Yükleniyor...
Kıbrıs sorununda önemli bir yol ayrımına gelindi. Bugüne dek öngörülenden tamamen farklı bir çözüm modeli üzerinde konuşmanın mümkün olabileceği yeni bir zemin söz konusu. Ada etrafında keşfedilen hidrokarbon yatakları ve bunun çıkarılması sürecine eşlik eden egemenlik tesisindeki anlaşmazlık, bir noktadan sonra Kıbrıs’taki fiili iki devletli yapının durumunu açıklığa kavuşturmayı zorunluluk haline getirdi. Müzakere sürecinden bağımsız olarak Kıbrıs açıklarında çıkarılacak doğalgazın Avrupa’ya ulaştırılmasında gelinen aşama, Rum tarafını, Ada Türkleriyle sorunlarından kurtulmaya zorluyor. Bunun iki nedeni bulunuyor. İlk neden, sondaj faaliyetlerini yürüten uluslararası şirketlerin bölgedeki kriz ortamından duyduğu rahatsızlıktır. İkinci neden, günden güne yaklaştıkları enerji zenginliğini kendileri gibi zenginlikte hak sahibi olan Türklerle paylaşmak istememeleridir. Rum lider Nikos Anastasiadis’in yetki paylaşımına ilişkin son dönemdeki açıklamaları, çözüm perspektifinin değiştiğini ve hidrokarbon zenginliğinin önündeki engelleri aşmak adına müzakereler için kestirme bir yol yaratmaya çalıştığını gösteriyor. Gerçi bu açıklamadaki unsurlar, Rum tarafının zaten başından bu yana müzakerelerde varmak istediği noktaydı. O anlamda yeni değil. Ancak birden bire aradaki müzakereleri, buradan çıkan sonuçları, kriterleri, uzlaşı noktalarını yok sayarak tüm süreci 58 yıl öncesine götürmesi ve bu anlamda sonuçlarını göze alması yeni bir durum. Türkiye’nin 8 yıl süren sismik araştırma aşamasından kendi kıta sahanlığında sondaj aşamasına geçmesinin Rum tarafının müzakere sürecinden hızlıca kurtulma girişimini tetiklediğini düşünüyoruz.
Doğu Akdeniz’de hidrokarbon yataklarının bulunması ve uluslararası şirketlerin devreye girmesi meselenin daha çok enerji ayağına dayanır bir yapıya bürünmesine neden oldu. Hâlbuki konunun can damarı, deniz egemenlik bölgeleri ve denizlerdeki yetki alanlarıdır. Öncelikle bir bölge için iki hak iddiası varsa o bölgedeki zenginliğin çıkarılması, taşınması, paylaşılması için hak iddiasında iki tarafça da kabul edilecek bir uzlaşının sağlanması gerekir. Dolayısıyla GKRY 30 ayrı ülkeden 60 şirketle de anlaşma yapsa Türkiye’nin arama ve sondaj yapılacak bölgede hak iddiası olduğu müddetçe Doğu Akdeniz bir kriz alanı halini korur. Öte yandan GKRY’nin tıpkı İsrail gibi esasen uluslararası dolaşıma açık sular olan MEB alanında karasuları hukukunu uygulama girişimi de konunun egemenlik tesisi noktasından ele alınmasını zorunlu kılar.
Bu anlamda Türkiye’nin belli bir süre kısmen/göreceli esneklik tanımasını, Kıbrıs Türklerinin payının verileceği garantisine ve İsrail’in GKRY’yi çıkan doğalgazın Türkiye üzerinden taşınmasına zorlayacağı varsayımına, sondajın başlangıçta sadece İsrail ve GKRY arasındaki bölgede yapılmasına, devam etmekte olan Kıbrıs müzakerelerine zarar vermeme niyetine bağlayabiliriz.[1] Ancak Rum tarafının müzakere sürecinde hiçbir iyi niyet ve uzlaşı eğilimi sergilememesi, sonraki süreçte de Kıbrıslı Türkleri ve haklarını yok farz eden bir tutuma girmesi, doğalgaz boru hattı anlaşmasına Romanya ve Bulgaristan’ın da Kasım 2018’de dahil edilmesi,[2] Yunanistan’ın Ege’deki hareketliliğinin Türkiye’nin egemenlik haklarını hedef aldığının ve Doğu Akdeniz’e de taştığının aşikar hale gelmesi, GKRY’nin yeni sondaj alanlarının artık doğrudan Türkiye’nin egemenlik alanlarıyla çakışması ise durumu değiştirdi. Türkiye’nin zaman içinde yumuşaması beklenirken aksine sertleştiği ve hak ihlaline göz yummama kararlılığını kuvvetlendirdiği Rum tarafınca anlaşılır hale geldi.
