Sultan Ahmet Mitinginde bir öğretmen: Şükûfe Nihâl

Şair Abdülbâki Fevzi’nin “Geldikte Şükufe sahnı-ı meclis / Pür zemzeme gülistane döndü.” diyerek anlattığı Şükûfe Nihâl, bulunduğu topluluğu cıvıltılarla dolu bir gül bahçesine döndürmeyi beceren ender insanlardanmış.


Paylaşın:

“Öğretmenim canım benim,  canım benim, seni ben pek çok severim…” diye başlayan cıvıl cıvıl bir şarkının muhteşem yankısı hâlâ kulaklarımda.  Otuz beş yıllık öğretmenliğimi dört yıl önce sessiz sedasız geride bırakarak sınıflara, kürsülere, tahtalara ve de zil seslerine veda ettim.  Aslında öğretmenlik mekânlarla ve zamanlarla sınırlandırılamayan ömürlük bir şeydir. Yaşadığın sürece seninle vardır ve seninle yürür bu hayatta. Ne senden bir adım önde ne bir adım arkada… Ve en güzeli de öğretmenlik yarın için programlanmış bir meslektir. Dünden yarına, yarınlara doğru uzanan tek meslek.

Şimdi, mevsim sonbahar ya, dallardan düşen yapraklar gibi takvim yaprakları da zamanın boşluğuna bir bir sararıp düşmekte ya…  Bir bakmışsınız birkaç gün sonra hem Kasım gelir hem de Kasım’ın 24’ü.  Başlar yine kulaklarınız çınlamaya “Öğretmenim canım benim,  canım benim, seni ben pek çok severim…” sonrası mâlûmunuzdur. Tatlı bir hüzün sarar ufkunuzu. Ne diyelim, işte böyle bir şeydir öğretmenlik…

Neyse, gelin isterseniz şimdi,  bir öğretmenin bir öğretmene yıllar önce, yine bir Kasım ayında İstanbul’dan Ankara’ya gönderdiği bir mektuptan bazı bölümler okuyalım:

15 Kasım 1949

“Bir tane vefalı, iyi kardeşim, Nusretciğim.“ diye başlamış mektup.  Sonra birtakım arzular ve sıkıntılar bir biri ardına sıralamış, sonra da “Neyse, bu bayağı şeyleri geçelim“ diyerek şöyle devam etmiş:

“Senin ve benim hâlimiz nasıl olacak bilmem. Bu Maarif, çok utanmaz bir şey! Bizi bulmuş da bunuyor. Bir aklıma eserse her şeyi göze alıp içyüzlerini ortaya atacağım. Ama biraz daha sabredeyim, diyorum.  Sanki birkaç tane bizim gibi elemanları varmış gibi ellerinde, bize karşı müstağni davranıyorlar. Bütün bunlarla ben, zaten kâfi derecede mektepten soğudum. Daha üç-beş ay evveline kadar hep on altı yaşındaki heyecanımla sınıfa giriyordum… Ben talebeye, talebe bana müştaktı. Hâlâ da arkamdan ağlıyorlar…

Oraya gelebilsem de bir dertleşsek… Ama artık hiçbir şey yapamayacak hâldeyim, öyle yorgunum, öyle bezginim ki!.. Başım sert kayalara çarpa çarpa artık sağlam yeri kalmadı. Hiçbir ciddî şeyle uğraşmak istemiyorum. Ancak gelişi güzel hayâl mahsulü bir şeyler yazmak ara sıra zevk oluyor, o kadar… Bizim o kadar genç, heyecanlı iradeli zamanlarımızın kıymetini takdir etmeyen; bizi boş yere harcayan bu memlekette artık bir şey yapmak istemiyorum. Bütün mânâsıyla boş yere harcandık farkında olmadılar. Ortada şarlatanlar kendini gösterdi. Biz sinip kaldık, bizi görmelerini bekledik… Nisan’ın beşine kadar raporluyum, ondan sonra da iyi olabileceğimi sanmıyorum.(…) Bu hâlde gidip çalışamam da. Halet-i ruhiye son derece bozuk. Sınıf, vazife dediler mi aklım başımdan çıkıyor. Şu tekaüt kanunu bir çıksa, hemen çekileceğim. Görüyorsun ya artık ne şiir ne bir şey.

Ankara’ya çok gelmek istiyorum. Lâkin evvelâ havalar çok soğuk. Daha sonra da maddî mesele… Şubat’ın sonunda galiba benim basın kartımı vereceklermiş. İlk fırsatta bilhassa seni görmek için Ankara’ya geleceğim.

 … Çocukların gözlerinden öperiz.

Şükûfe Nihâl “

Şükûfe Nihâl

Bu mektubun kenarında ayrı ayrı günlerde yazılmış iki not varmış:  Birinciyi geçelim, ikinci not şöyle: “Mektubu acele yazdım, şimdi günlerdir evde bekliyor. Zarfım yoktu. Bakalım ne zaman göndereceğim?”[1]

Halide Nusret Zorlutuna

Evet, görüyor musunuz maarif, bildiğimiz maarif, yıllar önce de öğretmenini memnun edememiş. Bugün olduğu gibi öğretmen, dün de dertliymiş. Ve hasretle beklenen emeklilik yine bugünkü gibi zormuş… İşin parasını pulunu bir tarafa bırakalım da mektupta belirtilen “harcanmak” fiilinin üzerinde duralım diyeceğim ama evvelâ mektubun kahramanlarını kısaca bir tanıyalım:

Mektubu alan Halide Nusret Zorlutuna, gönderen Şükûfe Nihâl… Her ikisi de şair, yazar ve eğitimci. Her ikisi de bu memlekete hizmet etmekten zevk alan iki vatansever. Tanıştıkları mekân İstanbul Kız Lisesinin öğretmenler odası.

Halide Nusret’in memleketin işgal edildiği yıllarda yazdığı “Git Bahar” isimli şiirini belki birçoğumuz hatırlar, hatta “Git bahar, git bahar… Uzaklarda gül;” diye mırıldanarak o kara günlerin Türkiye’sini kapkara bir tablo gibi gözlerimizin önünde canlandırırız. Fakat 30 Mayıs 1919’da işgali protesto etmek için yapılan ikinci Sultanahmet mitinginde konuşmacılardan birinin Şükûfe Nihâl olduğunu ne yazık ki bilenimiz pek azdır.

O günlerde 23 yaşında genç bir Türk kızı olan Şükûfe Nihâl, bir yandan kız kardeşi Muhsine ile birlikte Teşkilat-ı Mahsusa’da[2] gizli evrakları saklama görevi alır, bir yandan da kürsüye çıkıp Türk’ün istiklâl mücadelesini haykırır:

”Aziz vatan, beşiğimiz sendin, mezarımız yine sen olacaksın! İşte ben sabit, en ilahi bir iştiyakla öndeyim; o meş’um günü görürsem hodkâm ve sefil ellerden, son ve müthiş intikamı alacağım. O zaman şâd ve sakin bir ruhla, serin yeşil kalbinde müebbeden uzanarak eczalarım yine sana karışırken beni artık sefil beşerin hiçbir kuvveti senden ayıramayacak.” [3]

Evet, sefil beşerin hiçbir kuvveti onu vatanından ayıramadı, ama ne var ki kendi vatanında kadri kıymeti bir türlü bilinemedi. Gerçekten de Şükûfe Nihal’in hayat hikâyesine kısaca bir göz attığımızda, onun sanki bir ömrü fırtınalı ve çok dalgalı bir denizde geçirdiğini fark ederiz. Sürekli inişler ve çıkışlar… Tıpkı Nâbî’nin mısralarında dediği gibi:

Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz

Biz neşâtın da gamın da rûzigârın görmüşüz.”

1896’da İstanbul’da, oldukça varlıklı bir ailede dünyaya gelir. Babası asker Miralay Ahmet Bey, annesi ev hanımı Nazire Hanım’dır. Büyüdüğü ortamda askerî bir hava hâkimdir. II. Meşrutiyeti, Mütarekeyi ve Milli Mücadeleyi yaşayıp Cumhuriyete kavuşanlardandır. Babasının görevi sebebiyle memleketin çeşitli bölgelerinde Şam’da, Selanik’te,  Beyrut’ta ikâmet etmek zorunda kalan Şükûfe Nihâl, eğitimini çok sağlıklı bir şekilde sürdürememiştir. İstanbul’a geldiklerinde babası, kızının eğitimindeki eksikliğini gidermek için onu Türk ve Fransız mekteplerine kaydettirir. Aynı zamanda ona özel dersler de aldırır. Arapçayı ve Farsçayı Cenap Şehabettin’den öğrenirken Türkçe ve edebiyat derslerini C. Şehabettin’in küçük kardeşi Osman Fahri’den alır.  Gerçi Osman Fahri Bey’le geçirdiği bu özel saatler ileride, hayatında taşıdığı en ağır yüklerden biri olacaktır.

