Yükleniyor...
Türkiye’deki akademisyenlik algısında bazı yanlışlar olduğunu düşünüyorum. Her geçen gün üniversitelerin, herkesin her işi yaptığı, yapmaya zorlandığı, nepotizmden egoizme kadar her türlü yanlış duruşun benimsendiği, böylece başarı oranlarının çok azaldığı, intihalin, tembelliğin, sorumsuzluğun had safhada olduğu beton yığınlarına dönüştüğüne şahit oluyoruz. Hâlbuki görev dağılımı, kişileri kendi niteliklerine göre sınıflandırarak yapılsa çoğu sıkıntının önüne geçilecek. Bazı akademisyenler çok iyi yayınlar çıkararak bilim üretebilirken, bazıları muhteşem hocalık yapabiliyorlar. Bazıları ise yönetim ve organizasyonda çok iyiler.
Bilim üretebilen akademisyenler mutlaka diğer gruplardan ayrılmalıdır. Bunlara memur muamelesi yapılmamalı, mesai kalıbına sokulmamalıdır. Her türlü alt yapı (laboratuvar, bilgisayar, asistanlık, maddi kaygının yok edilmesi vb.) sağlanmalıdır. Hatta meslek asistanlarının yanında özel asistanlar da verilmeli. Böylece gündelik hayatlarıyla ilgili sorumluluklarının asgariye indirilmesi sağlanarak kendilerini sadece bilim üretimine vermeleri beklenebilir. Her üretim sonrasında motivasyonlarını arttıracak takdir, tebrik, ödül vs. çalışmalarının da yapılması gerekir. Bunun yanında aylık, dönemlik, yıllık olarak denetlenmeliler. Belli bir kriterin altında kalanlara belki tek sefere mahsus bir imkân tanınabilir. Fakat sonrasında caydırıcı önemler (maaş kesintisi, özlük haklarından men vb.) alınmalıdır. Hatta işe son verme gibi yaptırımlar bile uygulanabilir.
İkinci gruptaki akademisyenler, özel bir kabiliyete sahiptir. Bilgiyi aktarmak, bu aktarımı bir şölen hâline getirmek, öğrenci ile iletişim becerisine sahip olmak ve verdiği bilgiyi geri alabilmek adeta bir sanattır. Bu sanatı icra eden grup, en az bilgiyi üreten kesim kadar kıymeti hak eder. Bu kesimdeki akademisyenler, ülkenin entelektüel birikimine ve katma değerine katılacak genç beyinleri yetiştirirler. Bu sayede ülkenin gelişmişliğine tartışmasız büyük bir hizmette bulunurlar.
Yalnızca lisans ve lisansüstü düzeydeki öğrencilere ders anlatmakla yükümlü değillerdir. Onlara hayat tecrübesi vermeleri, yol göstermeleri, ufuk açmaları da gerekir. Aileleri sayesinde ve eğitim hayatları boyunca geçtikleri her aşamada kazandıkları tecrübelerle şekillendirdikleri kişiliklerine son ve en etkili dokunuşu yapmalıdırlar. Gençlerin nasıl düşünmeleri gerektiğini, bir probleme yaklaşma ve onu çözümleme metotlarını da öğretmelidirler.
Bahsi geçen bu işlev, tartışmasız bir sorumluluk bilinci, çalışma disiplini, ilke ve değer yargılarına bağlılık, idealizm, etik ve ahlâk kurallarına tam sadakat ister. Bu bilince varamamış, bu hususları içselleştirememiş kişilerin, isimlerinin önüne sadece bazı unvanlar iliştirilmiştir. Zaten onlar da bu unvanlara sahip olmak için türlü dalkavukluklar yaparlar; egoist ve bencildirler. Öldüklerinde de birer toprak yığını olacak, unvanlar çöplüğünün basit birer parçası olmanın ötesine geçemeyecektirler.
