Yükleniyor...
Bu makale Prof. Dr. Yavuz ERCAN Armağanı,
Turhan Kitabevi Ankara 2008’da yayınlamıştır.[1]
Binlerce yıllık bir uygarlığa ve devlet geleneğine sahip olan İran’ın, 11 Şubat 1979 devriminden sonra her şeyiyle farklı bir yola girdiğine dair kesinleşmiş, genel bir görüş vardır. Batı’da ve Rusya’da parlak bir devrim olarak sunulan bu devrim sürecinde, tarihçilik ve tarih bilinci de bu değişimden fazlasıyla nasibini almış olmalıdır. Fakat bu yeni süreçte İran’da Tarihçiliğin gelişimi ve tarih anlayışlarındaki değişimin yeterince araştırma konusu yapılmadığını söyleyebiliriz. Ancak orijinal adı 300[2] olan, Frank Miller’in Termofil Savaşı hakkındaki çizgi romanından uyarlanarak 2007 yılında gösterime giren filmi, İran’daki tarih bilincine ve tarihçilik anlayışlarına yönelik ilgi çekici bir dizi tartışmaya neden oldu. Zack Snyder tarafından yönetilen film İran tarafından “İran karşıtı propaganda” olarak nitelendirilerek filmde “Pers’leri vahşi, zenci, cahil, kan dökücü ve medeniyetten uzak kişiler; Yunanlıları ise cesur ve asil” olarak gösterilmesine tepki gösterilmişti[3]. Filmin tarihi çarpıtması ve zamanlaması bakımından İran’ın bu tepkisinin haklı taraflarından daha çok dikkat çeken bir başka durum ise İslâm Cumhuriyeti iddiasındaki bir devletin, laik bir ulus devlet bilinciyle İslâm öncesi Pers dönemini büyük bir gururla sahiplenişi ve savunmasıdır diyebiliriz[4].
Tarih öğretimi ve yazımı, toplum kimliğinin inşasında en temel işlevi görmektedir. Ortak ulus bilinci bu kimlik üzerinde yükselir. Bu bakımdan bir ülkede tarihin nasıl öğretildiği, nasıl yazıldığı ve tarihçilik anlayışları konularıyla ilgilendiğinizde, doğrudan o ülkedeki kimlik sorunlarıyla da ilgilenmiş olursunuz. Karmaşık bir etnik yapıya sahip olan İran’daki tarihçilik ilgi çekici olmakla birlikte bu coğrafyaya bin yıldan fazla hükmetmiş olan ve üstelik nüfusun önemli bir kesimini oluşturan Türk soylu halkların bu tarih bilinçlenmesindeki yerleri ise başlı başına zengin bir araştırma konusu teşkil eder.
Söz konusu ettiğimiz karmaşık etnik yapısı, ilk bakışta İran’da vatan vurgusunu öne alan bir ulusçuluğun hâkim olduğu izlenimini verir. Gerçekten de geçtiğimiz yüzyıldan bu yana İran’da modernleşme çabalarında lokomotif olarak kullanılan ulusçuluk olgusunda vatanı öne alan bu özellik, Fars olmayan diğer etnik gruplar üzerinde fazlasıyla etkili olmuştur. Bunlardan biri olan Azerbaycan Türkü Ahmet Ağaoğlu, Fransa’da eğitim gördüğü dönemde bir süre bu etkiyi üzerinde fazlasıyla taşıyanlardandır. Onun fikri serüveni İranlılıktan İslâmcılığa ve nihayet Türkçülüğe uzanan geniş bir yelpaze çizer[5]. Bu çalışmamızda, İran tarihçiliğinin ulus inşasındaki yerini ve Türklere bakışını anlatmaya çalışacağız.
İran: Ortadoğu’nun en büyük ülkelerinden biri olan İran 1.648.195 km₂ yüzölçümü ile dünyanın 18. büyük ülkesidir. Bu ülke kuzeydoğuda Türkmenistan, kuzeybatıda Azerbaycan Cumhuriyeti ve Ermenistan, batıda Türkiye Cumhuriyeti ve Irak, doğuda ise Afganistan ve Pakistan ülkeleriyle sınırlıdır. Yaklaşık 70 milyonluk İran nüfusunun % 98’sini Müslümanlar, kalan kısmını ise Hıristiyan, Musevi ve Zerdüştiler oluşturmaktadır. İran Müslümanlarının % 89’unu Şiiler, % 9’unu ise Sünniler oluşturur. Ülkenin etnik yapısı oldukça karmaşıktır. Dünyada uzun yıllar Fars ülkesi (Persiya) olarak tanıtılan İran’ın yarısından çoğunu, başta Türkler olmak üzere, Fars olmayan diğer halklar ve etnik gruplar oluşturur. İran’daki etnik yapı üzerine yapılan resmî istatistik araştırmalar pek güvenilir olmadığından değişik tahminler ileri sürülmektedir. Ülkenin nisbî çoğunluğunu oluşturan Türklerin nüfusu resmî kaynaklarda 16 milyon gösterilirken gayri resmî kaynaklar bunun 30 milyonun üzerinde olabileceğini söylemektedir. 1979’ dan günümüze Tahran’da Türk ve Fars dillerinde yayınlanan Varlık dergisi ise bu rakamı 25 milyon olarak gösterir. İran Türklerinin büyük çoğunlunu Doğu Azerbaycan, Batı Azerbaycan, Erdebil, Zencan, Hemedan ve Tahran eyaletlerinde toplu, diğer eyaletlerde ise dağınık şekilde yaşayan Azerbaycan Türkleri ve kalan kısmını ise Kaşkayi (Fars eyaleti), Halaç (Tahran eyaleti), Sungur (Kirmanşah eyaleti), Horasan (Horasan eyaleti), Türkmen (Horasan ve Gülistan eyaletleri) vb. oluşturmaktadır.
