Yükleniyor...
Terörü bitirmek için yaptığımız Barış Pınarı Harekâtı Amerika ve Avrupa’da aleyhimizde yürütülen kampanyaların açığa çıkmasına ve artmasına sebep oldu. Hatta bu sefer Amerika ve Avrupa yalnız kalmadı. Arap Dünyası ve Çin de olumsuz söylemlerle bu koroya katıldı. Askerî başarımız tartışılamaz, ama diplomatik alanda giderek güç kaybetmekte olduğumuz açıkça görülüyor. Bundan önceki Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtlarında ön diplomatik girişimlerin daha iyi yapıldığını, o sıralarda çatlak seslerin daha az çıktığını kolaylıkla tespit edebiliriz.
Fakat son harekâtımız Türkiye aleyhine karar aldırmak için pusuda bekleyenlerin bir bahanesi oldu. Batı kamuoyu, uzun süredir Batı hükümetlerinin yüksek eforu ile Türkiye karşıtı politikalara hazırlanıyordu. Böylece kopan yaygarayla ABD’de Türkiye aleyhine kararlar çıktı. Bu kararların alındığı havayı ve eksiklerimizi Taha Akyol, yazısında anlatmış.[1] Bu yazı aynı konuda tarihî süreci de içeren bir yaklaşım getirecektir.
Barış Pınarı Harekâtı sırasındaki gelişmeler gösterdi ki Türkiye’nin dışarıda aktif bir diplomasiye ihtiyacı var. Buradaki aktif diplomasi günümüz şartlarında sadece diplomatlarla gerçekleştirilebilecek bir durum değil. Daha çok diplomatların planlayıcısı ve öncüsü olduğu çeşitli kesimlerden geniş grupların hareketlerini içeren bir eylem planı gerekiyor.
Genel olarak bakıldığında Türkiye’nin hakkını yedirmemek için mutlaka sahaya inmesi gerektiğini bu son olaylarla bir kere daha gördük. Bu hususta Amerika, Avrupa, Rusya ve hatta son zamanlarda Çin de daha masa kurulmadan belli konularda isteklerini elde edebiliyorlar. Ülkemizin bir şey elde edebilmesi için farklı olarak gücünü göstermesi gerekiyor.
Son zamanlarda dünyada ve ülkemizde gündeme gelen askerî ve ekonomik sert güç ile popüler kültür üstünlüğüne dayalı yumuşak güç açısından durumu değerlendirdiğimizde ülkemizin potansiyel olarak geniş bir coğrafyada yumuşak güç kullanabilmesinin mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, aleyhimizdeki lobiler süper güçleri arkalarına aldıkları için yoğun bir medya kullanımı ile bu yumuşak gücün enerjiye dönüşmesini engelliyor. Gerçi bizim de bu yumuşak gücü işlemek konusunda pek başarılı olduğumuz söylenemez. Bizim için geriye tek güç olarak sert güç kalıyor ki, orada da ekonomik gücümüz kullanılabilecek durumda değil. Bu sebeple güç unsurlarından bir tek askerî harekatı göstererek masada söz söyleme hakkına sahip olabiliyoruz.
Aslında daha diplomasinin ortaya çıkışında Avrupalı devletlerin birbirlerine karşı diplomatik mücadeleleri onları pişirmişti. Çok erken tarihlerde hem birbirlerinin başkentlerine hem de çıkarları olan ülkelerin başkentlerine daimî elçilik atamalarına başladılar. Daimî elçiler, bulundukları ülkede kendi ülkeleri aleyhine bir hava oluştuğunu veya aleyhte bir karar çıkacağını fark eder etmez ülke çıkarlarını savunmak için girişimlerini yapıyorlardı. Böylece mümkün olduğu kadar ülkelerinin çıkarlarını koruyorlardı. Bu minvalde Osmanlı başkenti İstanbul’a da çok erken tarihlerde Avrupalı daimî elçiler geldiler.
