Yükleniyor...
Bu yazı , Kubbealtı Akademi Dergisi’nde Fatih Erbaş imzasıyla yayınlanmıştır.
Türklerin 1080’lere târihlenecek şekilde denizcilikle, Anadolu’ya geldikten hemen sonra ilgilendiklerine dâir hikâyeler söz konusudur ancak gerçek ve düzenli bir Türk deniz gücünden bahsedebilmek için Osmanlı Devleti’nin topraklarını genişletmesini, hem Anadolu’da hem Rumeli’de topraklarının olmasını, Karadeniz, Ege ve Akdeniz kıyılarına doğru uzanmasını beklemek gerekecektir. Bu yönü ile değerlendirildiğinde, denizcilik ve Türk ilişkisinin en sağlıklı bir şekilde başlatılacağı dönem Fâtih Sultan Mehmet dönemidir. Ondan önce özellikle denize kıyısı olan Türk beyliklerinin denizle birbirlerinden bağımsız ilişkileri söz konusudur. Osmanlı Devleti ilhak ettiği Türk beyliklerinin denizci tecrübelerinden de yararlanarak kendi denizciliğini oluşturmuştur. Osmanlı deniz stratejisinin özünün iktisâdî ve ticârî olduğu düşünülür. Bu iddiaya göre Osmanlı pâdişahları denizlerdeki ve karalardaki silâhlı unsurlarını Avrupa’nın batısından Hindistan’a kadar uzanan ticâret yollarını kontrol için kullanmışlardır. Bu stratejinin Fâtih ile başladığına inanılır.
Denizciliğin oluşturulmasının ve büyütülmesinin bir zorunluluk olduğunu şöyle ifâde etmek mümkündür; eğer Ege ve Karadeniz kıyılarına ulaşılıyorsa ve devletin toprakları deniz tarafından bölünüyorsa denizle irtibat bir zorunluluktur. Bundan başka olarak, Akdeniz’de var olan Venedik ve Cenevizlilerle ve de korsanlarla mücâdele etmek, bir hayâtî zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Öte yandan Hint Okyanusu ve Kızıl Deniz’de ortaya çıkan Portekiz tehdidi devleti o bölgede tedbir almaya zorlamış, bunun netîcesinde Süveyş’te tersâne kurulmuş ve o bölgedeki donanma unsurları Süveyş ile Mısır Kaptanlığı adıyla müstakil bir yapıda hizmet vermiştir. İşte bu sebepler, Osmanlı’nın denizci geçmişinin ana gerekçelerindendir. Bu meyanda denizci ve kahraman bir neslin varlığına da ayrı bir sayfa açmak bir gerekliliktir.
Kara ordusu ile donanmanın hem algısında hem etkisinde hem de hareketinde farklılıklar vardır. Kara ordusu ancak bir harp var ise hareket eder. Bunun basit bir nedeni vardır; kara orduları devletlerin egemen topraklarında yer alırlar ve hareket etmeleri için ya başka devletin egemen haklarını ezmeleri gerekir veya işbirliği yapmaları gerekir. İşbirliği durumunda dahi egemenliğin zedelenmesi söz konusudur. Halbuki donanma öyle değildir. Donanmanın kimseye âit olmayan alanlarda yer alması veya hareket etmesi mümkündür. Nitekim Osmanlı donanması önceleri senede iki defa sonraları bir defa sefere çıkmayı alışkanlık hâline getirmiştir. İlkbaharda sefere çıkan donanma, sonbaharda geri dönmektedir. Donanma sefere törenle çıkmakta, dönüş de törenle olmaktadır.
Osmanlı Devleti’nin deniz ve donanma ile olan ilgisindeki değişimi II. Beyazıt dönemine götüren târihçiler olduğu gibi II. Mehmet zamanına götürenler de vardır. John B. Hattendorf’a göre Osmanlı’nın donanma anlayışı Fâtih Sultan Mehmet ile birlikte değişmiştir. Buna göre, 1453’e kadar denizlerde vur-kaç taktikleri ile savaşan Türkler, İstanbul’un fethinden sonra; adaların üs olarak önemini, kontrol noktalarının önemini ve deniz ulaşım hatlarının kontrolünün önemini anlamışlardır. Bu anlayış değişikliği daha büyük gemileri, daha büyük filoları, daha iyi koordinasyonu ve daha büyük başarıları berâberinde getirmiştir.
Osmanlı Doğu Akdeniz deniz ticâretine hâkimdi. II. Bayezid zamânında buralarda deniz ticâretini yönetiyor, koruyor ve vergiye bağlıyordu. Bu dönemde Mısır’daki Memluklularla hâkimiyet adına on yıl süren (1481-91) bir savaş yaşanmıştır. 1499’da da yine Doğu Akdeniz’de Venediklilere karşı zafer elde edilmiştir. II. Bayezid dönemi, bir yandan deniz hâkimiyetini genişletme, diğer yandan da donanmayı büyütme dönemi olmuştur. Bu dönemde Osmanlı üç donanmayı idâre etmiştir. Birincisi İstanbul’daki donanma, ki bu donanmanın büyük unsurlarını ihtivâ etmektedir. İkincisi Adalar denizi ve Doğu Akdeniz’deki küçük kadırgalardan müteşekkil donanma ve sonuncusu da Mağrip ülkelerinin İstanbul’a tabi yarı bağımsız donanmaları… İspanyolların da bir daimi donanmaları ve bir de kaptanların gemilerinden oluşan ve harp zamânı katılan donanma söz konusu idi. Hem Osmanlı hem de Habsburglar (İspanya) denizde stratejik bölgelerin önemini kavramış devletlerdi. Ayrıca özellikle Kānûnî Sultan Süleyman donanma ile kara ordusunun koordineli harekâtını başarı ile ilk uygulayan komutanlardan olmuştur.
Osmanlı devleti sınırlarının zirvesine ulaştığında yedi deniz tarafından çevrilmiş durumdaydı. Bunların içinde Karadeniz ve Marmara mutlak kontrol altındaydı; Ege, Doğu Akdeniz ve Kızıl Deniz etkin olarak kontrol altındaydı; İran Körfezi ve Hint Okyanusu Osmanlı’nın mücâdelesini sürdürdüğü denizlerdi. İşin ilginç tarafı, Osmanlı Devleti zirve noktasını geçtikten sonra Ege ve Doğu Akdeniz’de tam hâkimiyet sağlayabilmiştir.
Akdeniz hâkimiyetini Romalıların kaybetmeye başladığı dönemlerde deniz ticâretinde rol almaya başlayan temel unsurlar Venedik, Ceneviz ve Türkler olmuştur. 16’ncı yüzyıl Akdeniz’de büyük tutkuları olan imparatorların mücâdele ettiği bir yüzyıl olmuştur. Bir yanda Osmanlı Devleti’nin sınırlarını hem batıya hem de doğuya doğru genişletmeye çalışan Yavuz Sultan Selim ve Kānûnî Sultan Süleyman, diğer yanda ise Osmanlı’nın Akdeniz hâkimiyetinin de etkisi ile okyanuslarda, Afrika’da yeni hedefler belirleyen önce İspanyollar ve Portekizliler; sonra Fransa ve İngiltere, onlardan hemen önce de Hollanda… Bu arada Vatikan’ı da ayrı bir kuvvet çarpanı olarak hesâba katmak gereklidir. Çünkü Haçlı Seferleri göstermiştir ki Vatikan gerektiğinde Hristiyanları bir hedefe doğrultma kapasitesine sâhiptir.
Kānûnî Sultan Süleyman’a ayrı bir paragraf açmak bir zorunluluktur. Donanmayı bir diplomasi aracı olarak kullanması açısından ve Türk olmakla birlikte bağımsız hareket eden Barbaros kardeşler ve onların yetişmiş denizcilerini Osmanlı’nın emrine almayı başarmak sûretiyle devletinin deniz gücünü bir anda kat be kat artırmayı başarmış ve aynı zamanda devletinin sınırlarını genişletmiş bir hükümdar olması bakımından Kānûnî Sultan Süleyman özel önemi hâizdir.
16’ncı yüzyıl Osmanlı Devleti’nin denizlerde ve karalarda en üst seviyeye geldiği ve düşüşe geçtiği bir dönemdir. 1538 Preveze, 1560 Cerbe ve 1570 Kıbrıs Osmanlı’nın zirveleridir. 1564 Malta yalpalama, 1571 İnebahtı ise yere düşmedir. Muhâsımların Osmanlı’nın da yenilebileceğini anladığı bir savaştır. Savaşın kaybedilmesinin görünür sebepleri arasında Osmanlı donanmasının karacı komutanlara (Pertev Paşa, Muezzinzâde Ali Paşa) emânet edilmiş olması bulunsa da tek sebep bu değildi, kuşkusuz. Donanmanın devamlı seferlerden yorgun düşmesi, muhâsımların yenme arzusu, eğitimli personelde meydana gelen azalma gibi başka geçerli sebepler de mevcuttu. Her ne kadar İnebahtı olumsuz anlamda bir dönüm noktası ise de ondan neredeyse yüz yıl sonra dahi Osmanlı denizcileri yeni arayışlar peşindedirler. Atlas Okyanusu’nda korsanlık faâliyetleri, İrlanda’da bir bölgenin (Londi Adası) işgali, Danimarka ve İzlanda sâhillerinin yağmalanması bu türden örneklerdir. Bu türden mevziî başarılar sürekli olamamıştır. Bunda en büyük neden Osmanlı’nın o günün dünyâsı sayılabilecek bölgeye ve onun ticâretine hâkim olmasıdır. Aradığı her şeyi bulan ve muhâsımları tarafından fazla rahatsız edilmeyen (ki muhâsımlar o dönemde yeni yerler keşfetmekte ve Osmanlı’nın hâkim olduğu dünya dışında ticâret kaynakları bulmak derdindedir.) Osmanlı, diğer taraftan orduları ile birlikte hareket etmekten vazgeçen sultanların idâresi dönemine girmiş ve bu durum denizlerde gerilemenin de temel sebeplerinden olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin denizci bir devlet olup olmadığı hep tartışılagelmiştir. ABD’li târihçi Palmira Brummet “Osmanlı Deniz Gücü” isimli eserinde ifâde etmektedir ki Osmanlı Devleti, iktisâdî menfaatlerle hareket eden tüccar bir devletti. Ticâreti; başlangıcından varacağı yere kadar kontrol edecek büyük bir deniz gücüne sâhip olmayı hedeflemiş ve bunu başarmıştır. Bu sâyede de Doğu Akdeniz’in Yavuz Selim zamânından îtibâren kontrolü Osmanlı Devleti’ne geçmiştir.
Brummet’a göre Osmanlı Devleti’ni büyük bir denizci güç kılan en önemli sebeplerden biri de bizâtihi devlet yöneticilerinin deniz ticâreti yapmalarıdır. Dolayısıyla Osmanlı Deniz harplerinin nedenlerinden biri olarak aslında devlet yöneticilerinin kendi ticârî menfaatlerinin korunmasını göstermektedir. Bu bakış açısı, her ne kadar Osmanlı Devleti’nin yüce amaçlar değil, bir takım menfaatler peşinde büyüdüğünü gösteren bir bakış açısı olsa da devletin deniz gücüne önem verdiğini göstermektedir. Burada âşikâr olan bir durum vardır ki Osmanlı Devleti, deniz gücüne en azından bir dönem, çok önem vermiştir. Sâdece sebeplerinin ne olduğu tartışmalıdır.
Osmanlı’nın güçlü bir donanma ihtiyâcının en önemli sebeplerinden biri sâhip olduğu toprakları hâkimiyeti altında tutabilme gerekliliğidir. Avrupa’nın müdâfaası Akdeniz’den, Mısır ve civârının müdâfaası Kızıldeniz’den ve hatta Basra’dan başlıyordu. Bunun gereklerini yerine getirebilmek için de büyük bir bahriye ve onu idâre edecek bir teşkîlâta ihtiyaç bulunmakta idi. Osmanlı Devleti bu ihtiyâcı görmüş ve teşkîlâtlanmasını buna göre geliştirmiştir. Alt yapı geliştirilmiş (tersâneler vs), gemiler yapılmış, hazır güçler (Barbaros gibi) bünyeye katılmış, işbirliğine (Fransa ile olduğu gibi) gidilmiş ve gereken fetih hamleleri yerine getirilmiştir.
Tarihçi Zeki Arıkan, Osmanlı Devleti’nin Fransa ile işbirliğini ittifak olarak tanımlamaz. Sadece XVI’ncı yüzyılda Fransa’nın İspanya- Alman İmparatorluğu’na karşı müdâfaası için kısa süreli oluşturulan işbirliğini ittifak olarak tanımlamaktadır. Bu süreçte bilindiği gibi Barbaros ve leventleri bir kış boyunca Fransa’da, Toulon’da ve Nice’de ağırlanmışlardır.
Osmanlı’nın denizlerde ve karalardaki şaşaalı dönemi, yine gücünün zirvede olduğu bir dönemde 16. yüzyılın ortalarında sona ermeye başlamıştır. Gerilemenin habercisi Pîrî Reis’in Hint Okyanusu’nda Portekizliler karşısında başarısızlığı (1554), işâret fişeği başarısız Malta kuşatması (1565) olmuş, gerilemenin mührü ise İnebahtı yenilgisiyle (1571) vurulmuştur. Bundan sonra Osmanlı mevziî başarılar elde etmiş olsa da gerilemeyi önleyememiştir.
* Bu yazı ve yayımlanmış diğer tüm yazılarını MİSAK’ta yayınlama hakkı veren Kubbealtı Akademi Dergisi’ne teşekkür ederiz.