Yükleniyor...
“İşte burası.” dedi Yaşarın Ali. Koluyla yarım ay şekli çizerek gösterdi alabildiğince uzanan fidanlığı. Altı yedi yaşlarındaki taze ağaçlara evlat sevgisiyle bakıyordu. Boyunu geçmiş ceviz fidanlarının üzerlerinde çocuk yumruğu büyüklüğünde cevizler vardı. Bakarken kendinden geçti, sustu. Yanı başındaki ağaçtan bir yaprak koparıp parmakları ile avucu arasında ezdi, yaprağın suyuyla ıslanan elini kokladı, avucu siyaha yakın bir yeşile boyanmıştı.
“Cevizliğin burdan başka yere gidecee yok da ciğerimi söküyor bizim diyememek.”
Uzun boyluydu, inceydi de, iri kemikleri vardı ellerinde, yüzünde. Esmerdi teni, biraz da güneşten. Yıllar kalınlaştırmıştı derisini, derindi çizgileri. Gözleri, kısıla kısıla kalemle çizilmiş birer çizgi gibi duruyordu yüzünde. Biçimli dudaklarının üzerinde ince bir bıyığı vardı, şakakları hafiften beyazlasa da siyahtı bıyığı. Elli yaşlarında kadardı. Genç olsaydı yakışıklı denebilirdi de, Anadolu’da belli yaşı almış erkekler için bu kavram pek uygun düşmezdi.
Yüzü cevizliğe dönük çömeldi, yol kenarındaki tümseğin üzerine.
“Otuz dönüm burası, üç kamyon daş çıktı içinden. Ellerimizle temizledik daşları. Suyu yoğdu, tam 120 metre indik, ne su çıktı emme, kandı toprak. Sonra ceviz fidanlarını diktik. Fidanlar büyüyene gadar çilek yetiştiriciliği yapıldı altında, her bir işçilikte kendi köylümüz çalıştı, kendi insanımız sebeplendi, para kazandırdık köylümüze. Gelin gibiydi o zaman fidanlar. Şimdi bizden aldılar burayı. Aha bak da gör halini. Şu otlara bak needeyse boyunu aşacak fidanların, sürülsün ister, dipleri çapalansın ister, bak nasıl sararmış yaprakları…”
Sustu bir süre, sonra dayanamayıp yine konuşmaya başladı.
“Ne zararımız oldu ki köylüye, on yıl sona ceviz ormanı olacak aha burası, cevizlerden elde edilen gelirle okula yardım edip öğrencilere burs verecedik. Biz de verecez diyor da Ünal, ha biz verseydik kıyamet mi kopardı? Sona duyduk ki olmayacak paraya on yıllığına başkasına kiralamış cevizliği, üstüne üstük kiraladığı adam bizim köylü değel, ondan da geçtim, memleketlimiz bile değel. Bari hemşerimize veeseydi.” dedi genç adama, ona bakmadan, kendisiyle konuşur gibi.
Genç adam kaymakamın görevlendirdiği kâtipti. Kaymakam, “Git de yerinde öğren bakalım, nedir bu Cevizlik meselesi.” deyip onu kasabaya göndermişti. Eline kalem, kâğıt, fotoğraf makinesi alıp gelmişti Kasaba’ya katip, delil toplayacaktı ya!
Yaşarın Ali’nin söylediklerini elindeki deftere yetişebildiği kadar yazdı, fakat duygularını hangi deftere yazıp hangi fotoğraf makinesine çekebilirdi? Hadi yazdı, hadi çekti diyelim, delil olarak kullanılabilir miydi?
Yaşarın Ali, yan gözle baktı, ışığını patlata patlata fotoğraf çeken çelimsiz delikanlıya.
