Yükleniyor...
Rahmetli Emin Işık, vefatından önce hocası Nurettin Topçu hakkında bir kitap yayımladı. Kitap Topçu hakkında mühim bir kısmı birinci elden tanık olunan gözlem ve değerlendirmeleri kapsıyor. Emin Işık’ın hocasının hatırasına karşı derin bir saygı duyduğunu eser boyunca hissetmek mümkün. Kitapta hoca vesilesiyle anlatılan anekdotlar ülkemizin son iki üç neslinin yaşadığı devri isabetle anlamak için ufuk açıcı olarak gösterilebilir.
Bu anekdotların bir kısmı günümüzde kültür ve eğitim konusunda yaşanan nobranlıkların anlaşılmasını da kolaylaştırabilir diye düşünüyoruz. Bunlardan birisi servet, nüfuz ve iktidar sahibi olabilen ancak ehliyet ve liyakati çok da kaale almayan bir anlayışı resmetmiş. 1952 yılında muhafazakâr mütedeyyin hâli vakti yerinde olan insanlar, dinî ağırlıklı bir kültür dergisi çıkarmayı düşünürler. İstişare için de Nurettin Topçu ve Ali Fuat Başgil hocaları çağırırlar. İstişareye daha başlamadan ev sahiplerinden birisi Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’e dönerek “Hocam, sizin eskiden akşamları bir iki kadeh içtiğiniz söyleniyor. Devam ediyor musunuz?” diye sorar. Hoca da evet deyince toplantıda bulunanların zaten istişare niyetinde olmadıkları anlaşılır. (s. 144) Yayıncılık ve kültür konusunda itibar edilecek birisini çağırıp onu şahsi günahından ötürü mahcup edip göndermenin ehliyet ve liyakatin pek de önceliklenmediği izlenimi verdiği açıktır. Ayrıca toplantıyı tertip edenlerin “üstad” bilinen bir şöhretin içki ve kumarını problem yapmadıkları da kolaylıkla çıkarsanabilir.
Daha dikkat çekici olan bir anekdotta da ekonomik ve ticari açıdan kendini güçlü hisseden mütedeyyin, muhafazakâr mahfillerin 50-60 yıl önce eğitim ve kültür adamlarını nasıl hafifsedikleri gösterilmiştir. İlim Yayma Cemiyeti’nde yapılan bir toplantıda rahmetli Mahir İz, sadece lise ve üniversitede eğitim yapan öğrencilere destek sağlamanın yeterli olmadığını, bunların ötesinde ülkenin “iyi yetişmiş, üç dört dil bilen Muhammed Hamidullah gibi ilim adamlarına” daha çok ihtiyacı olduğunu söylemiş. Bu temenniye toplantıdaki nüfuzlulardan birisinin “Biz Hamidullah gibi üç dört dil bilen adamları, şirketimizde kâtip olarak çalıştırıyoruz” cevabı (s. 144) kültür ve eğitime nasıl bakıldığının emaresi olsa gerektir.
Emin Işık, hocasının Anadolu milliyetçiliğini değerlendirirken “ırkçı ve Turancı bir milliyetçiliğin” bizi parçalamaya yönelik bir tuzak olduğunu söylüyor. Hocasının böylesi bir milliyetçiliğin “Müslüman Türk’ü Balkanlar’dan sürüp çıkarmanın ardından, Anadolu’dan da söküp atmak isteyenlerin haince bir planı olduğunu” söylediğini yazmış. (s. 141). Emin Işık keşke kaynak da gösterse iyi olurdu. Türkiye’de ana akım milliyetçilik elbette bugünkü siyasi hudutlarımızın dışı ile de ilgilidir. Bunun fayda ve mahzurunun dile getirilmesi ve tartışılmasında bir sıkıntı yoktur. Ama Topçu gibi birisinin kaba bir genellemecilikle kendisi gibi düşünmeyen milliyetçilerin düşman niyetlerine hizmet eden kimseler olduğunu söylediğine inanmak güçtür. Daha vahimi yazarın “Gökalp’ın ırkçılığa dayanan bir milliyetçilik” görüşünde olduğunu yazmasıdır. (s. 42). Bu iddia doğru değildir. Ziya Gökalp’ın milleti tarif ederken soy ve ırkı saymadığını ifade etmemiz bile yeterli olabilir.
Diğer taraftan yazar kitabında İttihatçılarla ilgili memlekette yaygın ama mesnetsiz bazı algıları ihtiyat payı ayırmadan tekrar etmiştir: Devleti ele geçiren İttihatçılar, bu fakir halkı, yedi düvele karşı savaşa sokmuşlardı. (s. 12) Oysa bu yargının çok tekrarlanan bir propaganda klişesi olduğu incelediğimiz kitabın neşrinden yıllar önce artık ortaya çıkmıştı.
Yazar mensup olduğu mahallenin yaygın önyargılarını kitabına taşırken Hüseyin Cahit Yalçın’ın Atatürk devrinde “inkılapların yılmaz savunucusu” olduğunu söylüyor. Madalyonun öteki tarafını söylenmediği takdirde bu ifade gerçeğin sadece bir kısmını ifade etmektedir. Evet adı geçen kimse şapka kanundan önce şapka giymiştir, Latin harflerine geçmekte ısrarı yüzünden daha 1917’de Maarif Nazırlığını reddetmiş birisidir. Ama 1920’li yıllarda mevcut idarenin hoşuna gitmeyecek şeyleri yazabildiği için İstiklâl mahkemelerinde yargılanmış ve bedel ödemiş birisidir de. Bu hususa değinilmiyor. Dahası Hüseyin Cahit Yalçın’ın Demokrat Parti döneminde bazı hükümet icraatlarına karşı çıkması “mert biri değilmiş” nitelemesi için yeterli görülmüştür. (s. 24-25). Bütün bunların Emin Işık’ın kaleminden çıkması talihsizlik olmuştur.
Daha ötesi Emin Işık, 27 Mayıs’a dair yaptığı değerlendirmede askerdeki darbe heveslilerin dışında hemen her şeyin siyasette bütün vebalin münhasıran CHP’de olduğu tarzında tarafgir bir yorumu tercih etmiştir. İktidar partisinin mütehakkim, uzlaşmaz, muhalefete asla tahammül edemeyen yaklaşımının en azından darbe sürecini hızlandırdığını dahi yazmaya gerek görmemiştir. (s. 191-205)
Emin Işık’ın dünya görüşü tercihi için eleştirilmesi elbette doğru değildir. Ama bu kitapta kendi siyasi koordinatının hatırı için yazarın önemli bazı anakronizm denebilecek hatalar yaptığını da burada söylememiz gerekir. Yazar, 1929-1930 yıllarında Nurettin Topçu’nun Fransa’daki tahsil hayatını anlatırken anılan dönemde sanki Türkiye’de laiklik daha sonra alacağı şekli almış gibi bir anlatı kurgulamıştır. Buna göre o tarihte Nurettin Topçu üniversitede bir profesörle Fransa gibi laik bir ülkede bir din adamının üniversitede ders vermesini tartışmakta ve bunun laikliğe aykırı olduğunu ileri sürmektedir. Profesör de güya tamam siz Türkiye’de laikliği kabul ettiniz, bunun için bu kadar hassassınız demektedir. (s. 31-32) Yazar keşke laikliğin Türkiye’de ne zaman kabul edildiğini merak etme gereği duysaydı… Nurettin Topçu gibi keskin muhafazakâr bir çevrede yetişmiş bir delikanlıya daha laiklik ilan edilmeden keskin bir laiklik savunusu yaptırmazdı. Bunun basit bir kronoloji olduğunu söylemek işi çok hafife almaktır. Esas mesele bu tarz gerçeğe aykırı kurgular, yazarın anlattığı doğruların da sorgulayıcı bir gözle kitabı okuyanlarda gereksiz kuşkuya sebep olacağıdır.
Kitapta şahsen kuşkuya düştüğümüz başka bir anlatı da meşhur şarkiyatçı Massignon’un ağzından yapılan erken cumhuriyet dönemi Batılılaşma yönelimi eleştirisidir. Massignon sahasında büyük bir bilgindir şüphesiz, ama bir kilisenin de rahibidir diğer taraftan. Türk ve İslam’a bir ölçüde sempati duyması da imkânsız değildir. Ama bizler için yüreği yanan birisi gibi “Kendi kendinizi inkâr ve imha ederek mi Avrupalı olacaksınız? Bunun ne büyük bir yanlış ne büyük bir hata ve cinayet olduğunu biliyor musunuz?” dediğinin ileri sürülmesi ilgi çekicidir. (s. 33) Ama bu ifade ve benzerlerini meşhur şarkiyatçı beyan etmişse bunların 19. yüzyıl boyunca bütün önemli musibet ve felaketlerin Sultan 2. Mahmud’un sakalını kısa kestirmesi ve içki içmesinden kaynaklandığı gibi iddialar ileri süren Batılı yazarların yaklaşımından farklı olmadığını ifade etmemiz gerekir.
İşaret ettiğimiz bir kısım tarafgir ve aşırı genellemeci yaklaşımına rağmen bu kitabın okunmasını tavsiye edebiliriz. Rahmetli Abdülaziz Bekkine hakkında verilen bilgi ve yapılan değerlendirmeler dikkat çekicidir. Bir de Giritli gayretli Müslüman bir aileden gelip ancak eğitim için Avrupa’ya gönderilen orada Katolik rahip olan Mehmet Molla hakkında verdiği bilgiler dikkat çekicidir. Okuyucu üstün zekâ ve karakter sahibi bir değeri zayi etmemize yol açan iç bünyedeki zaafları ister istemez akla getiriyor.
Rahmetli Emin Işık Hoca bu eseri yayından önce farklı bir iki kişiye okutsaydı, eserin işaret ettiğimiz bazı maddi hatalar ve bunlara dayalı değerlendirmelerle malul olamayabileceğini söylemeliyiz.