Türkiye, Doğu Akdeniz’deki egemenlik haklarını koruma konusunda kararlı davranıyor. Kararlığını yaptığı önleme hareketleri ve aldığı sondaj gemileri de pekiştiriyor. Türkiye, Rum Yönetimi’nin uluslararası hukukun öngördüğü gibi tüm kıyıdaş devletlerin uzlaşısını aramak yerine Mısır ve İsrail’le yaptığı ikili anlaşmalara dayanan MEB ilanını başından bu yana tanımadı, tüm eylemleriyle de tanımadığını gösterdi.[3] Türkiye’nin bu ilanı tanımamasının bir sebebi hukuka ayrılık, diğer sebebi ise söz konusu bölgenin pek çok noktada Türkiye’nin kıta sahanlığı ile örtüşmesi. GKRY’nin parsellediği 1, 4, 5, 6, 7. bölgeler, Türkiye’nin kıta sahanlığı ve Türkiye’nin TPAO’ya verdiği petrol-doğalgaz arama ruhsatı bölgeleri ile çakışmaktadır. GKRY’nin parsellediği bu sayılı alanların yüzde 30’unun üzerindeki bir bölgede Türkiye’nin hak iddiası bulunuyor. GKRY’nin parsellediği 1, 2, 3, 8, 9, 12 ve 13. bölgeler de KKTC’nin TPAO’ya Eylül 2011’de verdiği[4] ruhsat bölgeleriyle çakışmaktadır.
Türkiye’nin MEB ilanı, parselleme, ruhsatlandırma ve nihayetinde sondaj faaliyetlerine karşı çıkışının bir diğer nedeni de Ada’nın bütünü üzerinde Rumlarla eşit şekilde söz sahibi olan Türklerin GKRY’ce karar sürecine dâhil edilmemesidir. Yani Rumların iki başlı oluşturulmuş devlet mekanizması adına ama tek başına hareket etmesine dönük bir tepki ve reddediş söz konusudur. Türkiye’nin ve KKTC’nin bu yöndeki itirazının hukuki temeli net ve açıktır. Nitekim GKRY de 1959-1960 Anlaşmaları, bu anlaşmalara dayalı kurulan 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Anayasası ve bu nihai noktaya varıncaya dek gelişim gösteren tüm hukuki süreçte Kıbrıslı Türklerin Ada’ya ait zenginliklerin ortağı olduğunu kabul etmektedir. Zenginliğin paylaşımını ise sonraya, müzakere sürecinden sonraya ötelemektedir. Paylaşımın oranı hakkında ise hiçbir bilgi, açıklama, ima bulunmamaktadır. Ancak ruhsat dağıtma kararından geri adım atmış değildir.
KKTC’nin TPAO’ya petrol ve doğalgaz arama ruhsatı vermesi bu hususla ilgilidir. İki ülkenin bu hususta ciddi olduğunu GKRY, İtalyan ENİ şirketinin Rumlarca hukuka aykırı ruhsatlanmış 3. parseldeki sondaj faaliyetine dönük ilerleyişinin Türkiye tarafından durdurulmasıyla anlamış bulunuyor. ENİ şirketine ait Saipem 12000 Türk savaş gemilerince 9-24 Şubat 2018 boyunca engellenince Limasal limanına yönelip, birkaç gün sonra da Fas’a hareket etmiş; sondaj planları da ertelenmişti.[5] 3. parsel, KKTC’nin TPAO’ya ruhsat verdiği bölgelerden biriydi. 18 Ekim 2018’de ise Doğu Akdeniz’de önceden ilan edilen Türkiye’ye ait Güzelyurt Araştırma Sahası’nda araştırma yapan Barbaros Hayrettin Paşa gemisini taciz eden Yunan fırkateyni, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı unsurlarınca[6] engellenmişti.[7] Dolayısıyla Türkiye’nin önleme faaliyetlerinin hidrokarbon zenginliğine ulaşmada önemli bir engel teşkil ettiğini ancak Türkiye’nin sondajlarının önlenmesinde yetersiz kalındığını Rum Yönetimi gördü.
Öte yandan Oruç Reis ve Barbaros Hayreddin Paşa gemileriyle sismik araştırmalara devam eden Türkiye’nin derin denizde Fatih gemisiyle başlattığı petrol ve doğal gaz arama çalışmaları ve yeni alınan ikinci sondaj gemisinin de Aralık ayından itibaren sondaja başlayacak olması, GKRY’nin başlangıçta çözülmemiş egemenlik alanı sorununun başını ağrıtacağını anlamasını sağlamıştır. Kıbrıs Rum Yönetimi, hidrokarbon yataklarındaki çalışmalarda ileriye gidebilmek için kendini bir çözüm bulmak zorunda hissediyor.
Kıbrıs Rum tarafının 50 yıllık müzakere sürecinde bir anlamda Türklerin kazanımı olarak gördüğü “iki kesimliliğin korunması”,[8] “mülkiyette global takas ve tazminat”[9] ilkelerini artık tanımadığı gibi[10] 1960 Anayasası’na da asla dönmeyeceğini açıklaması ve Rum lider Anastasiadis’in yeni önerisiyle sürecin artık başka bir yola sürüklendiği anlaşılmıştır.
Rum Yönetimi’nin yeni yaklaşımı önce Rum basınına sızan 10 sayfalık bir açıklama, ardından müzakere heyeti üyesi ve Anastasiadis’in danışmanı Poliviu’nun hazırladığı 37 sayfalık raporla gündeme geldi; zaten kısa süre sonra Kasım 2018 içinde basın açıklamalarıyla Anastasiadis de yeni yaklaşımın ayrıntılarını paylaştı. Buna göre Anastasiadis, ilke olarak Kıbrıslı Türklerin yönetime eşit katılımını sağlaması gereken düzenlemelerin tamamını reddediyordu. Önerisi “desantralize federasyon”du. Türklerin tüm organlarda karar alma mekanizmalarına etkin katılımının devleti çalışmaz hale getireceğini, kararlarda Türklerin etkin katılımını aramanın azınlığı bu hakkını kötüye kullanması ve çoğunluğun hakkını engellemesi tehlikesini doğurduğunu savunan Anastasiadis, Türklerin sadece hayati çıkarlarını etkileyecek kararlarda oy kullanabileceklerini söyledi. Türklerin kendi bölgelerindeki yönetim yetkilerinin arttırılması karşılığında merkezi yönetimdeki yetkilerinin azaltılmasını yeni müzakerelerin başlaması için şart koşuyordu.[11]
Gevşek federasyon şeklinde tanımlıyorsa da aslında önerisi üniter bir devlet içerisinde Türklere özerklik/otonom hakkı tanınmasıydı. Açıkçası bu, aradan geçen yıllara, müzakerelerde ulaşılan kriterlere rağmen 1963’te devletin yıkılması ve Türklere karşı katliamların başlamasındaki bakış açısının canlılığını koruduğunu gösteriyor. Bu yaklaşımda Türkler azınlık olarak kabul ediliyor ve bir hukuki süreçle edinilmiş olan siyasal eşitlik hakkı yok sayılıyor. Yeni öneriye göre, Türklerin ayrı bir meclisi, hükümeti, cumhurbaşkanı, eğitim ve mali kurumları, harita üzerinde idari sınırları, polisi olacak, başka ülkelerle ticaret ve ikili anlaşmalar yapabilecekler ama egemen olamayacaklar ve egemen devletin kararlarına da katılamayacaklar. Aynı zamanda Türklere bırakılan sınırlara Rumların ya da Yunanlar dahil 25 AB üyesi vatandaşların dolaşma, yerleşme, iş kurma, mülk edinme hakları da (dört özgürlük) olacağı için buranın demografik yapısı değişime açık olacaktır. Dolayısıyla müzakerelerin bel kemiği olan “İki toplumlu, iki kesimli, siyasi eşitliğin sağlandığı federasyon” yaklaşımı tamamen rafa kalkmıştır. Artık bir devlet ve içinde yaşamasına izin verilen bir toplum önerisi masaya konulmak istenmektedir.
