Yükleniyor...
06.03.2011
Bu soruya Prof. Dr. Hayrettin Karaman, “Müslüman Entelektüel Olur Mu?” (Yeni Şafak Gazetesi, 03.02.2011) başlıklı yazısında “Ya taklit veya tahkik yoluyla iman ettikten sonra müminin tefekkürünü imanı sınırlar, imanın ışığında düşünür, beşer üstü, ilahi bilgi kaynaklarına itibar eder, aklın yetkisini aşan alanlarda doğrudan vahye dayanır, aklın alanında ise vahiy ve aklın verilerini uzlaştırır, vahyi dışlayamaz” hükmünü vermektedir.
Bu hükme ulaşırken “Müslüman ya âlimdir (muhakkik ve müçtehit) ya mukallittir. Ehl-i sünnetin genel kabulü ‘aciz olanların bir bileni taklit etmesinin’ caiz olduğu’ nu da belirtmektedir.
Entelektüele, yazar tarafından “aklıyla hür düşünen ve düşüncesini hiçbir otoritenin sınırlayamadığı kişi manası verilerek” soruya cevap aranmaktadır.
* * *
İnsanın yeri, Yaradan tarafından kâinatın merkezi ile aşağının aşağısı arasında belirlenmiş ve O’na (insana) irade bağışlanmıştır.
İrade yüksek bir zihin fonksiyonudur ve içinde fikir, fiil, zekâ kontrolü gibi unsurlar vardır ve aklidir [1]. Yaradan’ın da iradesi vardır, sonsuzdur ve gücü sınırsızdır (külli). İnsana bahşedilen ise sınırlıdır (cüzi).
Elbette sonsuzun içinde ve sınırlı olan bir parçanın bütünle çatışması ya da yarışması mümkün değildir. Otorite karşılaşması olamaz. Dolayısıyla cüzi iradenin külli iradeye nispetle hürriyetin varlığından ve bu hürriyetin sınırından bahsetmeye zaten gerek yoktur.
Bütün fikir yürütmeler cüzi iradenin kendi sınırları içindedir ancak bu hususa geçmeden yazarın birkaç soruya cevap vermesi gerekmektedir.
Müslüman hangi alanlarda hür düşünemez ya da kısıtlıdır? Mesela, Müslüman bir fizikçi soru sormayacak mıdır? Veya ilim denilince akla dini ilimler mi gelecektir? Ya da bahse konu yazı sadece sosyal bilimleri mi işaret etmektedir, felsefeci nasıl düşünecektir?
Vahyin daha derinlemesine anlaşılabilmesi, insanlığın gelişmesi ve gelişmelerin önünün açılabilmesi için soru sorulması ve bunlara cevap aranması gerekmektedir.
Aslında esas cevap aranması gereken, bu sorular sorulursa ne olacağıdır.
Kul’un; günah ve sevap, haram ve helal, iyi ve kötü, doğru ve yanlış arasında tercihleri söz konusudur. Dolayısıyla Sınırlı İrade’nin davranışında herhangi bir kısıtlama yoktur. İslam’da günah işlemek de yasak değildir. Ancak her irade tercihlerinin karşılığını görecek, olumlu ya da olumsuz olarak bir karşılık bulacaktır.
Kıyamet Günü, Din Günü, Hesap Günü gibi bir takım isimlerle anılan gün kurulacak olan Mahkeme-i Kübra’da kullar hesaba çekilecek ve amel defterleri açılacaktır.
Pekâlâ, ezelin, ebedin ve arasındaki her şeyin sahibi olan Cenab-ı Hak; her şeyi bilen, niçini, nasılı, ne zaman olacağı ve olanı bilen iken, neden hemen cezasını ya da ödülünü vermeyip de muhakeme edecektir? Savunmasını yapacak olan kul, savunmasını verirken kısıtlı mıdır? Kısıtlı ise eğer, -hâşâ- “Rahmetim gazabımı geçmiştir” Buyruğundaki sığınma kapısı kapanmış olmayacak mıdır?
* * *
Müslüman ya âlimdir ya mukallit cümlesindeki taklit edilen yoldan geçen bir kişi olmayacağına göre âlim olması kaçınılmazdır.
Bir kişi âlim oluncaya kadar bir hayli gayret sarf eder. Çalışır, araştırır, sorar ve cevap verir. Peki, bir âlim ilminin sonuna gelse (mümkün değil ama) masun ya da hatadan münezzeh midir? Bu sorunu cevabı elbette ki “hayır”dır. Bu durumda başka sorular devreye girecektir; hatada veya yanlışta sorumluluk kime ait olacaktır, taklit edenin sorumluluğu hiç yok mudur?
Bir kişi âlim olana kadar soracağı soruları nasıl ve hangi sınırlar içinde soracaktır? Âlim olma yoluna girene kadar sınırlı olan tefekkürünün sınırlarını nasıl aşacaktır? Bu bir paradoks değil midir? Önce mukallit olan sonra âlimliğe geçiyorsa bir kast sistemi söz konusu olmayacak mıdır? Ve en önemlisi, kendisi de başta mukallit olan sonradan âlim bir kul değil midir, bir kul niçin taklit edilir
Vahiy Müslüman’a sorumluluk yüklemekte ve/veya öğütlemektedir. Yukarıdaki soruların cevapları bu öğüt ya da emirlerdedir.
* * *
“Tefekkürün sınırlandırılması” düşüncesinin bariz örneğini Diyanet Vakfı Yayınları tarafından içinde bu yazıya konu olan makalenin sahibi olan Hoca’nın da bulunduğu heyet tarafından hazırlanan Kur’an-ı Kerim Meali’nde Bakara Suresi 164. Ayet’in mealinde görüyoruz. Ayet, “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ve gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah’ın varlığına ve birliğine) birçok deliller vardır” şeklindedir.
Parantez içindeki ifadeler meali yapanlar tarafından daha iyi anlaşılması için konulmuş ifadelerdir. Bu Ayet okunurken parantez içi insanın zihnini yönlendirmekte ve okuyan sadece Allah’ın varlığı ve birliğine odaklanmakta ama parantez içi olmadan okunduğunda bir anlam genişlemesi ortaya çıkmaktadır.
Parantezsiz okunduğunda, Ayet’te; matematik, fizik, astronomi, tabiat bilimleri, zooloji, denizler, iklim hareketleri vb akla ne gelirse işaret edilmekte ve düşünenler için delil olarak gösterilmektedir.
Parantez içleri ile düşüncesi yönlendirilen ve tefekkür etmesi de imanını tehdit eder diye hüküm verilerek korkutulan Müslüman…
Ben, bir Müslüman olarak biraz “tahkik” ve “tefekkür” edince benim yerime “sen düşünme ben senin yerine düşünürüm” diyen bir başkasının düşünmesine, doğrunun; o’nun söyledikleriyle kabulü ya da reddine ve Din’imi yaşarken bu kadar kolaycılığa itirazı imanım gereği olarak gördüm. Bu nedenle “itiraz ediyorum…”
Dipnot:
[1] Prof. Dr. Necati ÖNER, İnsan Hürriyeti, Ankara, 1987, s. 13-14.