İstanbul’da Liseyi bitirdikten sonra sadece kız öğrencilerin devam ettiği İnas Darülfünuna kaydolur ve dört yılın sonunda üniversiteden mezun olan ilk kadın unvanını alır. Çeşitli liselerde tarih, coğrafya, edebiyat öğretmenliği yapar.

Edebiyatımızda aruzla yazdığı ince ve duygulu şiirleriyle tanınan Şükûfe Nihâl, ilk şiirlerini 1913’te “Yıldızlar ve Gölgeler” de yayımlar. Şiirde aruzla başladığı yolculuğuna hece ile devam eder. Hikâye ve romanlarının yanı sıra yurt içinde ve yurt dışında yaptığı gezileri  “Finlandiya” ve “Domaniç Dağlarının Yolcusu”  adlı kitaplarda anlatır.

Halide Nusret, onun yayımlanan eserleri ile ilgili olarak şunları söyler: …Bir eseri çıkmaya görsün meşhur yazarlardan birçoğu ona sütun sütun övgüler yazarlardı. O bunlara lâyıktı şüphesiz…”[4]

Mesela, A. Hamdi Tanpınar onun şiirleri için “Bu manzumeler bana ekseriya masallarda dinlediğimiz insan eli dokunmamış kumaşları hatırlatıyor…” diyordu.[5]

Şükufe Nihâl, iki defa evlenir, iki defa boşanır. Çokça hayranı ya da kendisine âşık olanı vardır. Bunlardan biri, Nihâl’in, özel edebiyat dersleri aldığı Osman Fahri Bey’dir. Osman Fahri, aynı zamanda Şükûfe Nihâl’in ilk eşi olan Mithat Sadullah Sander’in de çok yakın arkadaşıdır. Bu durum tek kişilik bir aşkın romanı gibidir. Ailesinin hatırı için evlendiği eşinden, bir süre sonra ayrılan Şükûfe Nihal’in Osman Fahri’ye karşı mesafeli tavrı, onu derinden sarsar. Daha fazla dayanamayıp İstanbul’dan ayrılır ve Elazığ’ın Palu ilçesine yerleşir. Bir çeşit inzivaya çekilse de Şükufe Nihâl’den uzak kalmanın ızdırabına fazla dayanamaz. Bir gün kafasına sıktığı tek kurşunla intihar etmeye kalkar. Ancak ölmez, kafatasında sıkışan kurşunu çıkarmak amacıyla getirildiği İstanbul’ da çıldırarak otuz yaşında hayata gözlerini kapar. Geride sadece Şükufe Nihâl’in onun için dile getirdiği mısralar kalır:

“Nerdesin? Toprakta mı, havada mı, suda mı?

Nasıl buldun bu vahşi gecelerde odamı?

Hasretim şefkat, şiir, aşk dolu ellerine…

Gelsen de boş gönlüme bir hayat gibi dolsan.

Sen uyansan, ben yatsam biraz senin yerine…[6]

Ne ilginçtir ki Şükûfe Nihâl’e hayran olanların ortak bir kaderi vardır:  Ona yaklaşamayanlar, ondan çok uzaklara kaçarlar. Bunlardan biri de ünlü şairimiz Faruk Nafiz Çamlıbel’dir. Gönlü Şükûfe Nihâl’dedir. Ancak Şükûfe Nihâl, o sıralar Ahmet Hamdi Başar’la evlidir ve Faruk Nafiz’in evlilik teklifini reddeder.  Bunun üzerine şair, Şükûfe Nihâl’e “Sana benim gözümle/ Bakan gözler kör olsun” diyerek “Allahaısmarladık” adlı şiiriyle veda eder.