Müzakere masasının yeniden kurulmasında çok istekli davranan KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı bile bu önerinin üniter devlet anlamına geldiğini, merkezi hükümette kalacak yetkilerin uygulanmasında kararların basit çoğunluk esasında alınmasını kabul etmeyeceklerini belirtti. Ancak müzakerelerde yeni bir model teklifi zamanı geldiğini henüz kabul etmedi.
Süreç Türkleri iki ayrı devlet modelinde ısrar etmeye zorluyor. Hidrokarbon meselesi BM gözetimindeki müzakere ve çözüm arama sürecinin önüne geçmiş durumda. Diğer bir deyişle BM’nin iyi niyet misyonu hidrokarbon meselesinin esiri olmuştur. Anastasiadis’in desantralize federasyon önerisini açıklarken doğalgaz konusunu asla müzakere masasına getirmeyeceklerini de söyledi. Norveç modelini savundu ve gazdan elde edilecek gelirin bir banka hesabına konulacağı ve çözümden sonra değerlendirileceğini söyledi. Açık şekilde anlaşılıyor ki Rum Yönetimi egemenliği, yönetimi olduğu gibi serveti de paylaşmak istememektedir. Gelinen nokta, KKTC’nin en zayıf göründüğü anda aslında en avantajlı konumda olduğu iddiasını belirtmemizi mümkün kılıyor. Şimdi tamamen yeni bir yaklaşımı gündeme getirme sırası KKTC’de.
İşleyen demokrasisi ve bir yapıyı devlet yapan tüm kurumlara sahip konumuyla KKTC, varlığını koruma ve devletten geriye gidilemeyeceği inancıyla artık tanınma denizine yelken açmak, diplomasi girişimlerini başlatmak zorundadır. Ada’da iki halk, iki ayrı egemen ve bağımsız devlet var ve Ada’nın gerçeklerine uygun bir çözüm arayışı söz konusu olmalıdır. İki halk ileride gerçek bir federasyon ya da konfederasyon çatısı altında birleşmek isteyecekse bunun müzakeresi iki egemen ve bağımsız devlet arasında yapılmalıdır.
Türkiye, Temmuz 2017’de son Cenevre Zirvesi de çöktüğünde[12] masadan kalkarken BM parametrelerinde ısrar etmenin anlamının kalmadığını açıklamıştı. Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun 21 Nisan 2018’de Akıncı ve siyasi parti liderleriyle gerçekleştirdiği toplantıda “konfederasyon ya da iki ayrı devlet modeli üzerinde durulması önerisi”nde bulunduğu da basına sızmıştı. Bu zaten KKTC kamuoyunun beklentisinin karşılığıydı, o nedenle büyük ilgi gördü. KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı ise BM parametrelerinin çöpe atılmasının kabul edilemeyeceğini söyleyerek yeni müzakere masasını zorlamaya çalışmaktadır. Hâlbuki artık zaten BM parametreleri kalmamıştır. Rum tarafı da müzakere sürecinde önerdiği tüm teklifleri geri çektiğini açıklamıştır.
BM parametreleri dediğimizde her ne kadar iki kesimlilik ilkesi, siyasi eşitlik gibi son 10 yılda parça parça eritilen en sonunda da Akıncı döneminde tamamen vazgeçilen ve tarafların talepleri arasında denge sağlayabilecek unsurları da içeren uzlaşılar bütünü anlaşılsa da en son masadan kalkıldığında BM parametresi olarak geriye sadece 4 Mart 1964 tarihli ve 186 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararı kalmıştı. BM Güvenlik Konseyi’nin 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasına aykırı olarak sadece Rumlardan oluşan bir kabineyi, “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” Kıbrıs Türk halkını da temsil eden “hükûmeti” olduğunu varsayan bu karar, sözde BM barış gücünün Ada’ya davet edilmesi koşulunu karşılamak için alınmıştı ancak sonraki sürecin zemini yapıldı. KKTC’nin tanınması çağırısını içeren BM Güvenlik Konseyi’nin 18 Kasım 1983 tarihli 541 sayılı kararı da 186 sayılı karar zemininde alınmıştır. Kısacası 186 sayılı karar, Ada’daki Rum yönetiminin Kıbrıs Türk’ünü de temsil ettiğini varsayar ve bu varsayımla ancak “Kıbrıs Cumhuriyeti” temelinde ve çatısı altında çözüm üretebilir. Bu da adil bir sonuç doğmasını imkansızlaştırır. Gelinen noktada, Türklerin haklarını da koruyan tüm güvencelerin kalktığı, dolayısıyla dengenin bozulduğu sadece 186 sayılı kararın doğurduğu sonuçların esas olduğu bir BM zemini söz konusudur. Bunun en önemli sonucu müzakere masasına Rum tarafının devlet olarak Türk tarafının ise toplum olarak oturmasıdır. Halbuki Ada’daki kaostan çıkış, iki halk, iki ayrı egemen ve bağımsız devlet olduğu gerçeğinden hareket edildiğinde sağlanabilecektir.
Türkiye’nin 2004’te “artık bu defter kapandı” dedikten sonra 2008’de müzakerelerin yeniden başlamasına razı olması, en büyük hataydı. Zira 2004’te Kıbrıs müzakerelerinin varabileceği en üst noktaya ulaşılmış, referanduma gidilebilmişti. Referandum son durak olmalıydı. İki taraf da evet diyene dek defalarca sandık kurulması anlamsız. Anlamsızlığın dünya kamuoyuna anlatılması gerekir. Önceki ve sonraki süreç incelendiğinde, yeniden referanduma gidilebilecek bir planın oluşturulmasını zorlayacak hakemlik ve takvim müessesinin bir kez daha devreye sokulmasının mümkün olmadığı da görülmektedir. Rumlar kendileri için kısıtlayıcı gördükleri hakemlik ve takvim girişimine 2004’ten sonra asla izin vermediler.
Kaldı ki Annan referandumu bize BM’nin Türklerin kendi kaderini tayin hakkını ve KKTC’nin devlet olarak yaptığı işlemleri tanıdığını ve Rumlara da bunu kabul ettirdiğini göstermektedir. Referandumun eş zamanlı ama iki tarafta ayrı ayrı gerçekleştirilmesi Türklerin Rumlardan ayrı bir halk olduğunun kabul edildiğini ve kendi kaderini tayin hakkının da tanındığını gösterir. Annan Planı’nın KKTC’nin o güne dek yaptığı anlaşmaların yeni devlet için bağlayıcı olacağı hükmü de KKTC’nin icraatlarının tanındığı yani devlet yapısının kabul edildiği sonucuna götürür.
Bugün KKTC, tam bağımsız olarak kurulmuş ve ilan edilmiş bir devlet olarak en güçlü pazarlığını yapabilecek konumdadır. Ada’daki varlığını GKRY ile yan yana ve devletler hukukunun birer eşit süjesi olarak idame ettirme azmindedir. Hidrokarbon zenginliğinin paylaşımı, Kültürel Miraslar konusunda olduğu gibi ana müzakerelerden ayrı bir başlık olarak görüşülmeli ve müzakere süreci daha dar kapsamlı olarak ele alınmalıdır. Bu da sınırların belirlenmesi ve tazminatlar konusunun çözülmesinden ibarettir. GKRY’nin egemenliği Türklerle paylaşmayacağını açıklaması, başka bir yol bırakmadığı gibi büyük bir fırsatı da sunmaktadır.
***
[1] Bu dönem aynı zamanda Ergenekon ve Balyoz kumpas davaları süreciyle örtüşür. Özellikle Balyoz kumpası Türk Donanmasını hedef almaktaydı.
[2] Doğu Akdeniz Doğal Gaz Boru Hattı (EAST MED) projesine dönük devletler arası anlaşmaların ilerlemesi, karlı olmamasına rağmen projenin ciddiyetinin arttığının göstergesidir. İsrail’den Kıbrıs Vassilikos Limanı’na, buradan Girit ve Yunanistan’a uzanacak gazın bir terminalde depolanarak Avrupa’ya dağıtılması planlanıyor. Projenin ön çalışmaları için 34 buçuk milyon Euro ayrıldığı ve Avrupa Birliği’nin de projeye katkı sağlayacağı açıklandı. (https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-44040323 ) Yıllık 20 milyar metreküplük kapasiteye sahip olacak hattın inşası için gerekli yatırım miktarı yaklaşık 7 milyar dolar olarak hesaplanıyor. Bugüne dek AB tarafından 100 milyon Dolar da harcanmış durumda. Teknik olarak 3,5 kilometre derinliğe inmesi ve 2 bin 100 kilometrelik uzunluğa erişmesi gereken boru hattının doldurulabilmesi için yeni keşiflerin şart olduğu açıklandı. (https://www.ntv.com.tr/ekonomi/dogu-akdenizde-dogalgaz-boru-hatti-anlasmasi,cHcBbfCBlUuTDp2IxqkU9g) Kıbrıs-Türkiye hattına göre 5-6 kat daha maliyetli olduğu bilinen East-Med hattının inşası, Türkiye’yi devreden çıkarmak için gündemde tutuluyor. Ayrıca boru hattı için planlanan rota Türkiye’nin kıta sahanlığından geçiyor.
[3] GKRY’nin Lübnan’la 17 Ocak 2017’de imzaladığı anlaşma ise Lübnan parlamentosunda reddedildiği için uygulamaya sokulamadı. Ancak MEB ilanında GKRY bu anlaşma yürürlükte gibi hareket etmiştir.
[4] Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Devleti arasında 22 Eylül 2011’de NewYork’ta Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması imzalanmış, KKTC Bakanlar Kurulu da Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’na (TPAO), KKTC deniz yetki alanlarında petrol ve doğalgaz arama ruhsatı vermiştir. Yetki verilen alanlar karar ekinde gösterilmiştir. Dönemin KKTC Başbakanı İrsen Küçük yaptığı basın açıklamasında “KKTC, bu sürecin başından itibaren vurgulandığı gibi adanın kıta sahanlığının tümü üzerindeki meşru haklarını korumakta kararlıdır.” ifadesini kullanmıştır. Bu açıklama, Türklerin -ve pek tabi yönetim organlarının tamamının- 1959- 1960 Anlaşmaları ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’ndan kaynaklı tüm ada üzerindeki haklarına atıfta bulunması nedeniyle önemlidir.
[5] Doğu Akdeniz’deki sondaj krizi, AB-Türkiye zirvesini tehlikeye soktu, 24 Şubat 2018, Sputnik Türkiye
[6] TCG Giresun firkateynine destek olarak bir firkateyn, iki hücumbot ve bir denizaltı gönderildi.
[7] Yunanistan Barbaros gemisini taciz etti, 18 10 2018, CNN Türk
[8] 1977 ve 1979 doruk anlaşmaları, gelecekteki federal Kıbrıs’ın ‘iki-bölgeli’ olacağını kayda geçirmiştir. BM Güvenlik Konseyi’nin 1990/649 sayılı kararı da 1977 ve 1979 doruk anlaşmalarına uygun olarak anayasal bakımdan iki-toplumlu, toprak bakımından iki-bölgeli bir federasyona’ atıfta bulunarak bu ilkeyi resmen, gelecekteki bir Kıbrıs çözümü için BM-onaylı bir parametre haline getirdi. 2 Ağustos 1975 tarihli III. Viyana Anlaşması ise Türklerin Kuzeye geçme özgürlüğü ve Kuzeyde yaşayan Rumların Güneye taşınma özgürlüğünün kabul edildiği anlaşmadır; Klerides [1975] ve Makarios [1977] tarafından ve daha sonra 1979’da Kipriyanu tarafından kabul edilmiş ve iki toplum için iki-bölgeli bir çözümün esas temelini oluşturmuştur.
[9] 1976 tarihli Viyana Görüşmelerinin beşinci turunda Rauf Denktaş’ın sunduğu belgede geçen güneydeki Kıbrıs Türk mülklerin tamamının kuzeydeki Kıbrıs Rum mülklerinin tamamıyla yönetimler arasında takas edilmesi ve 1974 öncesindeki Kıbrıs Türk zararlarını da dikkate alarak, mülklerin değeri arasındaki fark için tazminat ödenmesini içeren öneridir.
[10] Birbiriyle bağlantılı iki ilkenin içeriğinin boşaltılması Mehmet Ali Talat döneminde; tamamen ortadan kaldırılması Mustafa Akıncı döneminde gerçekleşmiştir.
[11] https://www.dw.com/tr/anastasiadisten-k%C4%B1br%C4%B1sta-desentralize-federasyon-%C3%B6nerisi/a-46186540, 7 Kasım 2018
[12] 1974’den bu yana Rumlar 7. kez BM zemininde ortaya çıkan çözüm imkânını reddetmiştir.