Yükleniyor...
Türk Milleti’nin sosyal örgütlenmesi, aile- millet ekseninde şekillenen bir sosyal gelişme evrimine sahiptir. Bu ana eksene aykırı olarak, hayali bir ümmet inşası için cemaat tipi oluşumlar kanalıyla ‘milliyet’ bağını gevşetmek, büyük bir ihtimalle hem aile yapısının hem de millet bütünlüğünün çözülmesiyle sonuçlanacaktır. Bu durum, ülkeye bilerek sokulan milyonlarca işgalci nüfusun varlığı ile birlikte düşünüldüğünde, Türkiye’nin ‘Arabesk’ bir toplum olmaya doğru sürüklendiğini gösteriyor.
Milletlerin, toplumsal varlıklarını huzur içinde sürdürmeleri, büyük ölçüde cemaat tipi topluluklardan ‘millet’ olma aşamasına erişmiş olmalarına bağlıdır. Tarihsel süreç içinde, sosyal bütünleşme ile milletleşme süreci arasındaki ilişkinin genel seyri konusunda Arap soylu toplulukların sosyolojisi oldukça ilgi çekici bir örnektir.
İnsanlık tarihinin, bilinen en bölük pörçük ve köleci toplum yapılarından birisi de, Hz. Muhammed’in Elçilik görevinin geldiği zamandaki Arap toplulukları olarak bilinir. Ekonomik ve sosyal kaynaklar, birkaç zengin kabilenin elindeydi. Bunlar, yöneticilik ve dini önderlik konumlarını da üstlenerek diğer bütün zayıf kabileleri köleleştirmişlerdi. Gelişmiş bir dil dışında, parçalanmış sosyal yapının birlik ve bütünlüğünü sağlayacak hemen hiçbir ortak ve ulusal değer yargıları da yoktu (Bilgiseven, 1985, 385).
Rahmetli Hocamız, Prof.Dr. Âmiran Kurtkan BİLGİSEVEN’e göre, İslâmiyet’in en büyük mucizelerinden birisi Kur’an ise ikincisi bu kadar parçalanmış, kabileci ve köleci toplulukların, hiç olmazsa en son Elçi’nin hayatta olduğu süre içinde nispeten belirli bir ‘millet’ olma aşamasına gelmesidir. Hz. Muhammed, İslâm’ın özünü oluşturan ‘Tevhit’ ve ‘Tek Varlık’ mesajıyla ‘zengin’ ve ‘yoksul’ olarak parçalanmış toplulukları, birleştirici bir anlayış doğrultusunda bütünleştirmeye çalışmıştır. İnsanları, yer yüzünde haksızlık, adaletsizlik, ahlaksızlık yapmamaya; diğer insanlara ve başka varlıklara zarar vermemeye; mümkünse başkalarına ‘iyilik’ yapacakları bir hayat inşa etmeleri yönünde çağrıda bulunmuştur. Hz. Muhammed, doğrudan Kur’an’dan aldığı ilham ile ‘ne bireyin topluma, ne de toplumun bireye’ feda edilmediği bir sosyal bütünleşme düzeni kurma konusunda ciddi çaba göstermiştir (Bilgiseven, 1990, 5-6).
Hz. Muhammed’in büyük çaba gösterdiği tevhitçi anlayış doğrultusunda, ayrı kabileler şeklinde bölünmüş Arap toplumu, en azından onun hayatta olduğu süre içinde bütünleşme eğilimi göstererek ‘millet’ olma aşamasına gelmiştir.
Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği İslâmiyet’in sosyal bütünlük hedefi, sadece dar bir sahabe grubu tarafından içselleştirilmiş olmalı. Allah Elçisinin vefatından hemen sonra başlayan iktidar kavgaları, toplumun büyük bir kesimini içine çekerek geçmişteki çatışmacı gelenekleri yeniden kışkırtmıştır. Çok kısa bir sürede çok şiddetli bir parçalanma yaşanmış ve çok sayıda sahabe iç çatışmalarda öldürülmüştür. Çok sayıda Arap’ın, çok hızlı bir şekilde eski kültür kalıplarına ve alışkanlıklarına, daha şiddetli bir şekilde döndükleri görülmüştür. İnanç kaynaklarının, ‘kitabî’ ve ‘aklî’ olmayıp, çoğunlukla atalar kültürünün gölgesinde kalması nedeniyle Arap kabileleri arasındaki çatışma gelenekleri, bu defa da çeşitli inanç toplulukları üzerinden yürütülmüştür. Bu iktidar çatışmalarının en şiddetli tarafı ise -eski konumlarını yeniden ele geçirmek maksadıyla olsa gerekir- Ebu Süfyan’ın kabilesi olmuştur.
Akılcı düşünce ve bilimsel zihniyete dayalı yüksek kültür yaratan toplumlar, milletleşme konusunda ileriye doğru bir gelişme göstermektedir. Bilimsel bulgularla çelişmeyen Kur’an’ın temel öğretilerinin ‘tevhitçi’ özüne riayet edildiğinde de milletleşme sürecinin yaşanabilir olduğu bizzat Arap toplulukları üzerinden ortaya çıkmıştı. Ancak, Hz. Muhammed sonrasında yaşanan tarihsel olaylar gösteriyor ki Arap toplulukları eski kültürel alışkanlıklarına dönmeleriyle birlikte yeniden bölük pörçük bir toplum haline gelmiştir.
Toplumsal değişmelere ilişkin deneyimlere göre, devrim niteliğindeki kültür değişmelerinde, yeni kültür öğeleri toplumun önemli bir kesimi tarafından içselleştirilmediği zaman, bastırılmış eski kültür kalıpları yeniden gün yüzüne çıkıyor. Eğitim yoluyla daha iyisi toplumca içselleştirilemez ise geçmişin kötüsü -her bastırılmış bilinçaltı eğilimi gibi- çoğu zaman geri geliyor. Bu eski kültür öğeleri, yeniden geldiklerinde artık daha fazla bozulmuş halde ve hayalet gibi oluyor (Dellaloğlu, 2013, 35).
Aslında, toplumsal değişmenin yönü, normal şartlarda ileriye dönük bir gelişme eğilimine sahiptir. Ancak, sosyal değişmeler, akılcı düşünce ve bilimsel zihniyete doğrultusunda desteklenmez, ayrıca çıkar topluluklarının ayrıştırıcı kültürel etkileriyle ket vurulursa sonuçta toplumsal çözülme kaçınılmaz oluyor.
‘Arabesk’, Batılı sanat çevrelerinin, birbirinin içine girip çıkarak dönüp duran karışık bir süsleme tarzına verdikleri bir kavramdır. Avrupalılar, bu süsleme tarzını ilk defa Araplar kanalıyla tanımış olmalarından dolayı bu tarza ’Arabesk’ adını vermişlerdir (Ayvazoğlu, 1989, 108). Gündelik dilde, ‘arabesk’ sözcüğü, belirli bir düzeni ve ahengi olmayan ‘karma karışık’ ilişkileri, olayları ve durumları tanımlamak için kullanılır. Türkiye’de şekillenen popüler kültürün doğuşunda Arap müziğinin önemli bir etken olması nedeniyle bu popüler müziğe ve yaşam biçimine ‘arabesk’ adı verilmişti. Arabesk kültür, büyük ölçüde kuralsızlığı, karışıklığı ve düzensizliği temsil etmektedir.
Pratik olarak kök değerlerden ve kimlikten kopuşun bir sonucu olarak ortaya çıkan arabesk kültür kavramından esinlenerek, toplumsal yarılmaya neden olan her türlü cemaat topluluğuna ‘Arabesk topluluk’ adı verilebilir. Bu adlandırmada, özellikle cemaatlerin büyük bir kısmında gözlenen ‘dindarlık görüntüsü’ altında yaşanan Araplaşma özentisi ve takıntısının da önemli bir etkiye sahip olduğunu belirtmeliyim.
Son yıllarda Türkiye’de, akılcı düşünce ve bilimsel zihniyeti içselleştiremeyen, üstelik Arap kültürü etkisi altında dinsel yaşantıya yönelmiş yoğun bir cemaatleşme olayına rastlanıyor. İslâmiyet’in kabulü sürecinde, İslamiyet’i doğrudan kendi aklı ve bilgisiyle Kur’an’dan öğrenmeyip rivayet ve tevatüre dayalı çeşitli yazılı ya da sözlü kaynaklardan öğrenen topluluklarda, büyük ölçüde Arap kültürü etkili olmuştur. Aslında, Müslüman Türklerin, Arap ve Orta doğu coğrafyasına uzak olan yerlerdeki din anlayışı çoğunlukla ‘akıl-vahiy dengesine’ dayanmaktaydı. Ancak, son yıllarda cemaat tipi oluşumların hızla çoğalması, geçmişinde çok ciddi bir milletleşme süreci yaşamış olan Türk Milleti için-Hz. Muhammed sonrası Arap toplumunun başına gelen- sosyal bütünlüğün kaybedilmesi tehlikesini hatırlatıyor. Türklerin din anlayışı, Arap kültürünün etkisine girdikçe, Türk sosyal yapısında cemaat tipi oluşumlar çoğalıyor. Bunların her biri, sadece kendi cemaatine mensubiyeti Müslüman sayıyor ve kendilerinden başka herkese sürekli olarak kuşkuyla bakıyorlar. Kendilerini, Türk Milleti kimliği içinde düşünmüyor ve sadece cemaatlerine has bir egemenlik alanı peşinde koşuyorlar. Sürekli güç kaynakları yığınağı yaparak, tıpkı kabileler arası çatışmalar gibi herkesi hizaya getirmeye çalışıyorlar.
Gerçekte, İslâmiyet’in öz değerleri ve ahlak anlayışıyla bunların kolektif davranışları arasında büyük bir çelişki ve uyumsuzluk görülüyor. Bütün enerjilerini, İslâmi söylem ve simgeler ile dini değerleri kullanmak suretiyle daha çok maddi çıkar ve iktidar devşirme yolunda harcıyorlar.
Âmiran KURTKAN BİLGİSEVEN (1985): Din Sosyolojisi, Filiz Kitabevi, İstanbul
Âmiran KURTKAN BİLGİSEVEN (1990) :Türkiye’de Sosyal Çözülme Tehlikeleri, Filiz Kitabevi, İstanbul
Besim F. DELLALOĞLU (2013): Modernleşmenin Zihniyet Dünyası, Bir Tanpınar Fetişizmi, Ufuk Yayınları, İstanbul
Beşir AYVAZOĞLU (1989): İslâm Estetiği ve İnsan, Çağ Yayınları, No:4, İstanbul