Elimi beş yerinden dağladı beş parmağın,
Bağrımda da yanmadık bir yer bırakmadan git.
Bir yarın göçtüğünü, çöktüğünü bir dağın
Görmemek istiyorsan ardına bakmadan git!

Diyerek çekip gider İstanbul’dan Ankara’ya…  Sonra Şükûfe Nihâl’e inat Ankara’da Biyoloji öğretmeni Azize Hanım’la evlenir. Bu sevdadan geriye her ikisinin de aşkları üzerine yazdıkları romanlar kalır: Fâruk Nâfiz Çamlıbel “Yıldız Yağmuru”na,  Şükûfe Nihâl “Yalnız Dönüyorum”a imza atar.

Şükûfe Nihâl’e âşık olup da uzaklara hem de sınırlarımızın ötesine giden bir başka sevdalısı daha vardır. Onu da Halide Nusret’ten dinleyelim:

“Bir akşam Şükûfe Nihâl’lerde sekiz-on arkadaş bir masa başında oturmuş şiirler söylüyor, edebî tartışmalar yapıyorduk. Bir ara baktım, şair arkadaş bir kâğıt parçasına bir şeyler yazdı ve benim dizlerimin üstünden usulca Şükûfe Nihâl’e uzattı. O da okuduktan sonra gülerek kâğıdı bana verdi. Bugün gibi hatırlıyorum, kâğıtta şairin o delişmen yazısıyla aynen şu kelimeler yazılıydı: Ben sizin için çıldırıyorum, siz bana aldırış bile etmiyorsunuz!”[7]

İddia o dur ki Şükûfe Nihâl’ için “çıldırıyorum” diyen şair Nâzım Hikmet’tir ve “Bir Ayrılış Hikâyesi”ni onun için yazmıştır: [8]

Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,
ama nasıl,
avuçlarımda camdan bir şey gibi kalbimi sıkıp
parmaklarımı kanatarak
kırasıya
çıldırasıya…

Sen
yürümelisin,
beni bırakarak…
Kadın sustu.
Sarıldılar,
Bir kitap düştü yere…
Kapandı bir pencere…
Ayrıldılar…

İşte böyle, bir zamanlar eller üstünde tutulan, hatta şair Abdülbâki Fevzi’nin “Geldikte Şükufe sahnı-ı meclis / Pür zemzeme gülistane döndü.” diyerek anlattığı Şükûfe Nihâl, bulunduğu topluluğu cıvıltılarla dolu bir gül bahçesine döndürmeyi beceren ender insanlardanmış.

Fakat öyle bir zaman gelmiş ki işler tersine dönmüş: bu çok sevilen, çok iltifat gören, konaklarda yaşayan Şükufe Nihâl’in tâlihi yaver gitmemiş. Mektubunda dediği gibi boş yere harcanmış, hem öyle harcanmış ki ne edebiyat çevrelerinden ne de oğlu meşhur kitapçı Aydın Sander’den ilgi görmüş. Yokluğun, yoksulluğun ve kimsesizliğin kıskacında çırpınıp dururken ancak birkaç dostunun sayesinde, ömrünün son on yılını bir huzur evinde tamamlayarak 26 Eylül 1973’te bu âlemden göçüp gitmiş.

Tıpkı şiirinde bahsettiği  “o su”  gibi:

Kalbinden kalbime akan bir sesti
Akşam gölgesinde çağlayan o su
Sesini en tatlı yerinde kesti
Bizi sonsuzluğa bağlayan o su

 [1] Halide Nusret ZORLUTUNA, Bir Devrin Romanı, K.Bak. Yay. Ank. 1978, s.140

[2] Haz. Fatih ARSLAN, Şükûfe Nihâl Başar Hayatı- Eserleri, Yüksek Lisans Tezi, Elazığ, 1995

[3] Duygu BURUS, Şükûfe Nihâl’in Yazılarında Kadın, Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi, 2017,s.51

[4] Halide Nusret ZORLUTUNA, a.g.e., s.278

[5] Haz. Fatih ARSLAN, a.g.e. s.1

[6] Adile AYDA, Böyle İdiler Yaşarken, Ayyıldız Matbaası, Ank. 1984, s.110

[7] Halide Nusret ZORLUTUNA, a.g.e., s.280

[8] Haz. Fatih ARSLAN, a.g.e. s.5

Yazar

M. Hayati Özkaya

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar