Yükleniyor...
Bu söz girişilecek bir işin ve şartların zorluğunu kabul ederken yine de başarmak için sonunda ölüm bile olsa, elimden ne geliyorsa yapacağım, anlayışına sahip insanların kullandığı bir deyimdir. Bu sözden sonra da işe koyulunur. Bedeli ne ise ödenir ve bu amaç uğrunda sonuna kadar mücadele edilir.
İşte filmimiz tam da bu sözün beyaz perdeye yansıtılmış hâlidir. Bir annenin çocuğunu ararken giriştiği mücadelenin zorluğunu anlatır.
Sinema tarihinin dâhi yönetmenlerinden olan Clint Eastwood’un yönettiği Sahtekâr ABD’de New-york polis teşkilatının yozlaşmasını konu edinirken inanılmaz bir oyunculuk ile her hareketinde ruhumuzun derinliklerine işleyen Angelina Jolie’nin(Christine Collins) kaybolan oğlunu bulma mücadelesini anlatıyor.
Christine Collins, sorumluluk almaktan korkan eşi tarafından çocuğu doğar doğmaz terk edilen bir annedir. Hayatını çocuğuna adayan Christine, hem çalışır hem de çocuğuna bakar. 1928 ABD’sinde geçen filmde yaşam şartları Christine için yeterince adil değildir ve iş gereği sürekli çocuğunu evde yalnız bırakıp gitmek durumundadır. İzin gününde çocuğu ile ilgilenme ve beraber zaman geçirme fırsatı buldukları bir cumartesi gününde, sinemaya gitme planı yaparlar. Ancak onu bekleyen sarsıcı yolculuk başka bir plan hazırlamıştır. Patronu tarafından işten çağrılır ve gitmek zorunda kalır.
İşleri uzadığı için evine geç dönen Christine evde çocuğunu bulamaz. Çocuğu Walter Collins evden kaçmıştır. Yüreğinde evladına duyduğu telaş ile bütün mahalleyi bir çırpıda arar ancak bulamaz. Peşi sıra polise kayıp ilanında bulunur ve 24 saat geçmeden kayıp ilanı alamayacakları, yozlaşmış polisler tarafından Christine’e bildirilir. Burada önemli olan yozlaşmakta olan teşkilatın prosedürleri değil kayıp olan bir çocuğa karşı duyulan kayıtsızlık ve oğlunu arayan bir anneye karşı takınılan lakayt tutumdur.
Tam da bu arada adını duyduğumuzda izlemekten zevk alacağımız filmleri ile kahramanımız John Malkovich(Reverend) mahallenin adaletin peşinde koşan papazı olarak devreye girer.
Her akşam katıldığı radyo programında polis departmanının içine düştüğü rüşvet, yolsuzluk, cinayet suçlarından bahseder ve bir kamuoyu oluşturmak ister. İnsanların ihtiyaç duyduğunda polis gücünü arkasında hissetmesi gerekirken belediye ve polisin içine düştüğü içler acısı durumdan yakınır.
Kamuoyunda oluşan bu kötü izlenimi silmek için Christine Collins davasına eğilen polisler, Christine’in oğlu Walter Collins’i bulduklarını iddia ederler ve Walter’e benzeyen bir çocuğu basın mensuplarının gözü önünde annesi ile kavuşturarak gösteriş yaparlar. Ancak hesap etmedikleri şey Christine Collins’in kendi çocuğu diye getirilen bu çocuğu bir anlık gaflet ve şaşkınlık ile kabul etmesinden sonra kendi oğlu olmadığını anlaması ve polise tekrar başvurmasıdır.
Devlet ve kurumları bütün imkanları ile vatandaşının hizmetinde olması gerekirken şahsi çıkarlar peşinde koştukça yozlaşma bütün kenti sarar. Hele de işin içinde organize bir yozlaşma varsa adaleti aramak her şeyden çok daha zor olur. Halkın seçtiği belediye başkanından, polis teşkilatına ve sağlık kurumlarına kadar içine batmış durumda olan şehir, durumu daha da içler acısı hâle getirmektedir. İnsanın ruhunda haksızlığa, zulme ve adaletsizliğe karşı duyduğu ne kadar isyanı varsa ayağa kaldıran bu film tam da buradan sonra liyakat sahibi devlet görevlilerinin ve denetimin ne kadar önemli olduğunu bizlere göstermektedir. Devlet, medeniyet demektir. Medeniyetin geldiği son nokta olan bir organizmada hastalıklı hücrelerin varlığı ise hızlı bir şekilde yok edilmelidir. Yoksa olayların sonuçları felaket ve toplumu yasa boğan büyük trajediler ile sonuçlanabilir.
Üzerlerindeki baskının da etkisi ile yaptıkları hatayı kabul etmek istemeyen teşkilat, Christine Collins’i kendi çocuğunu tanımayan bir anne olarak yaftalayarak akıl hastanesine kapattırır. Üstelik bunu da hiçbir mahkeme kararına ihtiyaç duymadan yapar. Çünkü polis komiseri, söylediği şeyin kanun olduğunu iddia eder ve buna karşı çıkacak kimse yoktur.
Yaşadığı bütün zorluklara ve uğradığı zulme rağmen hayatı pahasına çocuğunu aramaya devam eden Christine’in yanında bir halk desteği oluşur ve bu dava halka mâl olur. Bundan sonra ise yozlaşan ne kadar kurum var ise kendi yakalarını kurtarmak için birbirlerini satmaya başlarlar.
Halkın bütün gücü ile desteğini Christine Collins’e vermesi aslında burada bize çok önemli mesajlar veriyor. Gerçeğin peşinde koşan bir papaz, gerçekleri yazmaktan korkmayan basın, adaletin tecelli etmesi için uğraşan bir avukat ve bütün yozlaşmaya rağmen vicdanının sesini dinleyen bir polis memuru… Bu sayılanlar aslında halkı yönlendiren, kanaat oluşturan aydın tiplemeleridir. Bir elin parmağını geçmez ancak bir mekanizmanın parçası olarak çalıştıklarında önlerinde hiçbir kuvvetin duramayacağını göstermesi açısından oldukça önemlidir.
Polis kendi yakasını kurtarmanın peşinde koşarken Walter hâlâ kayıptır ve bir cani tarafından kaçırılmıştır. Ve Walter gibi 20 çocuk da aynı kaderi paylaşmaktadır. Acılı bir anne, korku içinde çocuklar ve diğer yanda onları önemsemeyip kendi çıkarları peşinde koşan bir teşkilat…
Clint Eastwood, filmde farklı farklı konulara eğilerek her şeyi tadında bırakmış ve bir o kadar da duygulara hitap ederek işlemiş. Aynı zamanda filmde, yapılan haksızlıklara bizi öylesine isyan ettiriyor ki adaletin tecelli ettiği sahnelerde seyircinin yüreğine su serpiyor. Bu da filmlerin insan hayatındaki, duygu dünyasındaki ve fikrî alt yapısındaki yerini göstermesi açısından başarılı bir örnek teşkil ediyor.
Christine Collins, bu mücadeleyi sürdürürken aynı zamanda kadınların toplum içerisinde ne yazık ki sıkıştırılmış, baskılanmış hallerine de ışık tutuyor. Hayatta bir başına kalan hırsı, inadı ve mücadelesinden başka hiçbir şeyi olmayan bir kadının neleri değiştirebileceği konusunda bir örnek teşkil ediyor. Sanatçıların oyunculuğu her ne kadar güçlü olsa da bu filmin gerçek yaşanmış bir olay olması bu anlamda bize ilham veriyor.
Yaşanılan yolsuzluklar, işlenen cinayetler, toplumsal hareketler, adaletin yerle bir edilmeye çalışılması, çocuk cinayetleri ve bu toplum içinden çıkan bir cani… Bütün bunlar aslında toplumun altına dinamit yerleştirmek gibidir ve bu konular öyle güzel işlenmiş ki filmde eğer birisinin varlığı bile eksik olursa toplumun yaşayacağı sorunlar gün yüzüne çıkarılmış.
Oyuncu seçimi, çekimlerin 1928 yılına ait bütün mimarisi, araçların görünümü de filme verilen önemi bir o kadar göstermiştir.
1928
Yukarıda ara başlık olarak verdiğim ve filmde konu konu işlemeye çalıştığım sözler Destanların Efendisi, büyük şair Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’na ait. Adaletin tesisinin ne kadar önemli olduğunu ortaya koyması açısından da oldukça kıymetli. Filmde anlatılanlar her ne kadar yaşanmış bitmiş olaylar olsa da bu bir süreç ve toplum da dinamik bir yapıda. Yeterince önem verilmediği sürece ne yazık ki benzer hastalıklara yine yakalanılıyor. Bu yüzden benzer durumların ülkemizde yaşanması da bizleri ziyadesi ile üzmektedir.
Bu açıdan 6 ay sonra ilk defa mahkeme karşısına çıkarılacak Müyesser Yıldız’ın manevi destekçileri olduğumu bildirmek isterim.
(Bu satırlar yazıldığında henüz mahkeme gerçekleşmemişti. Almış olduğumuz tahliye haberi bizleri mutlu etti.)
Adelet, mülkün(devletin) temelidir. Halel getirilmemesi dileklerimle.