İran ile Türklerin ilişkileri, aynı Rusya ile olduğu gibi, “Türklük – Farslık” ve “Türkiye– İran” olmak üzere iki safhada incelenmesi gerekir. Türklük ve Farslık ise Çin hududundan başlayarak Anadolu’ya kadar sarmal bir yay gibi uzanır. Farslık, en eski çağlardan beri Med-Pers-Sasanî gibi büyük imparatorluklar yanında Tohar, Soğd, Tacik, Afgan, Peştu gibi etnik uzantıları bu sarmalın değişik katmanlarında yer alır. Firdevsî’nin konu ettiği İran-Turan savaşlarında olduğu gibi, Türklük ve Farslık sert bir boğuşma içerisinde[6] sürekli rakip jeopolitik alanlar üretmiştir. Türklük ve Farslığın ayrıştığı kadar biri birine karıştığı da vakidir. Boğuşmalar yoğun kültürel alış verişlere engel olmamıştır. Türklük ve Farslığın Orta Asya’ya uzanan rekabeti ve ilişkileri Türk tarihi ve kültürü üzerinde sürekli bir etkiye sahip olmuştur. Bunun tersi de geçerlidir. Yani İran tarihi ve kültürü üzerinde Türkler de sürekli bir etkiye sahip olagelmişlerdir.
Rakip alanlarda bugün için ilk öne çıkan Türkiye’nin Laik bir Müslüman ülke olmasına karşın İran’ın mezhep temeline dayanan teokratik yapısıdır. Aslında İran’ın bu durumu Fars birliğini savunan milliyetçileri de rahatsız etmektedir. Ancak İran’ın son zamanlarda karşılaştığı tehdit karşısında bu gruplar memnuniyetsizliğini ertelemiş görünmektedirler. İran kavramı, coğrafyaya dayalı bir bağlılık duygusuyla, Şia asabiyetinin tayin ettiği bir yapıyı ifade eder. Bu yapının temelinde, derinden derine güçlü bir şekilde hissedilen Fars milliyetçiliği yatmaktadır. Zaman zaman şoven boyutlara ulaşan bu milliyetçilik en çok tarih yazımında kendini hissettirmektedir.
İran’ın dış politik tercihleri ve eğilimleri Türkiye ve Türklere bakışını etkilemektedir. Ancak İran bir yandan kendi içindeki Türkleri, Türkiye ile olan ilişkilerinde hiçbir şekilde söz konusu etmemektedir. Türkiye de bu konuda İran’ı rahatsız edecek davranışlardan kaçınmaktadır. 1990’lı yılların başında Türkiye ve İran arasında kısa bir süre de olsa özellikle Azerbaycan ve Orta Asya’ya yansıyan bir rekabet yaşanmış; Batı ile iyi ilişkiler içerisinde olan Türkiye’nin Azerbaycan ve Orta Asya’da Pantürkist bir tehdit oluşturmasına karşı Ermenistan ve Tacikistan ile yakın işbirliğine yönelmiştir[7].
Bilindiği üzere, İran tarihçiliği ilk günden itibaren siyasî bir tarihçilik olmuştur. Tarih, başka ülkelerde olduğu gibi, İran kimliğinde kurucu bir unsur olarak işlevsel bir şekilde kullanılmaktadır. Gerek ders kitaplarında gerekse akademik çalışmalarda İran tarihi, İran coğrafyası, Farsça ve Ari (Aryayi) öğelerin değişik oranlarda yer aldığını görüyoruz. Buna göre İran’da hakim olan uygarlıklar, hanedan ve devletler şu şekilde sıralanabilir: Öncü Elami Medeniyeti (3200–2700 M.Ö.), Jiroft Medeniyeti (M.Ö. 3000–5. yüzyıl), Elami Hanedanları (M.Ö. 2700–539), Manna Devleti (M.Ö. 10.–7. yüzyıl.), Medler (Medyen) (M.Ö. 728–550), Ahamenişler (Persler) (M.Ö. 648–330.), Selevkoslar (Selefkiler) (M.Ö. 330–150), Arsaklılar (Partlar) (M.Ö. 250– 226 M.S.), Sasanîler (226–650), İslâm fetihleri (637–651), Emeviler (661-750), Abbasiler (750-1258), Tahiriler Hanedanı (821–873), Alavî Hanedanı (864–928), Seferî Hanedanı (861–1003), Samanî Hanedanı (875–999), Ziyarî Hanedanı (928–1043), Büveyhoğulları Hanedanı (934–1055), Gazneli İmparatorluğu (963–1187), Gurlular Hanedanı (1149–1212), Selçuklu İmparatorluğu (1037–1194), İldenizliler İmparatorluğu (1136-1225), Harzemşahlar İmparatorluğu (1077–1231), İlhanlı İmparatorluğu (1256–1353), Muzaffarîler Hanedanı (1314–1393), Çobanîler Hanedanı (1337–1357), Celayirliler Hanedanı (1339–1432), Timur İmparatorluğu (1370–1506), Karakoyunlu İmparatorluğu (1407–1468), Akkayunlu İmparatorluğu (1378–1508), Safevî Devleti (1501–1722/1736), Hotakiler Hanedanı (1722–1729), Avşar Hanedanlığı (1736–1802), Zandiya Hanedanı (1750–1794), Kaçar Hanedanı (1781–1925), Pehlevî Hanedanı (1925–1979), İran İslâm Devrimi (1979), Geçici Hükümet (1979–1980), İran İslâm Cumhuriyeti (1980– Günümüz.
Bu şartlar altında İran bir yandan tek devlet, tek millet, stratejisi ile panfarsist bir yaklaşım içerisinde iken diğer yandan da paniranist yaklaşımlar farklı unsurları özellikle Azerbaycan Türklerini sistemin bir parçası olarak algılanmasına gayret etmektedir. Bu ikinci yaklaşımlar daha çok akademik düzeyde kendini ifade edebilmektedir. Orta öğretimde öğretilen tarih derslerinde ise birinci yaklaşım daha egemendir. panfarsist ve paniranist tarihçilik anlayışları yakın görünmekle birlikte aralarında bazı farklar vardır. Birincisi Fars kültür ve milliyeti etrafında bir ortak bilinç yaratılmasını ve diğer Fars dilli alanlarla daha yoğun ilgiyi öngörmektedir. Batıya daha yakın laik gruplar tarafından savunulmaktadır. İran dış işlerinde etkin görünmektedirler. İkincisi ise yine Fars Kültür ve dilini ortak kimlik için yadsımamakla birlikte daha İran merkezli bir anlayışa sahiptir. Bu bağlamda İran coğrafyası ve Şiilik panfarsist yaklaşımları gizleyecek bir biçimde sunulmaktadır. Şu anda İran devlet görüşü bu anlayışa yakındır. Haliyle resmi tarihçilik bu anlayışa yakın bir şekilde öğretilmektedir.
İran, eskiden beri kullanılan coğrafi bir kavram olmakla birlikte resmi ülke adı olarak ilk defa Rıza Şah döneminde, 1934 yılında resmen devlet adı olarak kullanılmaya başlamıştır. O zamana kadar özellikle Kaçarlar döneminde ve o döneme ait resmî belgelerde ülkenin adı “Memâlik-i Mahrûse” olarak geçiyordu. Memâlik-i Mahrûse bugünkü deyimle federal devletler demektir. Pehlevî döneminde ülkenin adının İran olarak değiştirilmesinin iki esas nedeni olmuştur. Birincisi, Rıza Şah’ın o zamanki Nazi Almanyası’ nın propagandalarına uyarak onlarla aynı ırktan yani Arî (Aryayî) üstün ırktan olduğunu ispatlamaya çalışması ve aynı zamanda Rus ve İngiliz güçlerine karşı üçüncü bir devletin desteğini kazanması olmuştur[8]. İkinci ve daha önemli nedeni ise, ülkede yaşayan çeşitli halkların İran adı altında daha hızlı ve daha iyi bir şekilde eritilebilmesi ve Farslaştırılması idi. Çünkü, Rıza Şah İran’da her hangi bir federal sisteme karşı idi. Onun ve ondan sonra da oğlunun politikası “tek dil, tek millet” anlayışına dayanmaktaydı. Ayrıca, örneğin bir Türk’ün İran adı altında asimile edilmesi onun Pers adı altında Farslaştırılmasından daha kolaydı.
Benzer durum Tacikistan için de geçerlidir. Duşanbe’deki Özgürlük Meydanı’nda Sovyetler Birliği’nin en büyük Lenin heykelinin yerinde, bugün yükselen dev Firdevsî heykeli binlerce yıla yayılan Türk- Fars çekişmesini anlatır gibidir. Zira aynı şekilde Taşkent’te de benzer şekilde bir Nevâî heykeli vardır. Sovyet dönemi milliyet politikası 1924 yılında eskiden bir bütün oluşturan Özbekistan ve Tacikistan’ı ayırmış, Türk olmayan her şeyi Tacik, Tacik olmayan her şeyi de Türk olarak adlandırması gerekiyordu. Tacik Liberal partilerinin, 1989’dan başlayarak Ermeni milliyetçi partileriyle kurdukları yakın ilişkiler ilgi çekicidir. Bunlar, Karabağ sorununda açıktan Ermenileri destekliyorlar ve Azerbaycan “hegemonyacılığına karşı” Kafkasya’nın Hint Avrupalı halklarının savunulması için sürekli çağrıda bulunurlardı. Tacikistan özerk basınında da Güney Kafkasya’da yaşayan Fars dilli küçük bir halk olan ve Türkler tarafından zulmedildiği iddia edilen Taliciler ile dayanışma çağrıları yapılmaktadır[9].
Orta Asya’nın en kalabalık etnik kimliği olan Özbekler karşısında, Afganistan, Tacikistan ve İran ekseninde bir (panfarsist) Fars birliği hayali görenler az değildir. Bunlara göre; aynı kökenden (Aryâyî) gelen ve aynı dili (Farsça) konuşan bütün halkların merkezîleştirilmiş ve demokratik bir devlet çatısı altında, siyasî bir birlik kurmaları gerekir. En çok şikâyet ettikleri Buhara ve Semerkant gibi Farsçanın da konuşulduğu kültür merkezlerinin Özbekistan’ın elinde kalmış olmasıdır. Bu da Özbekleri “öteki” konumuna itmektedir. Tarih kitaplarında Özbekleri Türkleşmiş Tacikler olarak tanıtırlar. Tacik milliyetçiliği, Farisiliğini ifade ederek ve Arap alfabesine dönülmesini talep ederek dil üzerinde özenle durur[10]. Tacikistan’ın Sünni olması bu birliğin önünde en büyük engel olarak görülmektedir. Doğal olarak Tacik milliyetçileri, İran’daki laik milliyetçilerle daha iyi anlaşmaktadırlar. Buna karşın İran Şii kimliğini öne çıkararak kimliğindeki Farisi yapıyı gizlemek çabasındadır. Bir yandan kendi içindeki farklı unsurların kopuşunu engellemek kaygısıyla Şiilik ve vatan (İranlılık) vurgusunu öne çıkarırken, bir yandan da Tacikistan’da tutunacak bir nokta bulabilmek için dil birliğini kullanmıştır. Yine de İran bunların gözünde klasik mirası lehçeleştirdiği için yeterli bir model değildir. Bu birliği kurmak için altın çağ olarak Samani Devleti (875–999) idealize edilir. Büyük Horasan ise bu devletin sınırları olarak Tacik milliyetçileri için yol göstericidir. Tacikistan’da milli tarihlerin bölümlenmesinde geleneksel olarak dört dönem göze batar: 1) Etnik oluşum dönemi, 2) Milli yükseliş ya da altın çağ, 3) 17- 19. yüzyıllar gerileme dönemi, 4) Rusya ile birleşme ve Sovyetleşme[11]. Tacikistan ile olan dil, tarih ve kültür bağlarına karşın Özbekistan, Kazakistan ve Türkmenistan gibi devletlerle olan ilişkisinin Tacikistan’a göre daha pragmatik faydalar taşıması İran’ın dış siyasetinde panfarsist bir çizgiyi açıktan yürütmeyi güçleştirmektedir.
İran Tarihinde Türkler: Bugün İran’da son seksen yılda Batı tarihçiliğinden de büyük destek gören paniranist tarih söylemi hâkimdir. Devrim bu söylemi fazla değiştirmemiş, sadece Şii vurgusunu öne çıkarmıştır. İran tarihçiliğinin bin yıldan fazla bir zamana yayılan Türk hâkimiyeti dönemi ile ilgili temel yaklaşımı ise şu şekilde özetlenebilir: “İşgalci Oğuz Türklerinin gelmesinden öncesinde İran İslâm dinini kabul etmiş, türdeş bir Fars (Pers) kimliğini temsil etmekteydi. Selçuklularla birlikte başlayan uzun Türk esaretine nihayet 1925 yılında son verilmiştir. Buna rağmen Farslar bu bin yıllık sürede ülkenin sahibi olarak kalmışlardır. Özellikle bürokrasi, ticari ve kültürel hayatta etkin güç olmaları sayesinde kimliklerini korumuşlardır. Dil, kültür ve diğer yönlerden Fars varlığı Türk varlığına karşı üstün olarak ayakta kalabilmiştir. Kaldı ki İran’daki Türkler ve özellikle de bunların % 80’ini oluşturan Azerbaycanlılar, Türk kökenli olmayıp, Türk – Moğol işgalcilerinin zoruyla Türkleşmiş İranî halklardır. Fars kimliği bu topluluklarla birlikte İran’ın genelinin biricik temsilcisidir.”
Türkler ile Fars veya Farsların atalarının ilk kez ne zaman ve nerede görüştükleri ve hangisinin daha önce İran’a geldiği hakkında açık bir bilgi yoktur. Bilinen tek şey, bu iki halkın hem MÖ hem de MS defalarca görüştükleri ve hatta çatıştıklarıdır. Günümüz Fars dilinin eski dillerden olan Pehlevice ile akraba olduğu bilinmekteyken, Farsçanın onun devamı olduğu konusu tartışmaya açıktır.
Son bin yıl İran tarihinin yaratıcıları olmalarına rağmen, Türklerin kahramanlık tarihi hep Farslar ve Araplar tarafından yazıya alınmıştır. Yazılan tarihlerin çoğunda ise Türkler menfi bir imajla gösterilmiştir. Bu düşmanlığın eski tarihi vardır. Çünkü bunun ilk örnekleri Fars milliyetçiliğinin manevi atası sayılan Firdevsi’nin Şehname’sinde verilmiştir. İran ve Turan savaşlarının manzum şekilde tasvir edildiği bu eserde Türkler aptal, akılsız, vefasız vb. sıfatlarla tanıtılmaktadır[12]. Firdevsî’nin ta o dönemde İran kimliği inşasında “Turan”ı öteki olarak kurgulaması modern kimlik inşası için erken bir örnek sayılabilir.
Taki Arani, “Azerbaycan veya İran’ın ölüm ve kalım meselesi” adlı yazısında Osmanlı gazetelerinde İran Türkleri ile ilgili yazılara cevap vermeye çalışırken Türkleri vahşi bir kavim olarak gösterdikten sonra İran Türklerini de Moğollar tarafından Türkleştirilmiş asil Ariyayiler olarak nitelendirir. Onun görüşü bu konuda tipik ve yerleşik olması bakımından ilginçtir:
“…Maalesef, doğu vahşilerinin ve kan içen Moğolların saldırısından sonra Azerbaycan halkının büyük bir kısmı kendi dilini unuttu ve Hulaku Han Marağa’yı başkent seçtiğinden dolayı halk da Türkçe konuşmaya başladı… Bu konuda yanlış düşünenlerden biri de İran’da sayahat ettiğini ve orada Türk ruhunun izlerini gördüğünü iddia eden Roşeni Bey’dir. O, örnek olarak da Zencan’daki Sultaniye’yi ve Tebriz’deki Gök Mesçid’i gösteriyor. Halbuki eğer bunlar gerçekten Türk ve Moğol ırklarının ruhunu gösteren eserler ise, neden kendi vatanlarında yani Moğolistan’da bu gibi şaheserler yaratmamışlar? Bütün bu eserlerde İranî ruhu vardır…”
Arani, daha sonra okuyucularına Azerbaycanlılarla Osmanlıların aynı milletten olmadığı hatta birbirlerine düşman oldukları fikrini kabul ettirmeye çalışır:
“…Azerbaycan ahalisi özellikle son dönemde Osmanlıları tanımış ve onların türettiği faciaları hala unutmamıştır. Örneğin, vahşi Çar Rusyası askerleri Azerbaycan’ı terk ettiklerinde halk büyük bir sevinçle Osmanlıları karşıladı. Ancak, onlar o kadar zülm ettiler ki, herkes Rusların olduğu dönemi özlemeye başladı. Bir Türk askeri istediğini yapıyor, mağazalardan istediğini alıyordu. Ama Azerbaycanlılar, onlar bizim dindaşlarımızdır diye, onlara yardım ediyorlardı. Fakat bugün teşekkür etmek yerine onlar, İran Azerbaycanlılarının yüreğini yakıyor ve onlara Türk diye hitap ediyorlar. Oysa Azerbaycanlılar Türklükten utanırlar…”[13].
Türkler aleyhinde en keskin görüşlerin sahibi olanlardan biri de M. Emin Edib Tûsi’dir. O, “Azerbaycan ve Zebân-i Parsi” (Fars dili ve Azerbaycan) adlı yazısında Türklerin İran’a ettikleri göçlerin tarihini araştırır. Ona göre, Türkler İslamiyet’ten sonra, İran’da güçlü bir devlet olmadığından yavaş yavaş Mâveraünnehir’e yaklaştılar ve Samanilerden sonra orayı ele geçirdiler. Ancak Selçuklular dönemine kadar İran’ın iç bölgelerine giremediler. Çünkü hem Al-ı Tâhir hem de Saffâriler ve Sâmâniler Türklerin akının karşısını almışlardı. Edib Tûsi, Türklerin gelişini ve yerleştikleri bölgeleri anlattıktan sonra, Oğuz Türklerinin vahşi, kan içen ve doğuştan katil olduklarını yazar. Ona göre, Oğuz Türklerinin İran’a verdikleri zarar, Moğolların zararından daha az değildir. Yazarın diğer ilginç iddiasına göre, orta Moğol dönemine kadar Tebriz ahalisi Farsça konuşuyordu. İran tarihçiliğinde Safeviler çok karmaşık bir konuma sahiptir. Onlar bir taraftan İran’ı yeniden birleştirip güçlü bir devlet kurdukları için İran tarihçileri tarafından takdir edilirken, diğer yandan Türkçeyi resmîleştirdikleri için de menfur bir hanedan olarak tanıtılırlar. Tarihçiler açısından; Tebriz’i kendine başkent seçen, Türkçe şiir divanı olan ve bu dili İran’ın devlet dili haline getiren Şah İsmail ne kadar menfi bir kişi ise; başkenti İsfahan’a aktaran, Farsçayı yaymaya çalışan, Ermenilerle iyi ilişki kurarak onları destekleyen Şah Abbas da bir o kadar olumlu, becerikli ve büyük bir şahsiyet olarak tanıtılır. Onlara göre; Safeviler ırk bakımından İranî oldukları halde Kızılbaşların yardımı ile hâkimiyete geldikleri için yavaş yavaş Türkleştiler ve Türkçeyi sarayın resmî dili yaptılar[14].
Pehlevi Hanedanı’nın kuruluşuna adanmış olan İran Tarihi adlı kitap Moğol istilasından Afşar Hanedanı’nın kuruluşuna kadar geçen dönemi konu etmektedir. Moğolların katliam ve zulümlerinin öne çıkarıldığı eser, yeri geldikçe Türk vurgusu yapmaktadır. (Türkan-ı Karakoyunlu, Akkoyunlu v.b.) Ancak bunun olumlu olduğunu söyleyemeyiz. Türk hükümdarlarının hâkimiyet dönemlerindeki kültür hayatının ise kesintisiz Fars kültürü olduğu dile getirilmektedir[15].
İran Tarihçilerinin en çok eleştirdikleri Türk Hanedanı, Kaçarlardır. Bilindiği üzere İran 1920’ye kadar yaklaşık 150 yıl Kaçarlar tarafından yönetildi. Onlar Farsçayı teşvik ettikleri halde sarayda Türkçe konuşurlardı. Prenslerin yetiştikleri yer Tebriz’di. Bütün Kaçar şahları gençlik yaşlarını Tebriz’de geçirirlerdi ve bu da onların Türk kültürü ile büyümelerini sağlayan en önemli etkenlerden biri idi. Kaçar sülalesinin kurucusu Ağa Mehmet Han, Fars hakimi Kerim Han Zend’i yenip onu öldürdüğü için İran tarihçiliğinde menfi bir şahsiyet gibi gösterilmektedir. Kaçar şahları beceriksiz, yabancı ve zampara olarak nitelendirilir. Kaçarlar, İran’da Fars milliyetçilinin geliştiği bir dönemde ve İngilizlerin baskısı üzerine, hâkimiyeti Rıza Şah’a devretmek zorunda kaldılar. Bu tarihten itibaren İran Türklerinin karanlık günleri başlar.
Yukarıdakiler İran tarih kitaplarının büyük çoğunluğunda Türklerle ilgili yazıların bir örneği olarak verilmiştir. Devletin resmî tarih politikasını ise ortaokul birinci sınıf tarih kitabının Türklerle ilgili bölümlerini kısaca izah etmeye çalışacağız: “Tarîx-e İran I, Ez Ağaz Ta Sefeviyye” (İran Tarihi I, Başlangıçtan Safeviler’e Kadar) adlı bu ders kitabında ilk önce İran’da Ariyayilerden önceki uygarlıklara (Elam, Asur, Keldani) kısaca değinilmiştir. Daha sonra kitabın en önemli kısmı olan (yazarlarca) ve çok güzel sıfatlarla tanıtılan Ariyayiler bölümü başlar. Bu bölümde Ariyayilerin büyük kültür-medeniyet ve dine (Zerdüşti) sahip oldukları kaydedilir. Kitapta Ariyayilerin İran’a gelirken yerel halk veya halklar tarafından nasıl karşılandıkları ve onların ana yurtlarını işgal ederken ne tür olay ve faciaların yaşandığı konusunda hiçbir bilgi verilmez. Avesta ve Zerdüşt dini ayrıca bir bölüm gibi ele alınır. Kuzey Azerbaycan tarihçilerince Türk sayılan Medler (Madlar), burada kesinlikle Ariyayi olarak geçer. Son dönem araştırmalarında kültürsüz ve saldırgan bir kavim oldukları bilinen ve İran’ın eski ve yerel uygarlıklarının yok edilmesine neden olan Ahamenişler ise kitapta millî kahramanlar gibi ele alınır. Tamamıyla yabancı bir unsur olan Makedonyalı İskender’in İran’da kurduğu Sulûki Devleti, kitapta nedense takdirle kaydedilir. Yine de Kuzey ve Güney Azerbaycan’ın tarih kitaplarında Türk olarak gösterilen Ekâniler (Arsaklar) kitapta Ariyayi bir devlet gibi verilmiştir. Sasaniler Devleti ve onun yıkılmasının sebepleri, aynı zamanda İslam dinin İran’da yayılması meselesi de ayrı bir bölümde incelenir ve ondan sonra İslam sonrası İran tarihi başlar. Bu bölümde Tâhiriler, Saffarîler, Samanîler, Tabaristan Alevileri, Al-ı Ziyar ve Al-ı Bûye gibi devletlere yer verilir. Bu dönemden sonraki İran tarihinin kurucuları ve yöneticileri hep Türkler olmuşlar. Gaznevilerle başlayan bu bölümde önce Türklerin İran’a gelişleri anlatılır. Türkler burada sık sık göçebe halk, Samanilerin kölesi, saldırgan ve yabancı unsur gibi gösterilir. Kitapta Gazneli Mahmud’un Şiaların merkezi olan Rey şehrine saldırdığı ve yüzlerce kişiyi öldürüp oradaki kitapları yaktığı vb. yazılmaktadır. Selçuklular da aşağı yukarı aynı sıfatlarla tanıtılır. Türklerle ilgili yazılan bütün bölümlerde ortak olan şey Türklerin, hâkim oldukları dönemde bile, köleymiş gibi gösterilmesi, göçebe ve kültürsüz olmasıdır. İşte bu kültürsüzlük ve becerisizlikten dolayıdır ki onlar devletin idaresini Hoca Nizâmü’l Mülk gibi Fars vezirlere bırakırlardı[16]. Hârzemşahlar ve ardınca da Moğolların İran’a gelişleri ve orada yaptıkları cinayetler yeni bir bölümü oluşturmaktadır. Kitapta Moğollar vahşi bir kavim olarak gösterilir. Burada Çin Seddi’nin Moğolların akınını önlemek için yapıldığı yazılmaktadır ki bunun yanlış olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Bunun ardınca da İlhanlılar, Timurlular ve daha sonra da Akkoyunlular ve Karakoyunlular ele alınır. Akkoyunlular kısmında Uzun Hasan’ın Osmanlılarla olan rekabeti ve dolaysıyla da çatışmaları takdirle kaydedilir ve kitap onunla sona erer[17].
İran’da merkezi medyanın Türklere ve özellikle Azerbaycan Türklerine yaklaşımı tarih yazımındakinden farklı değildir. Gazetelerde ve televizyon dizilerinde sıklıkla görülen bu aşağılayıcı tutum zaman zaman Türkler arasında infiale ve tepkilere yol açmaktadır. Daha önce bir televizyon dizisinde üç kağıtçı kapıcı tiplemesiyle yapılan aşağılamaya karşı olduğu gibi, yine bir gazetede yayınlanan ve Azerbaycan Türkünü hamam böceği biçiminde tasvir eden bir karikatür de Türkler tarafından benzer şekilde büyük bir tepkiyle karşılanmıştır. Yapılan gösterilerde elli kişi ölmüştür[18].
Karşıt Tarihçilik görüşleri: Son zamanlarda İran’da ciddi araştırmalar sonucu ortaya çıkan bazı yeni eserlerde İran’da hakim tarih görüşlerine ciddi eleştiriler getirilmektedir. İran resmî tarihinin başlangıç noktası sayılan Ahamenişlerin soğuk kuzey bölgelerinden İran’ın sıcak güney bölgelerine gelen vahşi ve saldırgan bir kavim oldukları; İran’da Elam ve Babil gibi büyük uygarlıkları mahvettikleri ve Babil devletinin gazabına maruz kalan Yehûdilerin desteği ile hükümet kurdukları bilinmektedir[19]. Purpirar’a göre, İslam’a kadar hiçbir zaman İran’da tek bir din hâkim olmamıştır. Zerdüşt dini ise doğal olarak soğuk bölgelerin dinidir. Çünkü İran’ın güneyinde güneşin şiddetli sıcaklığına katlanan insanların ateşe tapması hiç mantıklı bir iş değildir. Bu din kuzeyden gelen saldırgan kavmin kendi ile birlikte getirdiği bir inanç olup İran halklarının değil, sadece hâkim tabakanın dini olarak hayatını sürdürmüştür. Ona göre, bütün bu uydurmacılık çabaları Yahudilerin desteği ile hayalî bir Ariyayî millet yaratmak içindir[20]. Yine Türklerin İran’a ne zaman geldikleri ve Azerbaycan’ın ne zaman Türkleştiği meselesinde bir fikir birliği bulunmamaktadır. M. T. Zehtabi yazdığı “İran Türklerinin Eski Tarixi” ve “İslama Qeder İran Türklerinin Dili ve Edebiyatı” adlı eserlerinde İran’ın en eski zamanlardan beri Türk yurdu olduğunu ve Elam, Manna, Med, Part vb. Türk devletleri kurduğunu ileri sürmektedir. Ona göre, “Elam dili o dönemdeki genel Türk dilinin, İran’da yaşayan Türklerin yerel, esas, önemli ve hakim lehçesi olmuştur”[21]. Bu görüş, bilimsellikten daha çok, Türkleri İran’da yabancı ve işgalci bir unsur olarak göstermeye çalışan Fars tarihçilerine cevap ve tepki niteliği taşımaktadır. C. Heyet, Türklerin İslam’dan önce de İran’da mevcut olduklarına değinerek, Türklerin kitle halinde İslam’dan sonra yani Selçuklular ve ondan sonraki dönemlerde İran’a geldiklerini ve orada büyük devletler kurarak 1920’ye kadar bin yıl boyunca ülkeyi yönettiklerini ileri sürmektedir[22].
Sonuç olarak, İran tarihçiliğinde ister resmî ister gayriresmî tarih eserlerinde, Türkler yabancı, işgalci, kültürsüz ve ilkel kavim olarak gösterilir. Türkçe ve Türk kültürü bu yapının ifadesi olarak küçük görülmektedir. Bir yandan da Türkçe konuşan halkların sonradan Türkleşmiş Farslar olduğu açıktan açığa vurgulanarak inkârına gidilmektedir. Bu çerçevede Türkiye ile olan ilişkiler ihtiyatla karşılanmakta, Türkiye’den gelebilecek Türk birliği düşüncesine karşı tarih yazımında da söz konusu yorum ve değerlendirmeler göze çarpmaktadır. Bütün bu ikilem ve açmazlarına rağmen 1) İslâmcı Şiiliğin bütün İran’ı tek bir kültür ve inanç bütünlüğünde tutmak için en temel işlevi üstlenmiş olması, 2) İran vatanına aidiyet ve İranlılık vurgusu, kimlik inşasında ve tarih yazımında en bildik yaklaşım tarzını oluşturması, 3) Vatanın bütünlüğüne yönelmiş dış tehdit (Amerika- İsrail) vurgusunun sürekliliği türdeşleştirme için resmi görüş kadar tarihçiliğin de sıklıkla müracaat ettiği bir olgu olması İran tarihçiliğinde bir dereceye kadar etkili ve başarılı olmuş önemli hususlar olarak belirtilmesi gerekir.
Târix-e İran Ez Ağaz Ta Sefeviyye, Orta Okul 1. sınıf öğrencilerinin ders kitabı, Eğitim Bakanlığı Yayınları, (1997) Tahran
BEYGDİLU Rıza, Bâstangerâyi Der Târix-e Moâser-e İran, Merkez Yayınları, (2001) Tahran
DEHHODA A. E., Loğet-Name, Tahran Üniversitesi Yayınları, (1994) Tahran.
EFŞAR İrec, Zeban-i Farsi Der Azerbaycan, Efşar Yayınları, (1989) Tahran.
Gündoğdu, Abdullah, Ümmetten Millete: Ahmet Ağaoğlu’nun Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad Dergilerindeki Yazıları, IQ Yayıncılık, İstanbul, 2007
HEYET Cevat, Târix-e Zeban ve Lehçeha-ye Torki, Peykan Yayınları, (2001) Tahran
HEYET Cevat, Nasiyonalism ve Bâstangerâyi Der İran, Varlık dergisi, (2002), S. 126-3, Payız 1381, ss. 3-21, Tahran
NUTKİ Hamit, Misâk-i Yezdâni, Varlık dergisi, S. 73-3, 74-4, Xordad-Tir 1364, ss. 3-24, (1985) Tahran.
Olivier Roy, Yeni Orta Asya Ya da Ulusların İmal Edilişi, Çeviren Mehmet Moralı, Metis Yayınları, İstanbul, 2000.
PAJUKİ RIZA, Tarih-i İran Ez Moğul Ta Afşariye, Ferheng Yayınları, (1317) Tahran.
PURPİRAR Naser, Devâzdeh Garn Sukût, Kareng Yayınları, (2000) Tahran
PURPİRAR Naser,. Poli Ber Gozeşte, Kareng Yayınları, (2001) Tahran.
Stéphane A. Dudignon, “Orta Asya’da Siyasal Değişmeler ve Tarih Yazımı Tacikistan ve Özbekistan 1987-1993”, Unutkan Tarih Sovyet Sonrası Türkdilli Alan, Metis Yayınları, İstanbul, 1997, s. 91- 133.
ZEHTABİ M. T, İslama Qeder İran Türklerinin Dili ve Edebiyatı, Ahter Yayınları, (2001) Tebriz.
[1] Bu çalışmamızda büyük yardımlarını gördüğüm sevgili öğrencim M. Rıza Heyet’e teşekkürlerimi bir borç bilirim.
[2] ülkemizde 300 Spartalı adıyla gösterime girdi.
[3] İran sanat akademisi Birleşmiş Milletler kültür fonu Unesco’ya başvurarak; “İran gibi dünyanın en eski medeniyetlerinden birinin tarih ve kültürünün Hollywood’un yıkıcı hareketleri ile zarar görmesine bu kurum tepki göstermelidir. Unesco’nun tüm medeniyetlerin kültürünü koruması gerekir” demiştir. Hatta İran elçiliği kendi resmi internet sitesinde filmle ilgili uzun bir eleştiri yayınlamıştır. Bu eleştiride şu değerlendirmeler İran’daki tarih bilinci ve resmi tarihçilik anlayışı konusunda ilginç görünmektedir: “300 filminde İranlılar, çirkin, siyah yüzlü, korkak, akılsız devler gibi, Haşayar şah ise kadınsı duygulara sahip, süslü, çeşitli takılar takmış heybetsiz bir karakter olarak tasvir edilmiştir. Bu konuda söylenmesi gereken şu ki, İranlılar aslen Arya ırkından, erkekleri uzun boylu, yiğit, kadınları ise güzel yüzlü ve uygun fizikli, Pers’ler ve Medler ise diğerlerinden rahatça ayırt edilecek kadar mavi gözlü ve sarı saçlı oldukları bilinmektedir. Şuşa ve Persepolis’te bulunan kitabelerde İran padişahlarının yakışıklı, uzun boylu ve güzel kıyafetli oldukları tasvir edilmiştir. O dönemde İran kadınları, kibarlık ve neciplikte ; İran erkekleri ise savaşçı ve yiğitlikte zamanın en üstün insanları olarak bilinmektedir.” http://www.irankulturevi.com.
[4] Bu tartışmalar, 1990’lı yıllarda bir tarih öğretmeni bir hanım arkadaşımın laik, ulus devletin başkentinde bir okulda ders işlerken yaşamış olduğu zorlukları hatırlattı. Öğrencilerin Göktürkler ve Uygurlar gibi İslâm öncesi dönemin anlatılmasına sık sık tepki gösterdikleri, Atilla ve Bizans ilişkilerini anlatırken Bizans’ın ehl-i kitap olması nedeniyle putperest Atilla ve Hunlarına göre daha değerli olduğu ve dersin öyle anlatılması” yönünde yapmış oldukları itirazlarındaki trajik durumun bu yazının kaleme alınmasında etkili olduğunu belirtmek isterim.
[5] Bu konuda bk. Abdullah Gündoğdu, Ümmetten Millete: Ahmet Ağaoğlu’nun Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad Dergilerindeki Yazıları, IQ Yayıncılık, İstanbul, 2007.
[6] İran ve Turan konusunda fantastik yorumlar için bk Osman Karatay, İran İle Turan Hayali Milletler Çağında Avrasya ve Ortadoğu, Karam Yayınları, Ankara, 2003.
[7] Gökhan Çetinsaya, “Humeyni’den Rafsancani’ye İran dış Politikası”, Türkiye Günlüğü, Sayı 63, Kasım -Aralık 2000, s. 49. ( 43- 53.)
[8] BEYGDİLU Rıza, Bâstangerâyi Der Târix-e Moâser-e İran, Merkez Yayınları, Tahran, 2001.
[9] Stéphane A. Dudignon, “Orta Asya’da Siyasal Değişmeler ve Tarih Yazımı Tacikistan ve Özbekistan 1987-1993”, Unutkan Tarih Sovyet Sonrası Türkdilli Alan, Metis Yayınları, İstanbul, 1997, s. 91- 133.
[10] Olivier Roy, Yeni Orta Asya Ya da Ulusların İmal Edilişi, Çeviren Mehmet Moralı, Metis Yayınları, İstanbul, 2000, s. 172-176.
[11] Stéphane A. Dudignon, a.g.e., s. 97.
[12] Bkz. DEHHODA A. E., Loğet-Name, Tahran Üniversitesi Yayınları, Tahran, 1994, s. 5815-5816.
[13] EFŞAR İrec, Zeban-e Farsi Der Azerbaycan, Efşar Yayınları, Tahran, 1989, s. 177-214.
[14] EFŞAR İrec, a.g.e.
[15] PAJUKİ RIZA, Tarih-i İran Ez Moğul Ta Afşariye, Ferheng Yayınları, (1317) Tahran.
[16] Bu eserde olduğu gibi diğer tarih eserlerinde de Selçuklular başta olmak üzere bu Türk hanedanlarının devlet geleneğinden bahsedilirken Türkçe siyasetname geleneğinin en önemli örneği Kutadgu Bilig’den hiç söz edilmez.
[17] Bk. Târix-e İran Ez Ağaz Ta Sefeviyye, Orta Okul 1. sınıf öğrencilerinin ders kitabı, Eğitim Bakanlığı Yayınları, (1997) Tahran.
[18] 12 Mayıs 2006 tarihinde ‘İran’ adlı Tahran’da Farsça yayınlanan bir gazetenin çocuklara yönelik hazırlanan Cuma ekinde, İran’daki Azerbaycan Türklerini öfkelendiren ve ayaklanmalarına yol açan bir karikatür yayınlandı. Karikatürde Azerbaycanlılar için ‘hamamböceği’ iması yapılıyordu. Karikatürde, bir masada bir hamam böceği ve masanın karşısında oturan çocuk vardı. Çocuk hamamböceğine bakarak “sizler o kadar çoksunuz ki, sizlerden yalnızca sizi ezmekle kurtulabiliriz” diyor, sonrasında ağza alınmayacak hakaretler ediyordu. Hamamböceği ise ona bakarak “ne?” anlamında Azerbaycan Türkçesinde “nemene?” diyordu. Karikatür ülke çapında Azerbaycan Türklerinin yoğun gösterilerine yol açarken İran olaylarla ilgili olarak ‘Amerikan komplosu’ iddiasında bulundu. Kriz, İran’da Azerbaycan milliyetçiliğinin düzeyini gösteren önemli bir turnusol kağıdı olarak değerlendirilmiştir.
[19] PURPİRAR Naser, Devâzdeh Garn Sukût, Kareng Yayınları,Tahran, 2000.
[20] Bk. PURPİRAR Naser,. Poli Ber Gozeşte, Kareng Yayınları, Tahran, 2001.
[21] ZEHTABİ M. T, İslama Qeder İran Türklerinin Dili ve Edebiyatı, Ahter Yayınları, Tebriz, 2001, s. 7.
[22] HEYET Cevat, Târix-e Zeban ve Lehçeha-ye Torki, Peykan Yayınları, Tahran, 2001.