Bunlar 20 dakikada ders bitirirler. 15 dakikaya kadar öğrenci alınabilen sınavları 10 dakikada yaparlar. 45 dakika üstündeki sınavlarda gözetmenlik yapmak istemezler. Pazartesileri öğleden sonra gelir, Cumaları hiç gelmezler. Derslerini 2 güne toplamaya çalışırlar. 3 gün olursa homurdanmaya başlarlar. Sürekli birileriyle kavgalı, küskündürler. Adına gönderilen resmî yazılara cevap bile vermez, görev verilmezse talip olmaz, verildiğinde de elzem değilse yapmazlar. Böyle sorumsuz, boş vermiş, bıkkın kişilerden, gelecek nesilleri yetiştirmesini beklemek hem devlete yük hem de geleceğe yapılacak en büyük ihanetlerdendir. Bu kişilerin ya rehabilite edilmeleri, edilemiyorsa kendi nitelikleri çerçevesinde yeniden değerlendirilmeleri elzemdir. Belki de mükemmel bilim insanı olacak değerlerimiz hiç de verimli olmadıkları bir alana hapsediliyordur. Bu sayede ülkenin nesillerine yazık ediliyor, akademisyenlerin üstün başarılarından faydalanma şansı kaybediliyor hem de bu insanlara değerlerinin karşılığı verilmeyerek eziyet ediliyordur. Bu yanlışın acilen durdurulması gerekir.
Oysa bu grupta istihdam edilecek akademisyenlerin daha mesleğe başlamadan; meslekî, psikolojik, sosyolojik pek çok farklı kriterle sınanması, titizlikle incelenerek akademiye dâhil edilmesi gerekir. Bu akademisyenleri sadece bir öğretmen gibi kullanmak da doğru değil. Stabil bir müfredata göre her sene hiçbir yenilik, değişiklik yapmadan aynı şeyleri anlatmak, sürekli değişim ve gelişim içindeki bir gençliği fabrika ürünü malzemeler hâline getirmekten öte değildir. Bu durağanlığın, geri kalmışlığın giderilebilmesi için akademisyen, mutlaka çağın yeniliklerine, bilginin değişikliklerine hâkim ve adapte olmalıdır. Bu da ancak bilimsel çalışmaların içinde olmakla mümkündür. O sebeple bu grupta yer alacak akademisyenlerin de belli kriterlere göre bilimsel çalışmaları değerlendirilmeli, takip edilmelidir. Gerekirse caydırıcı ve motive edici yöntemlerle çalışma performanslarını arttırmak için teşvik edilmelidir.
Yönetim, en bilinen tanımıyla başkası aracılığıyla iş yapmak demektir. Bu sebeple “en iyi yönetici kendini pasife çıkaran yöneticidir” tabiri kullanılır. Çünkü yönetmek, sadece işlerin doğru ilerlemesine katkı vermek değil, doğru işleri yapmak anlamına da gelir. Bunun için bir ana hedef ve bu hedefe ulaşacak stratejilerin geliştirilmesi gerekir. İşte bu stratejiyi geliştirmede ve uygulanmasını kolaylaştırmada önderlik edecek kişiler yöneticilerdir. Akademide buna bir de kurum kültürü dâhil edilebilir. Aslında hemen her yerde kurum kültürü önemlidir.
Kurum kültürü, bir kurumun iş yapış biçiminden dışarıda onu temsil eden kişilerin duruşuna, kuruma hizmet verenden hizmet alana kadar herkesi etkiler. Kurumdaki kişi bu etkiyi, belki buna aidiyet demek daha doğru, ancak bu sayede hayatının her alanına gururla taşıyabilir. Bu sebeple geçmişi köklenmiş üniversitelerde çok fazla sorun yaşanmaz, işler belli bir standartta ilerler. Değişen şeyler inovasyon, teknoloji gibi alanlarda geliştirilecek çağı yakalama stratejileri çerçevesindedir. Aksi durumu ise özellikle son dönemlerde niceliğinin artışıyla övünmekten niteliğini ıskaladığımız yeni üniversitelerde görmekteyiz. Genellikle civardaki birkaç üniversiteden sentezlenerek oluşturulan üniversitelerdeki büyük problemlerden biri de kültür çatışmasının, yönetimde uyumsuzluğa yol açmasıdır. Bu tip bir kurumdan esaslı bir yönetim beklenemez. Çünkü buralarda ortak bir hedef belirlenememiş, her gelen kendi kurumundaki kültürü yansıtmaya çalışmıştır. Bu da gruplaşma ve hizbe yol açmıştır. Zaten aidiyet bilincini oturtamadığı, bir de bağımsızlığını ta baştan kaybettiğinden verimliliğin azalması kaçınılmazdır.
Ayrıca yönetimin bir yönü bilimi esas alıyorsa, diğer yönü sanata dayanmaktadır. Sanat için basitçe yaratıcılığın veya hayal gücünün ifadesi denilebilir. Sanatçı da bu hayal gücünü ortaya koymaya ve somut bir çıktı oluşturmaya gayret eden insandır. Yönetimin sanat tarafı da doğrudan yönetici ile bağlantılıdır. Çünkü yönetici; neyi, neden yapacağını bilim tarafı ile öğrenir. Kararı ne zaman ve nasıl alacağı ise sanatçı kimliği ile bağlantılıdır. Bunun yanında ne ölçüde demokratik teamüller çerçevesinde aldığı, organizasyonuna benimsetmesi için kullandığı kişisel yöntemleri de önemlidir. Eğer bir organizasyonda yapılan bilimsel çalışmalar ile organizasyon yapısı değişmesi uygun görülmüşse bunu hangi zamanda ve nasıl yapacağına karar vermek yöneticinin tecrübeleri, hayat görüşü, hayal dünyası ve yaratıcılığı, yani sanatkârlığı ile ilgilidir.
Bilim tarafında yapılacak araştırmalar; ortamın daha iyi anlaşılmasını, insanların daha etkin çalışmasının önündeki engellerin belirlenmesini, organizasyonun geleceğe daha güçlü taşınması ile ilgili faktörlerin ortaya çıkartılmasını sağlar. Bunun için yöneticinin bilimsel araştırmalara inanması, bütçe ayırması, güncellik takibi yapması yeterlidir. Sanat tarafında ise yöneticinin karizması önemli rol oynar. Karizmanın genellikle doğuştan kazanılan bir yetenek olduğuna inanılır. Karizma dediğimiz şeyin, bilgi birikiminin, davranışlar bütününün bir sonucu olduğu düşünülürse, bir yönüyle geliştirilmeye açıktır. Bunun için yöneticinin de kendini kişisel özellikler kapsamında geliştirmesi gerekir.
Karakter olarak karizmaya, insanları idare etme ve işleyişi yönetme kabiliyetine sahip bir akademisyen, lisans ve lisansüstü eğitimi boyunca aldığı bilimsel ve sosyal donatılarla birlikte mükemmel bir yönetici hâline gelebilir. Pek çok akademisyenimiz, ortaya bir hedef koyabilir, bu hedefe ulaşmak için kullanılacak bilimsel yol ve yöntemleri belirleyebilir, gerektiğinde güncelleyebilir. Doğru bir ekip kurabilir, liyakat, ehliyet, sadakat sahibidir. Bir sanatçı edasıyla kurumu organize edebilir, bünyesinde çalışanlara huzurlu, motive edici, rahat ve donanımlı bir ortam sağlayabilir. Karşılaşılan problemlere akılcı çözümler getirebilir, ortak akılla hareket edebilir. Bu kişiler sayesinde Türk üniversite hayatı ve akademi dünyası pek çok başarıya imza atabilir. Bunun için gerekli tek şey, üniversitelerde özgür düşünce ve demokratik seçimin yeniden tesis edilmesidir.
Sonuç olarak bir ülkenin gelişmişliğinin en önemli göstergelerinden biri nitelikli eleman sayısıdır. Bunun yolu da üniversitelerden geçer. Öyleyse “Ne yapmalıyız?” sorusunun cevabı boş bulduğumuz her araziye, dışı nispeten estetikle mantolanmış; temeli beton, tuğla; içi boş hem de bomboş, varlığı da isimden yoksun, birer sayıdan ibaret üniversiteler açmak değildir. Aksine üniversite prestij demektir, kalite demektir. Önüne gelen herkesin ulaşamayacağı yerlerdir. Oradan eğitim alanlar; kişilik sahibi, hayat standardı, bilimsel ve entelektüel birikimleri yüksek, nitelikli, ülkesinin gelişmişliğine doğal katkı sunacak kişiler olmalı. Aynı şekilde orada hizmet verenlerde de bu özellikler ve çok daha fazlası bulunmalı.
İşte bu standardın yakalanması için elzem gördüğüm dört şey var:
* Burada sadakatten kasıt, kuruma sadakattir. Çalıştığı kurumu sadece maaş getiren bir yer olarak gören, büyük veya yurt dışındaki üniversitelerin hayalini kuran, bağlı olduğu kuruma hiçbir sadakat duymayan akademisyenin verimli olması beklenemez.