12.05.2025

Bir babanın çığlığı ve sağlıkta şiddet

Aşırı toplumsal eşitsizlikler ve siyasi kutuplaşmalar olduğu sürece, kişisel ve kolektif kızgınlıklar ve öfkeler, egemen siyasetin gölgesinde muhalif olduğu düşünülen eğitimli, bilgili ve yüksek kültürlü kesimlere yönelik şiddet katarsisi artarak sürecektir.


22 Ağustos 2022 günü Muğla-Menteşe’de, sabahın erken saatlerinde, karşı apartmanın giriş kapısında genç bir baba, kucağında üç yaşındaki çocuğu olduğu hâlde, bütün hücrelerinin katıldığı bir çığlık ile “İmdat!… İmdat!… Çocuğum ölüyor!… Doktor yok mu?” diyerek bağırıyor. Anne olduğu anlaşılan genç bir hanım “yavrum! yavrum!” diye çırpınıyor. Millet olmanın tam bir göstergesi olarak çevredeki apartmanlardan hanım-erkek genç insanlar koşarak toplanıyor. Yardıma koşan genç insanların bir kısmı cankurtaran çağırmak üzere telefonlara sarılırken, bir kısmı da nasıl yardımcı oluruz çabalarıyla genç baba ve anneye destek olmaya çalışıyorlar. Bunlar arasında, komşumuz genç bir hanım doktor, sanki kendi evladının canına yetişirmiş gibi koşarak, cankurtaran gelmeden ilk canlandırma müdahalesini yapıyor. Çocuk, âdeta yeniden can kazanıyor ki boynu düşmüş ve hiç ses vermeyen çocuktan ağlama sesleri geliyor; genç anne ve baba “Biz buradayız!” diyerek çocuklarına güven vermeye çalışıyorlar. Aslında, hiçbir anne ve baba, çocuklarının ağlamasına dayanamaz. Herhâlde, bu anne ve baba için çocuklarının bu andaki ağlama sesi, hayatlarında alabilecekleri en büyük armağan olmuştur.

O genç Türk Hekimi, iyi ki hiçbir yere gitmemişti! Yoksa, o Türk Çocuğu yeniden nasıl can bulurdu!…

Toplumsal varlığın temeli sağlıktır

Bütün ekonomik ve toplumsal süreçlerin temeli, sağlıklı bireylere dayanmaktadır. Belirli girdiler (bilgi, beceri ve malzeme vb.) aracılığıyla yeni katma değerler yaratan her türlü insan etkinliklerine ilişkin süreçlere katılan kişilerin sağlıklı olması gerekir. Söz gelimi, çalışma yaşamında fiilen yer almak için yapmayı düşündüğü işi yapabilecek kadar sağlıklı olmalıdır. Aslında, her bir kişinin toplumun bireyi olarak her türlü etkinliğe fiilen katılabilmesi yine sağlıklı olmasına bağlıdır.

Bütün toplumsal olayların öznesi olmak için sağlıklı olmak zorunluluğu keyfî bir durum olmayıp, toplumsal yaşamın bir zorunluluğudur. Varsayım olarak, belirli bir toplumun bütün bireyleri hasta ya da iş göremez durumda olsa o toplum tümden -bir insan bedeninin tümden felç olması gibi- bitmiş ve tükenmiş demektir. Gerçekte böyle bir şey olmayacaktır ama her toplumda belirli kişiler, bir biçimde hasta olabilir, biyolojik ve psikolojik bütünlükleri bozulabilir. Hatta, gerekli hekimlik ve sağlık hizmetleri alarak iyileşmezler ise ölümcül bir sonuca maruz kalabilirler. Bu bağlamda, toplumsal varlığın önceki kuşaklardan daha sonraki kuşaklara sağlıklı ve dengeli bir biçimde ulaşmasının, “millet ve devlet” olgusunun güçlü bir biçimde devam etmesinin en sağlam güvencesi, hekimlik ve sağlık hizmetlerinin kalitesi ve sürekliliğidir.

Hekim kavramının asıl kökeni “Hikmettir”

“Hikmet”, Tanrı’nın, başta insanlar olmak üzere bütün canlılar ve evrendeki her oluşumun yaratılışına koyduğu sonsuz ve sınırsız neden-sonuç ilişkiler sistemini temsil eden bir kavramdır. Hekimlik, tıp bilimi aracılığıyla yaratıcının insan bedenine ve aklına koyduğu sırların öğrenilmesi ve ortaya bir dengesizlik çıktığında bu sıkıntıların giderilmesi yönünde çözümler üretilmesi etkinlikleridir. Bu yüzden, ancak çok zeki ve iyi eğitilmiş insanlar hekim olma başarısını gösterebilir.

Hekimlik ve sağlık hizmetleri, birey ve toplum özgürlüğünün de güvencesidir. Sağlıklı olmayan her kişi, en azından iyileşme süresinde başka insanlara bağımlıdır. Hasta olan ve iyileşmesi bakımından hareketlerinin çok önemli bir kısmı kısıtlı olan kişilerin, kendi özgür iradeleriyle hareket edebilme imkânları olmayacaktır. Gerçekten özgür ve bağımsız bir birey olmak isteyen her kişi, öncelikle ve zorunlu olarak sağlam bir bedensel, zihinsel ve duygusal bütünlüğe sahip olmalıdır.

Her toplumda insanların bir kısmı hasta olabilir. Ancak, sosyo-ekonomik düzeyi düşük olan, kaliteli hekimlik ve sağlık hizmetleri alamayan toplumlarda, hekim başına düşen hasta kişilerin oranı oldukça yüksek olmaktadır. Toplam nüfus içinde hastaların sayısının fazla olduğu ve kaliteli sağlık hizmetlerine erişme konusunda birçok kısıtın bulunduğu toplumlarda, en azından hasta sayısı kadar insan özgür değil demektir. Toplumsal özgürlükleri kısıtlama yönünde arzulu olan otoriter sistemlerde, hekimlere ve sağlık kurumlarına yönelik soğuk bakışı veya duyarsızlığı, biraz da bu çerçeveden değerlendirmek mümkündür. Otoriter yönetim sistemleri için hasta olan ve hastalıkla uğraşan insanları yönetmek her zaman daha kolaydır. Buna karşılık, hekimlik, insanlık tarihi boyunca toplumdaki en zeki ve özgür insanların yürütebileceği bir meslektir. Nitelikli hekimlerin özgürlüklerine düşkün ve entelektüel düşüncelere yatkın olmaları, kendi mesleklerinin vazgeçilmez nitelikleri arasında sayılır.

Doktorlara yönelik şiddetin psikanalitiği

Toplumsal varlığın sürekliliğinde son derece değerli olan, bilgi ve becerileriyle insanlara yardımcı olan hekimlere ve sağlıkçılara neden saldırılar olur? Üstelik bu hizmetlerin ve edimlerin, eğer üfürükçülere ve şarlatanlara inanılmıyorsa, hiçbir başka alternatifi de yoktur. Bu saldırganlığın ve şiddetin arka planında, patolojik bir biçimde kişisel ve kolektif bilinçaltında bastırılmış kıskançlık duygularının varlığı söz konusu olmalıdır. Bu çerçevede, hekimlere ve diğer sağlıkçılara yönelik şiddet davranışlarının arkasında, psikolojide “Tepki Oluşumu” adı verilen savunma mekanizmasının patolojik bir evreye ulaşmış hâlinin olduğu düşünülebilir.

Tepki Oluşumu Davranışı: Çok ulaşılmak istenip de bir türlü ulaşılamayan amaçların eksikliğinin yarattığı ezikliği hafifletmek maksadıyla çok arzulanan şeye karşı olumsuz duygu ve düşünceler geliştirmek davranışıdır. Söz gelimi, gerekli yeteneğe ya da uygun fırsatlara sahip olmadıklarından dolayı doktor olamayan kişiler, bu gözde mesleğin mensuplarına karşı açık ya da örtülü bir hınç duygusu hissedebilirler. Burada kişiler, sahip olamadıklarının ezikliğinin acısını sessizce yaşamak yerine, bu ezikliğin yarattığı olumsuz duygu ve saldırganlık enerjilerini, kendi olmak isteyip de olamadıkları şeyi olmayı başarmış başka kişilere aktararak, kendi iç huzursuzluklarından kurtulmaya çalışmaktadırlar. Savunma davranışları içinde en karmaşık kavramlardan biri olan tepki oluşumu, güzel ve görkemli Türkçe’mizde metaforik olarak çok basit bir biçimde şöyle anlatılmaktadır: “Tilki, yetişemediği üzüme koruk der.”; “Kedi, yetişemediği ciğere kokmuş der.”

Hekimlere yönelik şiddet eylemlerinin faillerine bakıldığı zaman, görünüşte kendileri ya da yakınlarıyla yeterince ilgilenilmediği için bu saldırıları yaptıklarına ilişkin yaygın bir iddiada bulunulmaktadır. Bu şiddeti gösteren kişiler, çoğunlukla ya yüksek bir eğitim ve kültür düzeyine sahip olamayacak kadar yeteneği olmayan kişiler ya da içinde bulundukları sınıfsal durum gereği böyle bir eğitim fırsatı bulamadığından dolayı derin bir hayal kırıklığı yaşamış olan kişilerdir. Her iki durumda da hekimlere saldıran ve şiddet gösterenler, hayatta her şey olsalar bile, artık asla hekim olabilme yeteneği olmayan ya da bu fırsatı bulamayan kişilerdir. Böyle olduğu için de, bilinçaltlarındaki eziklik ve hınç duygularını, en çok olmak istedikleri şeyi olanlardan çıkarmaya çalışmaktadırlar. Hekimlere saldıranların, kendileri ya da yakınlarıyla yeterince ilgilenilmediği ve onların “engellenmişlik” duygularından doğan öfke ve kızgınlıklarının, hekimlere yönelik şiddete dönüştüğü biçiminde açıklamalar yapılmaktadır. Oysa, bu açıklama son derece yanıltıcı ve tutarsızdır. Çünkü, hekimlere karşı saldırganlık gösteren kişiler ve gruplar, yaşama şartları ve sınıfsal durumları gereği doğdukları andan itibaren hem kişisel hem de toplumsal olarak yüzlerce ve hatta binlerce “engellenmelere” yani hayal kırıklıklarına uğramışlardır. Gelir düzeyleri oldukça düşüktür; kendilerine binlerce yalan söylenmiş ve bunlar sayısız bir biçimde aldatılmış, epeyce aşağılanmış ve azarlanmışlardır. Muhtemeldir ki haksız yere birçok defalar incitilmiş veya şiddete uğramışlardır. Bu zamana kadar olan “engellenmeler” karşısında, en azından daha fazla sorun ve “bela” ile karşılaşmamak için bütün bunları sineye çeken kişiler, neden hiç de haklı olmadıkları basit nedenlere dayanarak hekimlere ve sağlıkçılara saldırsınlar ki!…

Suçlar cezasız kalınca!…

İnsan davranışlarının motivasyonlarını açıklayan “pekiştirme teorisine” göre, ortalama her kişinin belirli durum ve şartlarda ortaya koyacağı davranışlarının en önemli belirleyici etkeni, bu davranışı göstermenin sonucunda karşılaşmayı umduğu olası durumlardır. Bu bağlamda, ortalama bir kişi, göstereceği davranışın sonucunda olumlu ve iyi şeylerle karşılaşacağını bilirse, bu davranışı gelecekte de sürdürür. Buna karşılık, göstereceği davranışın sonucunda olumsuz karşılıklar (söz gelimi cezalar) olacağını bilirse bu tür davranışlardan sakınır. Hekimlere yönelik haksız saldırıların, en azından mevcut yasalar çerçevesinde bile, bu saldırıları sonlandırmaya yetecek kadar cezalarının olmasına rağmen bu karşılıkların görülmemesi, şiddetin sürdürülmesinde en belirleyici etken sayılmalıdır. O zaman, buradaki kritik soru şu olmalıdır: Neden, hekimlere yönelik saldırılar karşısında mevcut ceza sistemi, bu eylemleri etkili bir biçimde sonlandırmayı ya da azaltmayı sağlayacak kadar işlemiyor?

Aşırı toplumsal eşitsizlikler ve siyasi kutuplaşmalar olduğu sürece, kişisel ve kolektif kızgınlıklar ve öfkeler, egemen siyasetin gölgesinde muhalif olduğu düşünülen eğitimli, bilgili ve yüksek kültürlü kesimlere yönelik şiddet katarsisi artarak sürecektir. Kızgınlık ve öfke duygularına sahip olamayıp olur olmaz saldırganlık gösteren kişi ve gruplar, yanılarak olsa bile kendilerine zarar geleceğini bildikleri yerlere ve kesimlere karşı oldukça sabırlı ve hazımlıdırlar. Bu yüzden, mevcut hukuki kurallar işletilirken, her düzeydeki ve konumdaki kişi ve grupların, bilgisizlikten çılgına dönmeye yatkın kişilerin şiddetini besleyici, azmettirici ve destekleyici söz ve eylemlerinin de cezai sorumluluğu olmalıdır.  Ayrıca, özellikle yetişmesi ve yetiştirilmesi oldukça zor olan kıymetli meslek sahiplerine saldıranlar hak ettikleri cezayı görmelidir. Başka bir deyişle, bilgi sahiplerinin, bilgisiz ama kıskanç kişilere ezdirilmesine fırsat verilmemelidir.

Sonuç olarak, “bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” buyruğunun, toplumsal vicdandaki izdüşümü olan “marifet, iltifata bağlıdır” özdeyişi doğrultusunda, hekimlere ve diğer sağlık çalışanlarına hak ettikleri ücretler verilmeli ve onların hak ettikleri takdir ve saygı gösterilmelidir.

Yazar

Feyzullah Eroğlu

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar