OSMANLIYI ANLAMAK…

Osmanlıyı anlamak, meğer  ne kadar da zormuş!.. Sözümüz yabancılara değil, kendimizedir. Aradan bir asır geçmiş hala, okumuşu-yazmışı, yöneteni-yönetileni, alimi-cahili, Osmanlı gerçeğini bir türlü kavrayamadı gitti. Överken de, yererken de ölçü tanımazlık had safhada. Tabii hakkıyla anlayan ve yazanlara sözümüz olamaz. Biz de onlardan öğreniyoruz. Bu anlamayanlara maalesef Başbakan da dahil olmuş. En yeni örneğini partisinin […]


Paylaşın:

Osmanlıyı anlamak, meğer  ne kadar da zormuş!.. Sözümüz yabancılara değil, kendimizedir. Aradan bir asır geçmiş hala, okumuşu-yazmışı, yöneteni-yönetileni, alimi-cahili, Osmanlı gerçeğini bir türlü kavrayamadı gitti. Överken de, yererken de ölçü tanımazlık had safhada. Tabii hakkıyla anlayan ve yazanlara sözümüz olamaz. Biz de onlardan öğreniyoruz.

Bu anlamayanlara maalesef Başbakan da dahil olmuş. En yeni örneğini partisinin Sakarya kongresinde verdi.  Ne diyordu, hatırlayalım:

“Osmanlı döneminde, hariciye yazışmaları Fransızca yapılırdı. Resmi Gazete Türkçenin yanında Rumca da, Ermenice de, Arapça da basılırdı. Balkanlar’da, Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da Türkçe bilmeyen, ama kendi halkının dilini konuşan memurlar bulunurdu. İstanbul’da, Anadolu’da Türkçe konuşulur, ama onun dışında hiçbir yerde, hiç kimsenin diline karışılmazdı. Osmanlı Devleti, 600 yıl boyunca, bu hoşgörüyle, bu toleransla milletine verdiği bu haklarla ayakta kaldı.”

Bu iddiaları, 23Haziran günü bu köşede cevaplamıştık. Ama hala ikna olmayanlar varmış. O halde sözü ehline, rahmetli Yılmaz Öztuna’ya bırakalım.

Üstat diyor ki:

Nazariyatta her Müslüman, eşit hukuku haiz ‘tebea-i şahane’yi teşkil ederdi.  Demek istiyorum ki, Türklerin, diğer Müslüman unsurlara göre daha imtiyazlı durumları yoktu. Fakat bu sadece nazariyatta idi. Aslında Türk olmanın çeşitli imtiyazları bulunuyordu, en mühimmi dildir. Türkçe bilmeyen Müslüman’ın devlette küçük de olsa görev alması mümkün değildi. Yemen’de de, Macaristan’da da, Habeşistan’da da, Cezayir’de de tek resmi dil Türkçe idi.  Devlet bu hususta o kadar mutaassıptı ki, Meşrutiyet’ten sonra Arap eyaletlerde ortaokullarda tedrisatın Arabca olması, bazı durumlarda Arabca’nın resmi dil olarak kabul edilmesi talebini, Mahmut Şevket, sonra Tal’at Paşalar, müzakereye koymadan reddetmişlerdir.  Bu şuurun azametini anlamak için, bunu reddeden ilk sadrazam Mahmut Şevket Paşa için Türkçe’nin, üçüncü ana dili olduğunu hatırlamak icab eder: Bu Türk generalinin ana dili Çeçence’dir. Sonra Kuzey Kafkasya’dan Bağdat’a gelmiş, burada Arabca öğrenmiş, ancak okula başladıktan sonra Türkçe öğrenmiştir.

Hanedanın çok saf bir Türk menşeden, Oğuzların Kayı boyunun Karakeçili aşiretinden gelmesi ve bununla –bir asalet unsuru olarak- iftihar etmesi, bu iftiharın herkes tarafından bilinmesi, her şeyin padişaha bağlı bulunduğu bir sistemde, Türklüğü çok muhafaza etmiştir. Padişahların –bir kaçı hariç- çok iyi Arabca ve Farsça okuyup yazabildikleri halde bu dilleri konuşmamaları, yalnız Türkçe konuşmaları, bir defa onlara muhatap olabilmek için, Türkçe bilmeyi şart kılıyordu. Padişaha muhatab olamayan bir adamın, imparatorlukta istikbali yoktu.

Türklüğün muhafazası kolay değildi.  Bugünkü Türkiye’de kolay olmamaktadır. Türk nüfusunun -mesela XVI ve XVII. asırlarda- umumi nüfusun hiçbir zaman imparatorluğun dörtte bir nüfusunu geçtiğini sanmam, belki beşte bir nisbetinde idi.    Böyle bir teşekkülde Türk’ü muhafaza edebilmek ‘Türk mucizesi” denilen tarihi vakalardan biridir. Ve bunun baş sebebi de dildir, Türkçedir.

Dil, pek çok unsuru ihtiva eden, ana unsur durumundadır ve her zaman öyle olacaktır.

İmparatorluk Türkiye’sinde, Türklüğün yazılı (mektub) olmayan, fakat geleneğe (urf/örf) dayanan imtiyazlı durumları çoktur. Devletin bütün eğitim, kültür, adalet ve din mekanizmasını mutlak olarak elinde tutan ilmiye sınıfında Türk olmayan Müslüman kavimlerin nispeti, hiçbir devirde onda biri bulamamıştır. Zira bu sınıfa girme işi o kadar karmaşık Türk kültürü yüküne ve babadan oğula, üstaddan şakirde işleyen bir mekanizmaya bırakılmıştır ki, bu mekanizma, mutlak şekilde olmasa bile, gayri Türk’ü tasfiye edivermiştir.

Binaenaleyh bazan ileri sürüldüğü gibi, İmparatorluk Türkiye’si, Türklüğün kaynadığı bir kazan değil, Türklüğün kaynattığı bir kazandır. Böyle bir kazan, Atlantik’le Hazar arasında kaynatılabilmiş ve bugünkü varlığımızı sağlamıştır*.”

Evet, bu ilmi tespitlere; çağın devlet sistemini (bir millet, bir devlet, eşit birey) kuran 1876 Kanunu Esasi’nin ilkelerini ilave edip, düşünelim…

Şüphesiz ki buradan Cumhuriyet Dönemi milli/ulusal devleti çıkar. Ama “bölücü – yeni” anayasaya delil çıkmaz.

——————– 

*Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, C.10, s.203,204. Ötüken Yayınevi 1978, İst.

 

Yazar

Sadi Somuncuoğlu

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar