Yükleniyor...
Bu soruya doğru cevap verebilmek için hareket noktamız, ülkemiz ve bölgemiz üzerine yapılan hesaplar olmalıdır. Hatırlayalım, her şey birinci Körfez savaşıyla (1990-91) başladı.
Sonra, 7 Ekim 2001’de ABD öncülüğünde koalisyon güçleri Afganistan’a girdi, kısa sürede Kabil’de Taliban’ı devirdi. Aradan geçen zaman içinde Taliban güçlendi, emperyalizmle mücadele cephesine dönüştü ve terör dünyanın bir çok bölgesine yayıldı. “ABD’nin en uzun savaşı” denilen bu işgal nasıl kaldırılacak, şimdi ABD bunun yollarını arıyor.
Arkadan ABD ve koalisyon güçleri, Mart 2003’de Irak’a girdi ve kısa zamanda Saddam rejimini yıktı. Ama sonra şiddetli direnişle karşılaştı, bir milyondan fazla insan öldürüldü, unutulması mümkün olmayan yüz kızartıcı ağır tecavüzler yaşandı, ülke yerle bir edildi ve ABD elini çekmedi ama, 7 yıl önce işgal ettiği Irak’ı, siyasi istikrarsızlık ve iç savaşın pençesinde bırakarak çekip gitti.
Bu büyük boyutlu 3 askeri müdahalenin, ilkinde BMGK kararı gereğince, Saddam Kuveyt’ten çıkarıldı, koalisyon güçleri ülkelerine döndü. Görev tamamlandı.
Nitekim, Başbakan Yıldırım Akbulut’u ziyaret eden dönemin ABD Dışişleri Bakanı James Baker Akbulut’a şunları söylüyor: “Biz Saddam’ı Güvenlik Konseyi kararına göre Kuveyt’ten çıkardık, ama Bağdat’a giderek rejimi yıkmadık. Çünkü hazırlık yapılmadığı için, İran’ın önü açılarak bölge, daha büyük sorunlarla karşı karşıya kalacaktır.”
Baker böyle konuşmuş, ama bu arada görev kapsamında olmayan bir stratejik düzenleme de yapılmıştır.
Bu Irak’ın kuzeyinde Saddam kuvvetlerinin giremeyeceği 36. Paralelde, “Güvenli Bölge” kurulmasıydı. Aslında 36. Paralel ibaresi bir aldatmacaydı, zira güvenli bölge olarak belirlenen yer coğrafyadaki düz bir hat olmayıp, Barzani-Talabani aşiretlerini kapsayan bir grafik eğrisiydi.
ABD’nin niyetlerini ifşa eden, Irak’ı böleceği, bütün dengeleri bozacağı belli olan “Güvenli Bölge” düzenlemesi, dönemin Cumhurbaşkanı Özal tarafından hararetle desteklenmiş ve sonraki hükümetlere miras olarak bırakılmıştı.
ABD, o tarihten itibaren kurulmaya başlanan bu devletin temellerini; inşaat, eğitim, güvenlik, yönetim ve ekonomi gibi alanlarda alenen inşaya başlamıştı.
Bugünlerin habercisi olan ilk adım böylece atılmış oldu.
2003’de, BM Güvenlik Konseyi kararı da olmadığı halde Irak niçin işgal edildi, ona bakalım: defalarca yazdık tekrarlayalım; bize göre bunun 4 ana sebebi vardır.
Bunlar:
Şimdi de bu işgal sebeplerini topluca değerlendirelim:
1948’de kurulan İsrail, yayılma siyaseti güttüğü için, 66 yıldır sürekli olarak çatışmakta ve savaşmaktadır.
İsrail’i zorda bırakan, yıpratan ve batının köprübaşı görevini yapamaz hale getiren bu duruma bir çare bulunmalıydı. Bu da; Saddam ve İran rejimi tarafından verilen güçlü destekler kesildiğinde Filistin, İsrail’in şartlarında barış yapmaya mecbur olacaktır.
Bunun için, Saddam rejimi yıkılmış, yarı bağımsız, Barzani-Talabani Yönetimi kurularak bu hedefe bir ölçüde yaklaşılmıştır.
Ancak, yağmurdan kaçarken doluya tutulmak gibi bir durum ortaya çıkmış, İran’ın önü açılmıştır. İran; Şii Irak, Suriye ve Lübnan/Hizbullah hilâli ile İsrail kuşatılmış, durum daha da kötüleşmiştir!
Ayrıca:
Bu değerlendirmeden sonra, Irak, Işid, Nusra, PYD ve Suriye rejimine karşı savaşan silahlı muhalefetin konumunu belirleyebiliriz.
Irak’ta eğer Işid, her gruba karşı saldıran vahşi bir terör örgütü değil de, ABD’nin de tasarladığı gibi Suriye-Irak arasında Sünni bir devlet kurma mücadelesi yapan silahlı bir güç olsaydı, makbul sayılacaktı. Zira, İran ve Şii Irak rejimi ile Suriye rejimi arasında tampon bir devlet kurulmuş olacaktı. Bu bir.
İki; Işid, Barzani-Talabani yönetimi ile Hıristiyan Yezidilere ve Suriye’de PYD’ye dokunmasaydı mesele yoktu. Çünkü, İsrail’in güvenliği için, bunlar elzemdir. Ayrıca, Irak ve Suriye’nin kuzeyinden Akdeniz’e bir koridorun açılmasına ihtiyaç vardır. Bir düzeltme yapalım; PKK ve PYD, Işid ile değil, Işid, onlarla savaşıyor.
Türkmenlere gelince; canları, malları, tarihi hakları bakımından sahipsizdirler.
Sürülmeleri, katledilmeleri gibi insanlık dışı saldırılar karşısında, hiçbir yerden ses çıkmaması bu gerçeği görmeye yetmiyor mu?
Türkiye’nin açık kapı siyaseti de böyle. Kapı, Türkmenler hariç herkese açıktır. Eğer, ülkemize Türkmenler gelirse, Türk nüfusu artabilir, değil mi?
Bunların dışındaki maaşa bağlanan, vatandaşımızdan üstün tutulan ve her ilimize yerleştirilen, hatta vatandaş yapılacağı söylenen sığınmacıların 5 milyona ulaşacağı tahmin ediliyor. Türk nüfusunu dengeleyeceği için makbul de sayılabilirler değil mi?
Kısaca ateş çemberi içindeyiz.
Uyan ey ehli vatan diyoruz!