Yükleniyor...
Yemek ne bereketli kelimedir dilimizde!
Bu bereketli kelimemiz iki başlık altında değerlendirilmelidir: Müspet anlamıyla, menfi anlamıyla. Yani olumlu mânâda kullanılması, olumsuz mânâda kulanılması.
Aslî mânâsı olumludur; malûm, midevî faaliyetimiz. Hem faaliyetin kendisi, hem faaliyetin nesnesidir. Yani olumlu başlık altında kelimemiz hem fiildir, hem isim. İsim olarak yenilen şeyler, daha ziyade hazırlanmış, pişmiş yiyecekler mânâsındadır: Patlıcan yemeği… Daha genişletip “ikram, davet” anlamı da vermişiz: “Yemek çok nefisti.” deriz meselâ. Yahut “Bayram dolayısıyla bir yemek verdiler.” “Kalabalık bir yemekti.” “Yemekte kimse konuşmadı.” “Yemekten sonra sıra kahveye geldi.”
Önünü sonunu süsleyin: Tencere yemeği, iftar yemeği, bayram yemeği, düğün yemeği, yemek borusu, yemek listesi, yemek odası, yemek duası, yemekhâne, yemekli vagon, yemeklik mısır…
Fiil olarak ise yiyecekleri ağız yoluyla mideye indirme, karın doyurma eylemi kastedilir. Zamana göre, şahsa göre çekilir de çekilir: Yedim, yedin, yedi…
Ankara’da yedim taze meyvayı,
Boşa çiğnemişim yalan dünyayı
Hatta kelimenin karesini alır “yemek yemek” deriz. Böyle kendi kendini aynen tekrar ederek anlam bürünen başka kelime var mı? “Yemeğimizi yedik.”
Kimilerinin yediği önünde, yemediği ardındadır. Kimileri tencerede pişirir, kapağında yer.
Çok sevimli bir bebek karşısında sevgi ifadesi olarak -ki daha çok kadınların dilinde- “yerim ben seni” deriz; bu da ilginçtir.
İkinci başlığa, olumsuz cepheye gelirsek… İşler biraz karışır! Artık mide devreden çıkmıştır. Yemek fiilini yardımcı fiil olarak kullanırız ve evet, hep olumsuz anlam yüklemişizdir. Hangisinden başlayalım?
Yunus’un yeri baş köşe:
Ben dervişim diyenler, haramı yemeyenler,
Haramın yenmediği, ele girinceymiş.
“Haram yemek” din ve devletin hukuk kurallarını hiçe sayarak, alın teriyle, kendi emeğiyle kazanılmamış, başkasının sırtından, çoğu zaman karanlık yollardan, kirli işlerden edinilmiş parayı harcamak, haksız kazanç sağlamak… Ne diyor Yunus: “Ben haram yemem diye övünüp gezinen, dervişlik taslayan kimileri, fırsatını bulurlarsa, ellerine imkân geçerse, bir takım makamlara otururlarsa pekâlâ haram yerler.” Yalan mı? Asırlarla birlikte dünya değişse de insanın değişmeyen huyları var! “Rüşvet yemek”, “kul hakkı yemek” de benzer olumsuz anlamları taşır. Tevfik Fikret’in:
Yiyin efendiler yiyin, bu hân-ı iştiha sizin…
derken kastettiği de kelimenin bu anlamıdır. Yoksa bir masanın etrafına oturup bütün yemekleri silip süpürmek değildir. Mide dediğimiz organın boyutları belli. Aksırıncaya, tıksırıncaya kadar yense de bir sınırı var. Halbuki öteki türlü haram yemenin sınırı yok! Hep daha hep daha… Çünkü bazı insanların midesi doyuyor ama gözü doymuyor.
Bu noktada bir de Abdurrahim Karakoç’a kulak verelim:
Bacısız, gardaşsız kalsam da garip,
Sahtekâra gardaş olamam varıp,
Camide ön safa karargâh kurup
Kul hakkı yiyene gardaş mı deyim?
Yemek fiilimiz bereketli ama çilekeş. O kadar çok olumsuz anlam yüklemişiz ki sırtına! “Miras yemek” yine hayırsız bir evlâdı akla getirir, “mirasyedi” olunur.
“Ayvayı yemek”, kötü bir duruma düşmeyi anlatır. Bir de “nane yemek” vardır. “Yediği naneye bakın!” Bir de “dut yemiş bülbüle dönmek” vardır. Yiyecek maddesi ile yapılan deyimlerden biri de “aklını peynir ekmekle yemek”tir.
Ama kelimemiz sadece yiyecek maddeleri ile birleşmiyor. Sayın sayabildiğiniz kadar: Zılgıtı yemek, kurşun yemek, bıçak yemek, azar yemek, gol yemek, dayak yemek, yağmur yemek, kafayı yemek, kazık yemek, tırnağını yemek, damgayı yemek, oruç yemek, feleğin sillesini yemek… Hatta Seyranî der ki:
Ben bu aşkın çilesini,
Yanar çektim tüter çektim,
Yedim gonca sillesini,
Bülbül gibi öter çektim.
Feleği bir yana koyun, gül goncasından bile sille yeniyormuş demek ki!
Bizde kurşun da yeniyor, yağmur da yeniyor!
Başını yemek ile başının etini yemek tamamen farklı mânâlar taşır. “Adamın başını yedi,” dediğinizde adamın başını büyük belâya sokan birinden bahsetmiş olursunuz. Birinin başının etini yerseniz, dırdır ederek onu bunalttığınız anlaşılır. “Baş”ın yerine “kafa”yı koyarsanız, “Kafayı yedim” derseniz, o da bambaşkadır. Ah, Türkçe!
Bir gam yemek vardır, bir de gam yememek. Gam yemek üzülmek, endişelenmek, dertlenmek, gam yememek de tersi. Mahsunî Şerif kendisine moral verir:
Kara gündür gelir geçer
Gam yeme gönül gam yeme
Ankara türkümüz şen şakraktır:
Derenin kıyısında
Kalayladım kazanı
Kız senin yüzünden
Yedim Ramazanı.
Kimilerinin içi içini yer, kimileri birbirini yer. Bakınız, siyaset sahnesi, politikacılarımız!
Yedi bitirdi beni, deriz. Müebbed yedi, deriz. Sivrisinekler yedi, deriz. Yediği herzelere bak, deriz. Adamın parasını yedi, deriz. Bir halt yedi, deriz. Hatta, “O işi yapmayı gözüm yemedi” deriz.
Bir de “varyemez” vardır; Varyemez Amca… Cimri, parasını yemeyen, yedirmeyen…
Ne bereketli ve çilekeş bir kelime! Birbirinden farklı bunca olumsuz anlamı bir “yemek” fiili ile karşılamışız.
İki argo ile bitirelim:
Yemezler! Yani beni kandıramazsın.
Yersen! Yani gözün kesiyorsa, gücün yetiyorsa…
Yoksa Nasreddin Hoca ile mi bitirelim? Ye kürküm ye! Hoca kürküne verdiği emirle, kelimenin aslî mânâsına, yiyecekleri mideye indirme, karın doyurma mânâsına dönmüştür, çünkü o sırada cübbesinin ucu baklava tepsisinin içindedir! Her devir için geçerli olan, insanoğlunun makama, mevkiye, gösterişe, kılığa kıyafete olan düşkünlüğünün hicvidir bu.