Yükleniyor...
Az önce genel ağdan Beethoven’in Dokuzuncu Senfoni’sini dinledim. Bu nasıl bir mucize ya rabbi! Eğer insan, tabiatın en büyük mucizesi ise, insanın da en büyük mucizelerinden biri bu beste. Tanrı’nın ifadesiyle insan, “ahsen-i takvim” üzere yaratılmış. Fakat evrim durmuyor. Yine Kur’an’da ne deniyor? “Kün fe-yekûn.” Tanrı ol dedi ve oluyor. Oldu değil oluyor. Yani oluşum, yani evrim devam ediyor. Evrim iç içe, bir mucizenin üstüne bir mucize ekleyerek sürüp gidiyor. Kendisi mucize olan insan, mucizeler yaratıyor. Babil kuleleriyle, piramitleriyle, Venüs heykelleriyle, İlyada ile, Şekspir’le, Goethe ile, Dostoyevski ile, Beethoven ile, Mozart ile mucizeler yaratıyor. Walt Disney’le, Spilberg ile mucizeler yaratıyor. Sinan’la, Itrî ile, Yahya Kemal’le, Sinekli Bakkal ile mucizeler yaratıyor. Fakat hayır, bu yazı asla bu mucizeleri ifade edemiyor. Âciz kalıyorum. Mucize de bu zaten. Îcaz “âciz bırakma”, mûciz “âciz bırakan” demek. Evet, bu mucizeler beni âciz bırakıyor. Kalemimi kırmak ve bu kırık dökük satırları çöp sepetine atmak istiyorum. İçimde duyuyorum; kalbimin ve beynimin derinliklerinde mucizenin varlığını hissediyorum ve fakat sadece hissediyorum. Hayır, bunları yazmamalıyım; evrenin mucizeleri karşısında dilsiz kalmalıyım. Boğaz’a bakıp susmalıyım. Akdeniz’in mavi sularında, Erciyes’in karlı yamaçlarında yok olmalıyım. Belki sadece bir his, bir tahassüs olmalıyım. Musa heykeline bakmalı ve donmalıyım. Manas’ı dinlerken sonsuzlukta bulmalıyım kendimi. Dede Korkut’la tarihe ve destana karışmalıyım. Şamanın davuluyla göklere yükselmeliyim ve Itrî’nin tekbiri ile arşa çıkmalıyım. Samanyolu’nun sınırları kâfi değil. Genişleyen evrene karılmalı ve genişlemeliyim. Belki de mikro âleme karılıp nano parçacıklarına tutunmalıyım. Belki de Cern’de çarpıştırılan hadron olmalıyım. İnsanoğlunun mucizeleri biter mi Tanrı’m? Paris, Salzburg, Prag birer mucize değil mi? Niyagara, İguassu şelaleleri mucize değil mi? Ya Bin Buda mağaralarındaki heykeller? Bin bir böcek ve bin bir çiçek… Bunlar ne ya rabbi? Aslında bir mucizeler diyarında yaşıyoruz, ama bunun farkında değiliz. “Ete kemiğe büründüm / Yunus diye göründüm” nedir peki? Ya “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen”? Sadece şu birkaç kelime mucize değil mi? Benim çırpınıp duran şu âciz kelimelerime bakın! Dökülen satırlarıma göz atın! Bir de şu mısraya: “Mende sığar iki cihan, men bu cihana sığmazam.” Bu insanlar yaşadı, mucizelerini yarattı; bedenleri toprak oldu; fakat mucizeleri ile yaşamaya devam ediyorlar. Beynimin kıvrımlarında nöron denen mucize varlıklar olduğunu biliyorum. İşte bu biliş, nöronların yarattığı bu biliş. O da başlı başına bir mucize. Genler, gen zincirleri ve hücreler… Aman Allah’ım, bu nasıl bir iç içe geçiş böyle, bu nasıl bir mimari ve bu mimariden Ava Gardner, Kim Novak, Tony Curtis, Cüneyt Arkın gibi heykelvari güzellikler oluşuyor. Şu güzel insanların yüzleri, bedenleri nasıl bir tenasübün neticesi? Şu deniz maviliğindeki, şu çağla yeşilliğindeki, şu koyu bal sarılığındaki gözler neyin eseri? Şu bahçemdeki gül, şu köknar hangi gen zincirinin yarattığı bir harika? Ya bu sesler? Priştine parkındaki kuşların cıvıldaşmaları? Döşeklerini Ohri gölüne seren şu nilüferler? Ve dâhi sanatkârlar… İşte bu harikaları şiire döken, nesirle yoğuran şairler ve edipler… Mermeri yontarak, çizgiyi ve boyayı tuvale ekleyerek altın oranın ahengini yakalayan heykeltıraş ve ressamlar… Taşı taş üstüne koyup hendesi mucizeler yaratan mimarlar… Ses perdelerinde gezinen bestekâr ve icrakârlar… Senaryolarını ses, görüntü ve müzikle birleştiren yönetmenler… Ve bunların her biri ayrı ayrı birer mucize iken bu milyarlarca mucizeyi müthiş bir orkestrasyon hâlinde kendinde birleştiren evren… Ve böyle bir harikalar mucizesi karşısında insan, benim gibi bir insan sadece ve sadece ve sadece lal kalır!
1 Yorum