“Kendine hayrı yok bunun, nasıl derman olur derdimize? Milletin koskoca vekili, devletin koskoca Kaymakamı bir çare bulamamışken… Zaten bizim başkanın çalmadığı kapı, derdini anlatmadığı adam kalmadı ki. Her biri sabırla, saygıyla dinledikten sonra ‘Biz Belediye Başkanınızla konuşuruz’ diyerek, bir anlamda sorunu çözeceklerine dair söz vermemişler miydi? Şimdi de yeni Kaymakam tutup bunu göndermiş, bir şeyin değişeceği yok da, çocukcağızın görevini yapması lazım. Oğlum, ‘Kimi kime şikâyet edeceksin, boşuna uğraşma!’ demek de olmaz ki, diye geçirdi aklından.
Yaşarın Ali, Dayanışma Derneği’nin büyük çoğunluk üyeleri gibi uzun yıllardır Danimarka’da yaşamaktaydı. Önce karısı, kardeşlerinin çağrısıyla işçi olarak gitmişti Avrupa’ya, sonra onu aldırmıştı yanına. Çocukları orada doğmuştu, torunları da… Avrupalı olmuştu hepsi. O da diğer Avrupalılar gibi köylüleri tarafından gıpta ile izlenirken içten içe ötelenmişti. Onun da ezikti yüreği, öz anası tarafından iteklenen evlat gibi kendini koyacak yer bulamıyor, hiçbir suç işlememesine rağmen kendini affettirmek için ne yapacağını bilemeyenlerdendi. Ona benzerdi kasabadaki Avrupalılar, geldikleri gün içlerine karabasan gibi çökerdi dönecekleri gün. Döndüklerinde de memleketlerinden götürdükleri yemişleri yer, sohbetlerinde memleket toprağını eşeler, ağaçlarını sular, ekinlerini biçerlerdi. İşte Dayanışma Derneği, Yaşarın Ali gibilerin kurduğu dernekti. Onlar kara gurbetlerde, horlanarak, gâvurun beğenmediği işleri yaparak kazandıkları üç beş kuruştan ayırdıkları dernek paylarıyla ötelendikleri vatanlarına bir çivi çakma derdindeydiler.
Onlar rüya gibi anlatılan bilinmeze doğru çoğu çocuk yaştayken birilerinin peşi sıra sürüklenmişlerdi. Giderken bilememişlerdi dönemeyeceklerini, bilememişlerdi gurbetin nasıl bir illet olduğunu. Yok yere suçlandılar Avrupalı olmakla, ana-babaları, ebeleri-dedeleri onları hiç anlamadı, affetmedi ölene kadar, onlar öldü ama gurbetçilere öfke, bir gelenek gibi sürdü gitti…
İşte böyle bir köydü Yaşarın Ali’nin köyü. Yarısı boş, yarısı dolu… Kışın üzgün, yazın neşeli… Sararmış otların arasına kondurulmuş hayalet villalarıyla… Yan yana dizilmiş damları yıkık, demir kapılı kerpiç evleriyle… Yedi devlet öteye gidip gelmesine karşın hâlâ köy meydanındaki kahvenin önünden geçerken başını öne eğen sıkılgan kadınlarıyla… Eşeğiyle, son model Mercedes’iyle… Otuz yıldır Avrupa ile iç içe yaşamasına rağmen örtüsünü-entarisini, düğününü-bayramını, tarhanasını-fasulye aşını, gelene-gidene sahiplenmeyi bilmiş insanıyla bambaşkaydı. Orada Anadolu’nun birçok köyüne göre daha koyuydu vatan sevgisi…
Hüzünlüydü Yaşarın Ali, öylece bakıyordu otlara, eline çapayı alsa, dalsa cevizliğin içine, bir bir çapalasa cevizlerin dibini, aldırmazdı yorgunluğa, temizlendikçe otlar, onun da içi hüzünden temizlenirdi. Yorgunluk neydi ki, on bir ay boyunca bu toprağın kokusunu sayıklayıp durmamış mıydı, onu avuçlamak için izninin başladığı gün atlamamış mıydı uçağa ve izninin son gününe kadar köyünden ayrılmamaya yemin etmemiş miydi? Onun gibi değil miydi Aşağı Köylü Yusuf, Kara Musa, İpsiz Mehmet, Tıknazın Bekir, Almancı Salim, Bitoğlu Rafet… Suyu bulduklarında çocuklar gibi çamura bulamışlardı ellerini yüzlerini. Toprağın tozuyla çamurlaşan terlerini silerken izlemişlerdi fidanların serpilişini, meyveye duruşunu. Ve şimdi dokunamıyorlardı, siyasi çıkarlar nedeniyle ellerinden alınan ağaçlarına.