18. yüzyılın sonuna kadar Osmanlı, eski usul geçici elçilerle devam etti. Bu arada Avrupa’daki diplomasinin inceliklerine de çok geç vâkıf oldu. Avrupalı devletlerin başka ülkelerden talep ettiği ayrıcalıkları kendilerinin vermek istememesi çok önceden beri malumdur. Bu konuda 18. yüzyılın ilk yarısında Viyana’daki geçici elçimizin macerası erken bir örnektir. 1726’da Viyana’ya giden Kazgancızade Ömer Ağa, daimî bir elçi gibi davranmış ve Avusturya tarafından tahammül edilemeyerek geri gönderilmeye çalışılmıştı.[2] Ömer Ağa’nın yaptığı faaliyetlerin İstanbul’daki Avrupalı elçilerin yaptıklarından farkı yoktu. Ama diplomasinin iki yüzü burada ortaya çıkıyordu.
Yüzyılın sonunda Fransa’nın Mısır işgali sırasında Paris’te daimî büyükelçimiz vardı. İlk gittiğinde büyük bir coşkuyla karşılanan büyükelçimiz, orada bulunduğu süre içerisinde hem Fransız devletinden hem de Fransız toplumundan ilgi gördü. Fakat henüz diplomatik yalanları bilmiyordu. Fransız üst makamları arasında Mısır seferi yoğun bir şekilde tartışılırken haberdar olamadı. Fransız donanması yola çıktığında Cebelitarık veya Sicilya’ya gittiğini düşünüyordu. Bu kanaatlerini anlattığı raporu İstanbul’da okunurken Fransız işgali başlamıştı. Paris’teki elçimizin şüphelenmediği Fransızlara, rakipleri İngilizler güvenmiyorlardı. Bu sebeple Fransız donanması denize açılır açılmaz İngiliz donanması bütün Akdeniz’de bu donanmayı aramış, nihayet Mısır’da bulmuş ve ablukaya almıştı. Elçimiz insan olarak güvenilir bulduğu kişilerin söz konusu millî çıkarlar olunca yalan söyleyebileceklerine ihtimal vermiyor, Fransız devlet adamlarının kendisine verdiği sözde güvencelere inanıyordu. Daha kötüsü yanındaki yardımcılarının Fransızlar tarafından satın alındığını İstanbul’dan öğreniyordu.[3]
19. yüzyılda bu sefer Avrupalılar karşısında askerî olarak da geri düşüldü. Diplomasi oyunlarını acı tecrübelerle bir ölçüde öğrenen Osmanlı padişah ve bürokrasisi, “düveli muazzama” güçlerini birbirlerine karşı kullanmaya başladı. Bu politika 2. Abdülhamit’in şahsında sembolleşti. Fakat bu sefer de “düveli muazzama” karşısındaki askerî güçsüzlük diplomasiyi destekleyemedi. 1897’de Yunan savaşı kazanılmasına rağmen “düveli muazzama” güçlerinin işe karışmasıyla savaşı kazanmamış gibi tavizler vermek zorunda kaldık. Böylece “savaşta kazanıp masada kaybetmek” olgusu Osmanlı’nın kaderi oldu. Bu durum ilerde Millî Mücadeleyi yürütecek kadronun zihin yapısında masada kıran kırana mücadele etmek şeklinde bir gelişmeyi getirecektir.
Balkan Savaşları patlak verdiğinde Osmanlı’nın kazanacağından emin olan “düveli muazzama” ülkeleri savaş sonunda hiçbir sınırın değişmeyeceğini ilan ettiler. Yani Osmanlı’nın kazanacağı bir savaştan kazançlı ayrılmayacağı baştan belirtilmiş oluyordu. Savaş kaybedilince ise sınırların değişmezliği unutuldu ve Balkanlar elimizden kayıp gitti.
Mondros Ateşkes Anlaşmasıyla Osmanlı, daha büyük kayıplardan kurtulduğunu zannederken itilaf güçleri anlaşmanın hükümlerini kendi lehlerine esneterek hukuksuz işgallere başladılar. Nihayet Osmanlı’nın önüne ölüm fermanını koydular. Atatürk ve Millî Mücadele kadrosu, işte bu tecrübelerde pişerek geldi ve çeşitli dersler çıkardı. Bu sebeple Millî Mücadele’de her bir başarı kazandığında önüne gelen tekliflerin birçoğunun Sevr’in başka bir yüzü olduğunu fark ederek müzakere dahi etmedi.
“Düveli muazzama” elde ettiği büyük psikolojik üstünlük sayesinde sadece masa başında kendi lehine düzenlemeler yapabiliyorken Türklerin doğrudan sahada kendisini göstermesi, yani askerî başarıyı net bir şekilde ortaya koyması gerekiyordu. Millî Mücadelede bu yapıldı. Nihayet Mudanya Ateşkes Anlaşması, geçmiş askerî başarının ve gerekirse bunu yeniden kullanma kararlılığının gösterildiği net bir masa oldu. Bürokrasi, masada müzakereyi büyük ölçüde öğrenmişti. Bu müzakere tecrübesi Lozan’a da taşındı. İsmet Paşa’nın açış konuşması yapmak için kürsüye fırlaması, alçak koltuğa oturmayı kabul etmemesi gibi tavırları psikolojik baskıyı yıkmada etkili oldu. Lozan’da kalabalık İtilaf Devletleri temsilcileri Türk heyetini bunaltırken, Türk heyeti de gösterdiği direnişle onları bunalttı. Mondros’un maddelerinin yanlış yorumlanması gibi tecrübelere sahip olan Türk heyeti, haklarının net bir şekilde anlaşmada yer alması için diretti.
Cumhuriyetin kuruluşundaki bu gelenek Türk hariciyesini şekillendirdi. Büyük devletler kadar olmasa da Türk diplomasisi zaman içinde önemli bir müzakere yeteneği geliştirdi ve muğlaklığın aleyhte kullanılabileceğini öğrendiği için her zaman tetikte oldu. Bütün bunlara rağmen büyük devletlerin hakkımızdaki eski hesapları bitmemiş, sadece ertelenmişti. Bu sebeple müttefiklerimiz olmasına rağmen Kıbrıs’taki Rum-Yunan mezalimini görmediler. Garantör Türkiye’nin müdahalesini mümkün olduğunca geciktirmeye çalıştılar. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı, yalnızlığımızı bir kere daha gösterdi. Türkiye haklı olduğu konuda sadece askerî harekât yaparak söz sahibi olabildi. Burada da büyük devletler olayı zamana yayarak hâlâ ayak sürümektedirler.
Aynı yıllarda başımızdaki bir terör belası olan Asala’yı da dış dünyaya terör örgütü olarak kabul ettirmekte zorlandık. Burada dış dünyanın ikiyüzlülüğünü unutmuyorum. Üzerinde durmaya çalıştığım düşünce, dış dünyanın bu ikiyüzlülüğünü bilerek güç, denge ve müzakere politikalarıyla eldeki kozları tespit edip bunları kullanabilmek ve onları bizim haklılığımıza ikna etmektir. Yoksa bugüne kadar uluslararası ilişkilerin insanlar arasındaki gibi olmadığı, haklıya her zaman haklı denmediği defalarca anlaşıldı. Bu alan, bir güç mücadelesi ve müzakere alanıdır. Ne zaman ki Asala, Orly katliamını gerçekleştirdi işte o zaman Batılı devletler ona bir terör örgütü muamelesi yapmaya başladı. Asala bitirilince ortaya sömürgeci güçler için kullanışlı bir örgüt olan PKK çıktı. Uluslararası kabul görmüş normlar çerçevesinde PKK’nın terörist kimliğini değiştiremeyen devletler, aynı kişilerin yer aldığı farklı isimlerle birçok oluşumların kurulmasına destek vererek alfabenin harflerini tükettiler. İçindeki lider kadro büyük ölçüde aynı kalarak yapılan isim değişikliğinin terör yaftasından kurtulmaya yarayacağını hesap ettiler. Bugün de Suriye’deki oyun bu isim karmaşası üzerinden devam ettiriliyor.
Biz yine kendimize dönersek, görüldüğü üzere son üç yüzyıldır “düveli muazzama” bastırıyor, biz direniyoruz. Direnerek öğreniyoruz, yalnız kalmaya rağmen Kıbrıs Barış Harekâtı ve sonrasında yalnızlığı aşmanın yollarını buluyoruz. Fakat doksanlı yıllardan itibaren iki değişiklik oldu. Bir tanesi müttefiklerimizin erteledikleri planlarını devreye sokmaları ve kamuoylarında Türk karşıtlığının yeniden revaç bulmaya başlamasıdır.
İkincisi ve daha kötüsü ise 2000’li yıllardan itibaren 18. yüzyıldan beri düşe kalka bir öğrenme sürecinde olan Türk diplomasinin hiçe sayılması ve yeniden başka ülkelerin sözlerine güvenilmesidir. Kıbrıs Barış Harekâtı boyunca diplomatik saldırılara başarıyla karşı durmuş Ecevit’in 1999’da AB’den gelen bir mektuba güvenerek AB müzakerelerine geri dönmesi bunun örneklerindendir. Sonra ise daha kötüleri geldi. Ermeni meselesi konusunda bir tarihçiden daha iyi kitaplar yazan diplomatlarımızın birikimleri hiçe sayıldı. Diplomatlarımızın dediklerine değil, Avrupalı devlet adamlarına güvenildi. AB yetkililerine Denktaş’tan fazla inanıldı. Irak Savaşı sırasında gerek Süleymaniye olayında gerekse Kerkük’te tapu dairesinin yakılmasında ses çıkarılmadı. Bu şekildeki tarz masadaki biraz olsun sabit duruşumuzu sarstı. Diğer devletlere ülkemizi zorlarlarsa bazı şeyler kazanabilecekleri yönünde mesajlar verdi. Yukarıdan beri ifade ede geldiğimiz gibi zaten gücümüzü göstermeden masadan bir şey almamız her zaman zordu. Ama bu son olaylar, bizi güç gösterisine zorlamaya doğru daha çok itti. Suriye krizinin başındaki yanlış hareketler de buna eklenerek, nihayetinde üç harekât yapmamızı gerektirdi. Halbuki yukarıdaki hatalar yapılmasaydı bu harekâtlara ihtiyaç duymadan ülkemizin çıkarlarını savunabilecektik. Rahmetli Denktaş, hiç hak etmediği bir tavra maruz bırakılmasaydı edilmeseydi bugün Doğu Akdeniz’de güç göstermemize gerek kalmayacaktı.
Bu tecrübeler bize gösteriyor ki diplomasi, taş üzerine bir taş koyarak sabırla inşa edilmesi gereken bir alan. Bugünden yarına hızlı sonuçlar beklemeden gece gündüz çalışmanın zorunluluk olduğu bir alan. Bir devlet, isteklerini savaşsız elde edebiliyorlarsa daha güçlüdür. Bu sebeple Türkiye’nin sivil yöneticileri, askeri sahaya sürmek zorunda kalmadan çıkarlarımızı savunabilmelidirler. Başarı, askerî harekâta destek için kamuflaj giymek değil, o kamuflajı giymeden ulusal çıkarları karşı tarafa kabul ettirebilmektir
[1] Taha Akyol, “Ermeni Tasarısı Neler Anlatıyor?”, Karar Gazetesi, 1 Kasım 2019.
[2] Ayrıntılı bilgi: Kemal Beydilli, “Viyana”, TDVİA.
[3] Ayrıntılı bilgi: Kemal Beydilli, “Seyyid Ali Efendi”, TDVİA; Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789-1914), 56.