinde görünüyor. Nihai hedef ne? Hedef Türk adını anayasadan çıkararak kimliksiz bir millet oluşturmak.
21’inci yüzyılda Türk Milletini meşgul eden her konu tam da bugünkü konuşulduğu haliyle, 19’uncu yüzyılın sonunda ve 20’nci yüzyılın başında tartışılmış. İsimler değişmekle birlikte konular ve gelişmeler aynı. Tarih tekerrür ediyor. Tekerrür ettirenler de bu ülkeyi yönetenler. Niçin tekerrür ettiriliyor diye sorulduğunda da karşımıza, o zaman yanlış yapılmıştı, şimdi düzeltiliyor mealinde cevaplar çıkıyor. “Bugün Türkiye 200 yıllık kadim bir tartışma konusu olan yönetim sistemi konusunda tarihi bir karar vermiştir. Bu karar sıradan bir olay değildir.” sözleri Cumhurbaşkanına aittir ve 16 Nisan 2017 günü referandum akşamı söylenmiştir.
İki yüz yıl dile pelesenk olmuş, tartışma Tanzimat Fermanı ile başlıyor. 19’uncu yüzyıla kısmen daha önceki yazılarımızda değinmiştik. Dolayısıyla fikir ayrılıklarının iyice belirginleştiği 20’nci yüzyıla bakacağız. Tartışılan bütün konular ilk yirmi yılda. Cumhuriyetin tek etnisite (!Türk) üzerine kurulduğu iddiaları ve “Ne mutlu Türk’üm diyene derseniz Kürt de ne mutlu Kürt’üm der” düşüncesi, kilitlerin anahtarları…
Milletin kimliğine dair tartışmalar yoğun bir şekilde devam etmektedir. Bu konuda en belirgin tartışmalardan biri hatta bugünlere kadar yansımaları olanı da Genç Türkler (Jön Türk) arasında olmuştur. 1885’te İttihadı Osmani olarak kurulan ve 1889’da Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) adını alacak olan Cemiyetin, 1902 yılında yapılan ilk kongresindeki derin fikir ayrılığı, yol ayrılığına dönüşür. Ayrılığa, merkezi yönetime sahip ve bütün bu reformları kimseden destek ve yardım almadan yapacak bir hareket mi, yoksa, adem-i merkeziyetçi (yerinden yönetim/merkezin yokluğu) ve istibdadı yıkmak için Ermenilerle birlikte hareket edip dışarıdan yardım alarak yapacak bir hareket mi? sorusu yol açar. Dönem bütün gayri Türk ve gayri Müslim unsurlarda ayrılıkçı hareketlerin başladığı yıllardır. Ahmet Rıza ve ekibi birinci yolu, Prens Sabahattin ve ekibi ikinciyi tercih etmektedir. Ayrılık yeni bir cemiyet kurulması ile netleşir, Ahmet Rıza ve arkadaşları Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyetini kurarlar.
Olaylar çok hızlı gelişmektedir. Çeşitli cemiyetler kurulur. Osmanlı Hürriyet Cemiyeti bunlardan biridir. Daha sonra Osmanlı Terakki ve İttihat cemiyeti ile beraber İttihat ve Terakki Cemiyetinde birleşirler. 23 Temmuz 1908’de II’nci Meşrutiyet ilan edilir. Ve artık yeni bir dönem başlar.
İttihat ve Terakki Partisi (İTP) ve Prens Sabahattin grubu Ahrar Partisi ile seçimlere girerler. İTP kazanır.
İTP, “Osmanlı İmparatorluğu halkı, cins ve mezhep ayrımı gözetilmeksizin Osmanlı Milleti adı altında bir bütün olacaktır. Öyle bir millet ki bunun çekirdeğini Türklük, çekirdek çevresini Müslümanlık, kabuğunu da Osmanlıcılık teşkil edecektir. (E. Z. Karal Osmanlı Tarihi, TTK, C IX, s. 66)” Anlaşılacağı üzere Türk Milleti egemenliğin sahibidir. Çünkü hanedan Türk’tür, Ordu Türklerden kurulmuştur ve dili Türkçedir.
Meşrutiyetin birinci yılı içinde olaylar çok hızlı gerçekleşmektedir. İlanın üçüncü ayında bir grup insan Padişahın kapısına dayanarak “Meyhaneler kapanmalı, resim çıkarmak men’olunmalı, İslâm kadınları sokaklara çıkmamalı. (II Meşrutiyetin İlanı ve 31 Mart Hadisesi, TTK s 19)” derler. 13 Nisan 1909’da tarihe 31 Mart Vak’ası olarak geçecek olay gerçekleşir. İstanbul Taşkışla’daki 4’üncü Avcı Taburu şeriat isterük diye ayaklanır. Ayaklanmanın birkaç ay öncesinde, Derviş Vahdeti başkanlığında İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti kurulmuştur. Cemiyetin programının birinci maddesi: “M 1: Cemiyetin reisi Hazreti Muhammet Mustafa’dır. (E. Z. Karal, a.g.e., s. 76)” Müslüman memleketlerinde Kur’an ve şeriat hükümlerinin devamının sağlanacağı, şeriata uygun kanunlar çıkarılacağı da programında yazılıdır.
Cemiyet üye kaydetmek için yayınladığı bildiride, “Cemiyetimize her mümin kalbi ile bağlıdır. Bağlılık biçimi de Peygamber’in sünnetini kendi âleminde yaşatmaya kesin olarak girişmesiyledir. İlk önce genel mürşit olan ulemayı, şeyhleri ve öğrencileri Şeriat adına birliğe çağırırız.” diyecektir.
Bu cemiyetin gazetesi olan Volkan’da da, “Askerler; millet sizden bu dakikada hizmet bekliyor, düşününüz, inanınız ve yapınız.” çağrısında bulunurlar. “Bu çağrıdan iki ay sonra da İTP’ye hadlerinin bildirilmesi istenir. (E. Z. Karal, a.g.e., s 71)”
Ayaklanma sert bir şekilde bastırılmış ve tahta Sultan Mehmet Reşad’ın geçmesi ile sonuçlanmıştır.
15 Temmuz da bir ayaklanmadır, bastırılmıştır ve devamında devlet yapı değişikliği yaşamaktadır.
Aynı yılın sonuna doğru Hürriyet ve İtilaf Partisi kurulur (23 Kasım 1909). Parti’nin kuruluşunda açıklanan ilkelerinden bazıları;
Unsurların Birliği, bugünkü isimsiz ve kimliği tanımsız tek millet yaklaşımı ile aynıdır. Rabia ile açıklanan ve mütemadiyen tekrar edilen “Kürt, Türk, Çerkez, Laz, …” tanımlamasının daha açık halidir. O tarih için buna Ermeni’yi de eklerseniz son madde daha da anlaşılır hale gelecektir. Her iki yaklaşımda da ortak yön, unsurların birliğinin hangi bağlarla sağlanacağının açık bir şekilde belirtilmemesidir. Osmanlılık tutmamış, hem Müslüman olmayan hem de Müslüman olup da Türk olmayan unsurlar en son Cihan Harbi sonrasında ayrılmışlardır. Türkiyelilik de Osmanlıcılığa benzer, devamı ayrılığa çıkacaktır. İkinci ilkede de özerklik vardır.
Hürriyet ve İtilaf Partisi kurucularının tarikatlı olması ve bunu partinin güçlenmesi için kullanması sonucunda, hocalar İstanbul’da kahvehaneleri dolaşarak partinin Müslümanlığı savunma ve Müslümanları birleştirme amacıyla kurulmuş olduğunu yaymaya başlarlar.
Artık hem din siyasete hem de aynı zamanda siyaset dine araç olarak kullanılmaktadır.
Bu ve daha yukarıdaki daha cümlelerin bugünkü; “insanımız yeniden Müslüman olacak. (…) Eksikli imanla, eksikli Müslüman iken tam, kâmil Müslüman haline gelecek. (Hayrettin Karaman’ın konuşması, Bkz. Ey İmam Hatiplilik Ruhu geldiysen üç defa vur yazımız- bu makalenin sonunda bağlantı verilmiştir)” ya da “Başkanlığımızın insan kaynağını yetiştiren başta Kur’an kurslarımız ve imam hatip liselerimiz olmak üzere ilahiyat fakültelerimizin yurt sathında artışı, 21. asrın hedonist idrakine, İslam’ın aydınlık istikametini derc edecek ahlak-ı hamide sahibi nitelikli nesillerin yetiştirilmesi… (Diyanet İ.B. Ali Erbaş’ın konuşması, bkz. agm)” ifadelerinden ne farkı var.
Siyasetin bu durumunun diğer katmanlara yansıması da tam anlamıyla aynıdır. Eski Başbakanlardan Suat Hayri Ürgüplü’nün babası Şeyhülislam Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi’nin Günlüklerinden bir hatıra:
“Şeyhülislam Nesip Efendi Hazretleri Mustafa Hayri Efendi’yi evinde ziyarete gelir.
Hoca Mehmet Efendiyi tanırım, yalan söylemez.” (Şeyhülislâm Ürgüplü Mustafa Hayri Efendinin Günlükleri, İş Bankası Yayınları, S 62)
Büyük Atatürk her düşüncedeki insanı bir araya getirerek önce İstiklâl Mücadelesini başarmış, sonra küllerinden yeniden doğan Anka Kuşu misali devletimizi kurmuştur. Bu devleti kuran kimlikle mücadele, Cihan Harbi öncesine dönmek anlamına gelir. Sonuçları tarihte yazılıdır. Sonunda Osmanlı Devletinin paylaşıldığı Cihan Harbinin bitişinin yüzüncü yılını kutlayanların bunu iyi düşünmesi gerekir.
Balkan Savaşında insanların İstanbul’a, 2015’deki şehir merkezlerindeki çok yoğun terörle mücadele edilirken batıya göçleri devlete doğru gidiştir. Bu insanların hepsi de Türk’tür ve devletin kendilerinin olduğunun şuurundadır. İnsanların bu duygularıyla ve sosyolojik yapı ile oynamamak gerekir.
Büyük düşünür Ali Bey Hüseyinzade, “Ancak kendini tanıyan kavim ve millet saadet yolcusu olur ve kurtulur. Yani her kavim ve millet kendi milliyetine, lisanına, dinine, tarihine adet ve ahlakına, velhasıl kendisinin bütün geçmiş ve şimdiki haline, hatta gelecek duruma sahip çıkarak bilim öğrenmelidir.” demektedir. Tarih de bir bilimdir. Özellikle siyaset insanlarının çok iyi bilmesi gerekir.