Kâtip, Yaşarın Ali’nin yanında, hendeğin kenarında, ayakta, Bozdağdan esen rüzgârla sallanan yeşil yaprakları izledi uzunca bir süre, sessizce… Sonra sarıldı makinesine, delil olsun diye değil, Ali’nin gözüyle baktığında şahit olduğu güzelliği kayda geçirmek için bastı düğmesine.
“Bu arazi kime ait?” dedi kâtip.
“Belediye’nin.”
“Kiraladınız mı?”
“Önceki başkanla yirmi beş yıllığına protokol yaptık.”
“Peki, protokol niye bozuldu, yasal haklarınız olmalı?”
“Belediye Başkanı’nın elinde her şey herhalde, biz uzun yıllardır yokuz Türkiye’de, bilmiyoruz ki nasıl olur bu işler. Sonra herkese anlattık kimse bir çare bulamadı.”
“Köylü ne der bu duruma?”
“Kimi öyle der, kimi böyle… Bilmez misin, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın misali…”
Genç Adam başını üzgün, kızgın ve çaresiz salladı. Ama haksızlığa tahammülü yoktu, bir şeyler yapmalıydı.
“Beni Belediye’ye götürür müsünüz?
“Tabii de ne edecen orda?”
“Belediye Başkanı’na da sormak lazım, bakalım ne cevap verecek bunlara.”
Yaşarın Ali, kâtibin sesindeki öfkeyi hissetmişti.
“Oğlum, sen pek karışma, akrabam benim Ünal, o kadar anlattım anlamadı, işinden ederler seni.”
Kâtip gülümsemeye çalıştı.
“Ali Bey, siz endişelenmeyin ben görevimi yapıyorum. Kaymakam Bey, Belediye Başkanını da dinle diye talimat verdi.” dedi.
Oysa ayrıntılı bir talimat almamıştı kasabaya gelirken. Yavaş adımlarla yürüdüler belediyeye kadar. Kâh sohbet edip kâh susaraktan…
Belediye Başkanı odasındaydı, bekletmeden hemen içeriye buyur etti genç adamı. Pür ilgi… Çaylar söylendi, hal hatır soruldu. Niye haber vermediniz efendimler, aldırırdık sizi, demeler… Şunun şurasında daha iki ay olmuştu Kaymakam’ın özel kalemi olalı, koskoca Belediye Başkanı’ndan gördüğü bu ilgi karşısında şaşırıp kalmıştı. Gururlandı önce, sonra ilginin şahsıyla değil kasabaya geliş nedeniyle bağlantılı olduğunu anladı. Demek ki bu Cevizlik meselesi sandığından da önemli, düşündüğünden de çetrefilliydi. Nereden başlasam, konuya nasıl girsem diye düşünürken,
“Cevizliği gidip görmüşsünüz?” dedi başkan.
“Evet, Derneğin Başkan Yardımcı Ali Bey ile gittik.”
“Size ne anlattı bilmiyorum ama bir de beni dinlemelisiniz.”
“Onun için geldim Başkanım.”
“Önce şunu söyleyeyim, bunlar dernek falan sayılmazlar, ne tüzüğe göre hareket ediyor, ne de makbuz kesiyorlar. Kasa Veli Dayı! Hesabı kitabı sadece o biliyor.”
“Ama tüzükleri var, sonra birlikte hareket ediyorlar, köye yaptıkları yatırımlar küçümsenecek gibi değil. Cevizliğin yanı sıra köy yolunu ağaçlandırmışlar, okulun tüm bakım ve masraflarını üstlenmişler, okulun bahçesine bir anaokulu inşa etmişler.”
“Yapmasalardı, onlara yap diyen mi oldu. Çok paraları varsa Belediye’ye verselerdi biz yapardık. Belediye arazisini zapt etmişler, gelip kendi bildiklerine ceviz dikmişler, şimdi de bizim cevizliğimiz diye tutturuyorlar.”
“Ama Başkanım, önceki Belediye Başkanı ile protokolleri var.”
“Protokol dedikleri, yasal dayanağı olmayan, helvacı kâğıdı…”
“O kâğıt elimde ve burada verilmiş sözler altına atılmış imzalar var. Üstelik imza atan bu Kasabanın Belediye Başkanı ve Meclis üyeleri.”
“Belediye devlet arazisini bağış yapamaz, ancak kiralayabilir. Protokol dedikleri o kâğıtta ne kira sözü geçiyor, ne de kira bedeli belirtiliyor.”
“Yani o kâğıtta on lira karşılığında kiraya verilmiştir şeklinde bir ibare olsaydı, bu gün o cevizliği siz başkasına kiralayamayacaktınız değil mi?”
“Ayyynen öyle!” dedi başkan, yüzündeki yayvan gülümsemeyle yüksek arkalıklı siyah deri koltuğuna yaslanırken.
Mevcut durum karşısında güçlü olduğunu hissetse de tedirgindi. Kaymakam mensubu olduğu partinin ataması olsa da hakkında farklı iddialar vardı, onu karşısına almaktan çekiniyordu. Zaten derneğin yüzünden kasaba içinde kendisine karşı bir gurup oluşmuştu. Bu durum üzerindeki siyasilerin hoşuna gitmemiş bir sonraki seçimdeki adaylık sürecini tehlikeye sokmuştu.
“Af buyurun Başkanım, Cevizliği kaça kiraya verdiniz?”
“Beş bin liraya!”
“Kaç yıllığına?”
“On.”
“Az değil mi?”
“Ağaçlar küçük, ancak on yıl sonra adam akıllı meyve verir. Bakımları masraflı.”
“Bu parayı size dernek de verirdi, hem de seve seve, neden onlara teklif etmediniz.”
“Cevizliğin gelirini okula vereceklermiş, sanki okul derneğin okulu, biz neciyiz burda, okulumuzun ihtiyaçlarını karşılarız.”
“Ne fark eder ki Başkanım, ha onlar yapmış ha siz! Onlar gurbet özlemiyle çırpınan bir avuç insan, sizin insanınız, sizin köylünüz, hatta birçoğu akrabanız, keşke bıraksaydınız da içlerindeki bu özlemi o ağaçlara, okula, toprağa dökselerdi.”
“Sizin bilmediğiniz şeyler var, sandığınız kadar iyi niyetli değil onlar. Yirmi beş bin lira borçları var Belediye’ye ödemiyorlar.”
“Ne borcu bu?”
“Cevizlikteki elektrik saati belediye üzerine kayıtlı, Cevizlik bizim diyorlar ama borcunu ödemiyorlar.”
“Çok para!”.
Borç meselesi kâtibi şaşırtmıştı. Aynı zamanda üzmüştü de, başını öne eğdi, durmadan konuşan Belediye Başkanını duymaz oldu. Köye girdiğinden beri karşılaştığı insanlar geçmeye başladı gözünün önünden. Ona çay ısmarlayan kahveci, bulup getirdikleri Dernek Başkanı, bir kenarda sessizce konuşulanları dinleyen başı sarıklı yaşlı amca, az ileride meşe oynayan bir gurup köylü çocuğu… Onlara inanmış, inandığı için küçücük haliyle koskoca belediye başkanına kafa tutmaya kalkmıştı. Yanılmış olamam, bir yanlış olmalı bu işte, diye düşünürken süzülerek sallanan ceviz ağaçları, Başkan Yardımcısı Ali’nin temiz, saf ve kederli duruşu, hendeğin az ilerisindeki ağaç direğe takılı elektrik saati, saatin altındaki artezyen, artezyenden tarlanın dışına doğru giden geniş su boruları sıra sıra dizelendi önüne. İşte o an durdu geri sardı filmi, su borularına dikkatlice baktı yeniden, şimşekler çaktı aynı anda genç adamın beyninde, Yaşar’ın Ali ile yaptığı konuşmayı tekrarladı içinden.
“Ali Bey, bu borular ne?”
“Kuraklık oluvedi ya geçen yıl, köylümüz susuz kalmış, Ünal, bizim başkana tel etmiş, taa Danimarka’ya, bizim sudan istemiş köye dağıtmak için, biz de verdik. Allah’ın suyunu köylümüzden mi sakınacağız.”
Kâtip gülümsedi içinden, başını kaldırdı, oturduğu koltuğa yaslandı, ses tonunu olabildiğince yumuşattı. Durum itibariyle bir adım öne çıkmıştı.
“Başkanım siz geçen yıl Cevizlikteki kuyudan köye su dağıtmamış mıydınız? O elektrik borcu hangi döneme ait?”
Belediye Başkanı’nın yuvarlak kırmızı yüzü daha bir kırmızı oldu, gözlerini olabildiğince açtı. Masasına, sanki kâtibin üzerine atlayacakmış gibi abandı.
“Kâtip efendi, siz taraf mı tutuyorsunuz?”
Kâtip, Başkan’ın hiddetinden ürktü, işi geldi aklına ve biricik kızı…
“Yok Başkanım! Ne haddime! Ama böyle güzel bir köyde, böyle güzel insanların yaşadığı bir köyde, bu tatsız olayı güzele bağlamak gerekir, diye düşündüm sadece.”
***
İki gün sonra…
Kâtip, yaptığı işin güzelliği nedeniyle kendinden emin ve mutlu bir yüz ifadesiyle; kasabada çektiği fotoğraflar, Belediye Başkanı, Gurbetçi Dayanışma Derneği Başkanı, üyeleri ve birkaç köylü ile yaptığı görüşme detayları ile gözlemleri sonucunda edindiği yargılardan oluşan raporu, ceketinin önünü ilikleyerek Kaymakam’ın masasına koydu. Koyarken de adaletiyle ün yapmış eski bir hâkim olan Kaymakam Bey’in bu soruna layıkıyla çözüm üreteceğinden emindi.
Kaymakam pembe karton dosyanın kapağını parmağının ucuyla kaldırdı, sonra bıraktı. İçindekileri fazlasıyla merak ettiği belliydi, ama okumaya niyetli görünmüyordu. Bezgin insanların ifadesi vardı yüzünde. Sesi oldukça sakindi.
“Teşekkür ederim Ahmet Bey, görevinizi layıkıyla yerine getirdiniz. Emeğiniz nazarımda değerlendirilecektir. Şimdi sizden istediğim, gidip gördüğünüz ve öğrendiğiniz her şeyi unutun.”
“Ama Kaymakamım çok büyük bir haksızlık var, gurbetçi vatandaşlarımızın dişinden tırnağından arttırdıklarına el konulmuş. Zavallılara ancak siz yardım edebilirsiniz.”
“Ahmet Bey, burası sizin memleketiniz sanırım, buradan çok uzaklara tayininizin çıkmasını istemezsiniz öyle değil mi? Bunu ben de istemem, şimdi görevinizin başına dönebilirsiniz.”
Kâtip dişlerini sıkarak, sağ eli ceketinin düğmesinde Kaymakama sırtını dönmemeye çalışarak odadan dışarı çıktı. Belli ki emir büyük yerdendi…