GÜL TÂC-I HORAZ

“Gül tâc-ı horaz” Ne saltanatlı isim! Gül, çiçek demekmiş. Bizim “gül” dediğimiz çiçek ise “ıtırgül” burada. Bizim Ege’de horoza “horaz” der bazı hemşehriler. Bunu mahallî bir ağız, bir köy konuşması kabul etmişken Özbekistan’da “gül tâc-ı horaz” ahengiyle çıksın karşıma!


Paylaşın:

Pilav Riştan’da yenir, dediler.

Madem öyle, gidelim.

Riştan, Fergana Vadisi’nin küçük şehirlerinden biri. Rishton.

Lokanta deyince, gözümüzde canlanan bir mekân vardır. Üç aşağı beş yukarı birbirine benzer. Biraz küçük, biraz büyük veya çok daha büyük. Sandalyeleri ve masalarıyla, modern ya da klasik dekorasyonuyla, sade veya şık, manzaralı veya manzarasız,  bazen bahçeli bazen bahçesiz…. Bildiklerinizi unutun!

Kale gibi duvarla çevrili bir yere geldik. Chinor Choyxonası. Artık “o”ların “a” gibi okunacağını öğrendik! Çınar Çayhanası. Arabadan inip kale kapısından içeri girdik. İçerisi…. Ne desem? Yine “Bâbil’in asma bahçeleri” mi desem?… Burası bir lokanta değil, bir lokanta külliyesi. Lokantaya çayhana ya da aşhana diyor Özbekler. Çok geniş bir bahçe… Üstü üzüm asmalarıyla kapatılmış dar yollar, ağaçlar, çiçekler, merdivenler, havuzlar ve bahçenin her yanına dağıtılmış büyüklü küçüklü odalar, camla kapatılıp oda hâline getirilmiş kameriyeler… Kaç kişisiniz?  İki kişi iseniz ona göre küçük bir oda, dört kişi iseniz daha büyük bir oda, on beş kişi geldiyseniz daha da büyük bir oda. Ayrıca yer masalı oda mı istersiniz, yüksek masalı oda mı? Yer masalı odalarda ayakkabılar çıkarılıp yerden yarım metre yükseklikte kurulu minderli peykelerde oturuluyor. Ortalıkta hiç müşteri görünmüyor; çünkü herkes odalarda.

Bize ayrılan odaya girmeden önce, asmaların gölgesinde, başımızın üzerinde sallanan beyazlı, siyahlı üzüm salkımlarının altında yürümeye doyamadık.

Masanıza önce porselen yeşil çay demliği ve kulpsuz kâseler konuyor. Masanın en tecrübelisi -evde isek ev sahibinin görevi- oturur oturmaz demlikteki çayı kulpsuz kâselerden birine döküyor, sonra tekrar demliğe, tekrar kâseye… Üç kere tekrar ediliyor bu işlem. Lay, may, çay… diyorlar. Üçüncü tekrarda çay oluyor! “Menü” getirilmesine gerek yok! Pilav yiyeceksiniz! Yanında lokantanın uygun gördüğü garnitürler… Özbek pilavını tarife ne hacet!  İçinde yok yok! Başlı başına bir öğün. Dört dörtlük bir yemek ve burada da gerçekten lezzetli yapmışlar.

Bu çeşit odalı lokantaları önce Azerbaycan’da görmüştük, ama burası çok daha farklı, çok daha unutulmaz geldi bana. Bütün mekânın üstünü kaplayan asmalardan dolayı mı acaba?

Üzüm rica ettik. Garson delikanlı başımızın üzerinde sallanan salkımlardan birini koparıp, bahçedeki çeşmede yıkayıp, önümüze koydu!

Riştan’da sadece pilav pişmez, kil de pişermiş!

Buralar tarihî İpek Yolu üzerindeki şehirler. Her birinde bir hüner. Bir Özbek atasözü “Bir yiğide yetmiş hüner azdır.” dermiş. Riştan yiğitlerinin bir hüneri; kili, çömleği sanat eseri hâline getirmek. Buranın seramikleri meşhur. Lokantadan çıkınca şehrin seramik atölyeleri mahallesine gittik. En meşhur işletmelerden biri, bir aile şirketi Mingboshi Seramik. Seramik çiniden daha kalın bir dokuda, dolayısıyla daha dayanıklı. Pek çok ev ve mutfak eşyası var. Tabaklar, demlikler, tuzluklar, fincanlar, kâseler, vazolar…

    

Dükkân sahibi Muhtar Bey’in tanıdığı imiş, bizi de tanıttı:

“Mihmanlarımız Türkiye’den geldi…. Bunlar hem Türkiye hem Amerika fukaralarıdır.”

Ah Özbek Türkçesi! Fukara “vatandaş” demek! Bayıldım bu ifadeye! Q harfi ile yazılıyor, Fuqaro.

Bütün Türk lehçeleri aynı ana Türkçeden türediği için yabancı bir dil gözüyle bakamayız onlara. Elbette Türkiye Türkçesi ile aralarına asırlar ve mesafeler girmiş. Tabii ki bulundukları coğrafyaya göre farklı etkiler altında kalmışlar. Meselâ; Gagauzların, insanı şaşırtan o Anadolu Türkçelerinde, Rusça ile beraber Romence kelimeler var. Özbek Türkçesinde de Rusçadan ve Farsçadan alınmış kelimeler var. Horozibiği gördüm bir bahçede, kırmızı ile mor arası göz kamaştırıcı renkte. “Ne dersiniz bu çiçeğe?” dedim.

“Gül tâc-ı horaz”

Ne saltanatlı isim!

Gül, çiçek demekmiş. Bizim “gül” dediğimiz çiçek ise “ıtırgül” burada. Fakat “horaz” ifadesi çok ilginç geldi bana. Bizim Ege’de horoza “horaz” der bazı hemşehriler. Bunu mahallî bir ağız, bir köy konuşması kabul etmişken Özbekistan’da “gül tâc-ı horaz” ahengiyle çıksın karşıma! Doğduğum yerlerde duyduğum söyleyişi taa Özbekistan’da Fergana Vadisi’nde buldum. Bu buluşlar beni çok heyecanlandırır.

Onlar Türkiye Türkçesini öğrenecek, biz onların lehçelerini. Birkaç aylık iş! Türkçenin unuttuğumuz bazı kelimelerini, deyimlerini bulacağız onlarda. Onları alıp kullanacağız belki. Onlar bizde yeni kavramlar, kelimeler bulup alacak. Fakat ilk adım alfabedir. Anlaşmak, kaynaşmak, ilişkilerin artması, kolaylaşması, kültürel alışveriş… Bütün bunların ilk basamağı alfabe birliğidir.

Ben Fergana Vadisi’nde kaybolmuşken, internette bir basın bildirisi gözüme ilişti. Türk dünyası ortak alfabe komisyonu ortak bir alfabe üzerinde uzlaşmış. 34 harften oluşan Latin esaslı Türk alfabesi kabul edilmiş. Bu haberi Türkiye’de iken okusaydım çok sevinecektim. Fakat söz konusu coğrafyaların içinde olunca kara kara düşünmeden edemiyorum. Kabul edilen ortak alfabe gerçekten kullanılabilecek mi? Bu karar hayata geçebilecek mi? Bu davete icabet edilecek mi? Dirayetli, cesaretli, kesin kararlı, ileri görüşlü, bilge devlet adamlarına ihtiyaçları var. Böyle isimler var mı? Özbekistan Latin alfabesi için mesafe katetmiş denebilir. Daha önlerinde çok yol var, ama hiç değilse bu yönde gayret gösteriyorlar. Duvarlardaki, vitrinlerdeki, yollardaki; ilanlar, reklamlar, afişler ve tabelalar Latin alfabesi ile yazılı.

Fergana Vadisi’nde bir de Margilan şehri var. Özbekistan’ın ipek şehri. İpek üretimi, ipekli kumaş dokumaları, el işleriyle şöhret bulmuş. Bir hunarmandlar şehri! Margilan, sadece Özbekistan’ın değil bütün Orta Asya’nın kumaş dokuma merkezi. Hem satış yapılan hem ipek kumaşların imal edildiği atölyeler var. Bunlardan birini ziyaret ediyoruz. İçeride bir renk cümbüşü. Işıl ışıl kumaşlar ve dikilmiş kıyafetler…

Özbekistan, pamuk üretiminde dünyada altıncı sırada.

Özbekistan Devlet Başkanı Şevket Mirziyoyev’in 2016 yılında görevi devralmasından bu yana yapılan reformların en radikali, pamuk sektörünün özelleştirilmesi, dolayısıyla bu hayatî ürünün üretiminin artık tamamen özel şirketlere ait olması ve çok uzun yıllar boyunca ham pamuk ihraç eden ülkede 2017’den itibaren ham pamuk ihracatının yasaklanması.

“Beyaz altın” artık iplik, kumaş, elbise, mamul madde hâline getirilerek ihraç ediliyor. Bu kulağa hoş geliyor. Daha çok kazanç! Peki, çiftçiler için her şey güllük gülistanlık mı artık? Ne yazık ki değil! Yüzyıla yakın devam eden devlet odaklı sistemden özel sektör sistemine geçişin getirdiği yolsuzluklar, haksızlıklar, adaletsizlikler, kayırmacılıklar konuşuluyor. “Devlet tekeli yerine özel sektör tekeli oldu.” diyorlar. Sovyetler döneminin kolhozları, savhozları yerine, onlara benzeyen büyük işletmeler var. (Klaster. İngilizce Cluster) Şu anda 142 adetmiş. Bu sene bir milyon hektar araziden yaklaşık 4 milyon ton ham pamuk bekleniyor. Tarım toprakları devletin. Uzun süreli olarak vatandaşa kiralanıyor. Öncelikle de o büyük pamuk işletmecilerine. İhalelerin şeffaf olmamasından, devlet bankalarının o işletmelere kredi sağlama kolaylıklarından dolayı tohum, gübre, ilâç, yakıt gibi girdilerin bu işletmelere ucuz fiyattan satılmasından şikâyet var ve bu işletmelerin başındakilerin “kimler” olduğu da soru işareti. Küçük çiftçiler, o büyük işletmelere bağımlı olarak tarım yapabiliyor ve dar boğazdalar. Fakat hiç değilse çocuk işçiliği ve zorla çalıştırma artık ortadan kalkmış durumda. Yüzyıla yakın devam etmiş Sovyetler devrinden sonra her işin rayına oturması o kadar kolay değil!

Margilan’daki mağazayı dolduran, birbirinden göz alıcı ve göz kamaştırıcı renkler, o pırıltılar, ışıltılar, desenler, ipekler, pamuklar, atlaslar, adraslar…. Arkalarındaki sıkıntıyı gizliyor.

Yazar

Ayşe Göktürk Tunceroğlu

2 Yorum

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar