Yükleniyor...
Tüm ülkeler, COVID-19 salgınının etkisi altında, uzun yıllardır yaşamadıkları bir fevkaladelik içindeler. Yakın zamanlarda da bölgesel ve küresel olağanüstülükler, çok yönlü ve boyutlu sorunlar yaşandı ama oralarda farklı rollerde ve sınırlı sayıda taraflar vardı; böylesine bir ‘küresel ortak tehdit’ değillerdi. Öncekiler en azından büyük güçlerce yönetilebilir düzeydeydi. Salgın, tarih boyunca bölgesel karışıklıklar, karmaşalar ve savaşlar ile iki dünya savaşı sıralarında tecrübe edilen gıda, su, sağlık güvenliği konularını, yeniden stratejik boyutlarıyla gündeme getirdi.
Dünyanın belli-başlı ülkeleri kuraklık, deprem, tsunami, sel, iç savaş gibi birkaç haftalık durumlarda, bölgesel gıda güvenliği sorunlarını yönetebilecek kapasiteye sahiptirler. Ancak küresel boyuttaki; COVID-19 salgını benzeri durumlarda, ülkeler kendi içlerine kapanacağından ve dünya tarım ürünleri ticareti de sekteye uğrayacağından, çoğu ülkelerde milli gıda güvenliği ciddi bir konu olarak ortaya çıkacaktır. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) dünya mal ticaret göstergesi 30 Mayıs 2020 itibariyle 100 endex üzerinden tüm mal ticaretinde 87.6’yı, ham tarımsal ürünler ticaretinde 95.7’yi gösterdi ve eğilimin tarımsal ürünlerde devamı öngörüldü (https://www.wto.org/english/news_e/news20_e/wtoi_19may20_e.htm). Benzeri bir kaygı biraz daha dar ölçekte dünya gıda krizi (2007- 2008) sırasında yaşanmıştı; gıda fiyatları artmış, bazı ülkeler gıda ihracatını kısıtlamış, bazı ülkeler gıda ithalatı yapamamıştı.
Milli Gıda Güvenliği (MGG – National Food Security), yaşanan salgın sürecindeki tecrübelerin de etkisi ve kaygısıyla her ülkenin değişmez gündem maddelerinden biri olacak. Yaşadığımız COVID-19 salgını sürecinde ülkeler farklı bir mücadele içindeler. İlerde siyasi güç mücadelesinin yeni boyutları mutlaka ortaya çıkacaktır, şimdilik her ülke kendi salgın sorunuyla boğuşurken diğer ülkelere de pek sıcak olmayan dokundurmalarda bulunmaktalar. Ancak başta ilgili bilim insanları ve kurumlarının yönlendirmesiyle, ülkelerin yönetimleri bu ortak düşmana karşı işbirliği içinde görünüyorlar. Çok karmaşık bir yönetim ve yönetişim görüngüsü yaşanmaktadır. Her ülke, insanlarının sağlığını korumak yanında, milli gıda güvenliğinin sürdürülebilirliği konusunda da özellikle mikro seviyede, olağanüstü çaba harcıyor. Yoksul, gelir güvenliği olmayan, salgın sebebiyle işinden olmuş veya evine kapanmış ailelerin günlük gıda ihtiyaçlarının karşılanması bile acil durum yönetiminin unsurlarından oldu. Kendine yeterli ülkelerde bile gıda arz güvenliği tehlikeye girdi; gıda depolarından marketlere, marketlerden mutfaklara gıda zincirinde sorunlar yaşandı. Toplu gıda tüketim mekânları kapandı.
Milli gıda güvenliği, sabit ve düzenli gelir güvenliği olmayan ya da gıda güvenliğini olağanüstü durumlarda kaybedebilecek milyonlarca insanı yakından ilgilendirdiği gibi varlıklı milyonların da temel gıda maddelerine erişiminde sorunlar olabilmesi yönüyle toplumun tümünü ilgilendiren bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bir bölgedeki gıda stoklarının bir başka bölgeye mobilizasyonundan, her bir aileye ulaşabilmesine; ülkedeki kurum, kuruluş yapı ve sistemlerinin; insanlarının yardımlaşma ve dayanışma geleneğine ve disiplinine kadar çok yönlü, karmaşık bir organizasyon gerektirmektedir. COVID-19 salgını sırasında bunların her biriyle ilgili doğaçlama çözümler üretilebildiğini gördük.
Bilgi tarih boyunca güç olageldi. Günümüzde bilgi kaynakları çok ve ulaşılabilir durumda. İlgili, yararlı, gerekli, zamanında ve doğru bilgi edinilmesi ile yönetimi ve kullanılması, kurumsal uzak-geniş öngörü (vision) kapasitesi gerektirmektedir. Olağanüstü durumları öngörebilmek bakımından yapay akıl teknolojileri geniş imkânlar sunuyor. COVID-19 salgını sırasında bazı ülkeler, bilgi teknolojilerini etkin ve yararlı şekilde kullandılar. Türkiye’de de enfekte insanların izlenmesi, başvurular vs. uygulaması kullanıldı. İnsanların kişisel hak ve hukukuna halel getirmeden, özeline girmeden, kitlesel kaygıları ve davranışları takip edilebilir. 24 saatlik bir zaman dilimi içinde yapılan 10 milyon sosyal medya iletişimi içinde yüzde olarak ne kadar gıda ve gıda güvenliğiyle ilgili kelime kullanıldığını bilmek, gündemde olan konular içindeki karşılaştırmalı önemini de ortaya koyar. Kamu yararı, güncel sosyal gerçekliği izleme bakımından erken uyarı ve öngörü verebilir.
Milli gıda güvenliğinin temel taşlarından olan üretici ve yetiştiricileri, çiftçileri konunun merkezinde düşünmek yanında, endüstriyel ve ticari tarım faaliyetlerinin önemini de göz ardı etmemek lazım.
Çiftçiler, yetiştiriciler on bin yıllık bilinen tarım kültürü tarihi boyunca, bulundukları topluluk ve toplumların en geniş sosyal taban katmanını oluşturmuş; üst katmanlardakileri yedirmiş, içirmiş ve giyindirmişler; ‘ne ölmüşler ne olmuşlar’, ürettikleri dolayısıyla kutsanarak motive edilmiş kesimidir. Halen de dünyanın tüm ülkelerinde önemli bir kısmı varlığını ve üretimini ancak desteklemelerle, koruma önlemleriyle sürdürebilmektedirler.
Tarih boyunca hep hayati olsa, büyük savaşlara, göçlere, istilalara, kurulu toplumsal düzenlerin ve devletlerin çökmesine sebep olsa da ‘Gıda Güvenliği’ kavramının tüm boyutlarıyla, dünya kamuoyu ilk olarak, DTÖ Tarım Müzakerelerinin (2002-2006) çetin ortamındaki tartışmalarında tanıştı. Gerçi Avrupa Birliği Ortak Tarım Politikasının ilk prensiplerinden biri, 1960’lardan beri gıda güvenliğidir. DTÖ tarım müzakerelerinde tanımı ve kapsamıyla ilgili geniş bir müktesebat oluşturuldu. Bu kavramların oluşturulmasında WTO, FAO, WFP, OECD gibi uluslararası ve akademik kuruluşların teknik desteği oldu. Daha sonra 2007-2008 yıllarındaki dünya gıda krizi ve 2008-2009’daki ekonomik krizle yeniden gündeme oturdu ve artık ülkelerin tarım ve gıda politikalarının ayrılmaz parçası olageldi. Dünya gıda krizi, birçok ülkede iktidarların ve rejimlerin değişmesine sebep oldu veya dramatik değişiklikleri tetikledi.
FAO tarafından düzenlenen Dünya Gıda Zirvesi (Kasım 2009, Roma) sonrasında, Fransa’nın G-20 dönem başkanlığı sırasında (2011 Cannes), böylesi olası krizlerin ayak seslerini algılayarak küresel bir hale gelmeden önlemler alabilmek bakımından bir AMIS (Tarımsal Piyasaları İzleme-Bilgi Sistemi Mekanizması) oluşturuldu. Bu çalışmalara teknik ve stratejik desteğinden dolayı Türkiye’de zamanın Tarım Bakanına (ve şahsıma), G-20 dönem Başkanı sıfatıyla, Fransa tarafından Tarım Lejyoneri Nişanı verildi. Daha sonra bu, Türkiye’de siyasette ve medyada,‘Fransa, Türkiye Tarım Bakanına Fransız tarımına desteğinden dolayı madalya verdi’ şeklinde yer aldı. Ülkemiz tarım politikalarına ve AB uyum sürecinde teknik desteklerde bulunma fırsatımız oldu. Endonezya ve Azerbaycan Tarımsal Kalkınma ve Gıda Güvenliği Ülke Programlarına, FAO Temsilcisi sıfatıyla, katkıda bulunma imkânı bulduk. Tarım tarih ve felsefe okumaları, tecrübeler, insanlık tarihi boyunca farklı boyutları içinde basit görünen beslenme ve hayatta kalma gerçekliğinin, dünyanın şu veya bu bölgelerinde, sadece insan değil tüm canlı nüfusları için geçerli olduğunu ve esaslı sorunlardan birinin halen gıda güvenliği olduğunu ortaya koymaktadır.
Birçok Gelişme Yolundaki Ülkeler (GYÜ) ile En Az Gelişmiş Ülkeler (EAGÜ), BM kuruluşlarının da (FAO, WB, IMF, WFP, IFAD gibi…) teknik desteği ve önerileriyle, ulusal gıda güvenliği programları hazırlayıp uygulamaya çalışıyor. GYÜ ve EAGÜ’lere resmi kalkınma yardımı (ODA – Official Development Assistance) ve ülkesel gıda güvenliklerinde teknik iyileştirme yardımları yapıyorlar. Türkiye’nin yardımları GDP (Gross Domestic Product)’sine oranla üst sıralarda yer alıyor. Gıda güvenliği, BM’nin bir önceki 10 yıllık Binyıl Kalkınma Programında (MDG)) vardı. Halen ‘Sürdürülebilir Kalkınma Programında’ (SDG) da yer almaktadır. 17 Alanda toplanan ana hedeflerden 8 kadarı, doğrudan veya dolaylı olarak gıda güvenliğiyle ilgilidir. (https://www.undp.org/content/undp/en/home/sustainable-development-goals.html) Zamanın Cumhurbaşkanı ve BM Genel Sekreteri Ban-Ki-Moon himayelerinde İstanbul’da 8-9 Mayıs 2011’de düzenlenen 4. EAGÜ Konferansının ana temalarından biri de gıda güvenliğiydi.
Dünya gıda krizi sonrası, dünyada bir sürdürülebilir gıda güvenliği telaşı başladı. 1960’lardan sonra yeşil devrimin ve uluslararası tarım ürünleri ticaret hacminin de artmasıyla, zengin ülkelerce önem derecesi göreli olarak azalmış görünen, kendine yeterlilik konusu yeniden öncelikli ulusal strateji haline geldi. Temel gıda maddeleri üretiminde kendine yeterlilik oranları düşük ama ekonomik durumları iyi, zengin ülkeler, özellikle de büyük tarımsal üretim ve ticareti yapan uluslararası firmalar aracılığıyla dünyanın her yerinde, geniş toprakları uzun vadeli kiralayarak gıda güvenliklerini sağlama yoluna girdiler. Bazı ülkeler birçok yoksul, gelişmemiş ülkelerdeki oligarşik, antidemokratik ve despotik yönetimleriyle de işbirliği içinde tarım topraklarını kapattılar (Land Grabbing). O topraklar üstündeki yüz milyonlarca küçük, geçimlik düzeydeki üreticileri mağdur ettiler. Bazı ülkeler daha insani, daha sosyal, çevre dengelerine duyarlı davrandılar. Türkiye’nin Sudan’da, TİGEM tarafından, tarım işletmesi kurması da bu süreçte gelişti. Sonraki yıllarda FAO Milli Gıda Güvenliği Kapsamında Tarım toprakları, Balıkçılık ve Orman alanlarının Kiralanmasında Gönüllü Sorumluluk İlkelerini (VGGT) belirleyerek üyesi olduğu tüm ülkeleri ve uluslararası gıda firmalarını, bu yönde uygulamalara çağırdı.
Gıda Güvenliği her kesimden, herkesin dilinde. Çoğu kere gıda güvenliği (food security) kavramıyla, sağlıklı gıda veya gıda güvenilirliği (food safety) kavramı karıştırılmakta. Yine ‘stratejik ürünler’ (strategic agricultural products), ‘hassas ürünler’ (sensitive agricultural products) ve ‘özel ürünler’ (special agricultural products) kavramları, konuyla ilgili aydınlar ve akademisyenler tarafından bile biri, diğeri yerine kullanılmaktadır. Bu ürün grupları ve nasıl gruplandırıldıkları ülkelere göre politik, ekonomik, sosyal ve uluslararası ticaret; üreticiler ve tüketiciler bakımından çok farklı anlamlara ve uygulamalara konudur. Bunlara bir de Özel Tarımsal Koruma Mekanizmasını ilave etmek gerekir (SASM – Special Agricultural Safeguard Mechanism). DTÖ Tarım Müzakerelerinde kapsamlı bir anlaşmaya varılamadı ama bu kavramlar evrensel tarım terminolojisinin parçası oldular ve birçok ülkenin politika uygulamaları arasında yerlerini aldılar. (Dr. Mustafa İMİR, DTÖ Tarım Müzakereleri, Türkiye’nin Tutumu ve Müzakere Sonuçlarının Türk Tarımına Olası Etkilerinin Nitel Bir Değerlendirmesi s. 133-156: https://www.tepav.org.tr/upload/files/1432105695-1.DTO_Cok_Tarafli_Ticaret_Muzakereleri_ve_Turkiye.pdf )
Türkiye’de de belli-başlı ülkelerde olduğu gibi tarıma yasal çerçeve, iç üretimi destekleme, dışa karşı koruma, dış satımı teşvik ve üretici-yetiştiricilere gelir güvenliği sağlama kapsamında politika araçları kullanılmaktadır. Çok sayıdaki (birkaç düzine) destekleme araçları ve bunların nasıl kullanıldığı yazımız konusu olmadığından yazının bütünlüğü kapsamında kısaca söz konusu edilmektedir. Tarımsal desteklerin GDP içindeki payı en yüksek ülkelerden birisi de Türkiye olmasına rağmen desteklemeler konusu hep tartışmalı olagelmiştir.
DTÖ Tarım Anlaşmasında haksız rekabeti önlemek bakımından ülkelerce yapılacak genel hizmet desteklemeleri ile iç desteklemeler yeşil, mavi ve kırmızı kutu önlemleri olarak anılan belli kurallara bağlanmıştır. Yeşil kutu kapsamındaki (DTÖ Tarım Anlaşması EK 2 – https://www.wto.org/english/docs_e/legal_e/14-ag_02_e.htm#annII) iç destekleme tedbirleri ülkemizce yeterince kullanılamamış, bunun yerine kırmızı kutu kapsamındaki fiyat ve girdi destekleri popüler olması bakımından kullanılagelmiştir. Yeşil kutu kapsamındaki desteklemeler aşağı yukarı tüm ülkelerce kullanılmaktadır. Diğer destekler özellikle üretim fazlası olan, ihracatçı birçok ülke tarafından kullanılmamakta, bu ülkeler ihracatı geliştirme destekleri kullanmaktaydı. DTÖ Bakanlar Konferansında (2015) ihracat desteklemelerinin GÜ’lerce hemen, GYÜ’lerce 2018 yılında sonlandırılması kabul edilmiştir (GYÜ için Tarım Anlaşması 9.4 2023 yılına kadar uygulamada).
Türkiye’de 2.Dünya Savaşı yıllarından beri kitlesel kıtlık ve açlık çekilmedi. Ancak yetersiz ve dengesiz beslenme hep var olageldi. Tarım politikaları ve gıda güvenliği konularında yapılan politik tartışmalar ‘sen kötü yaptın’, ‘ben daha iyi yaparım’ düzey ve derinliğini geçmedi. Siyasi iktidarların ufuksuzluk, beceriksizlik ve şaşkınlık dönemleri oldu. Bazıları biraz daha iyi, bazıları biraz daha kötü, AB uyum çalışmaları kapsamındakiler dâhil, çabalar içinde oldular. Tarımsal kalkınmada, gelişmede; değişim ve dönüşümde uzun vadeli fasılalar olmadı. Sürekli olumsuzluk ve umutsuzluk dalgaları yaymanın; milli enerjinin gündelik siyasete araç yapılmasının hiçbir kesime, uzun vadede bir yararının olmayacağı tarım tarihinden izlenebilir. Türkiye, halen tarımsal üretim değeri bakımından Avrupa Ülkeleri arasında ilk sıradadır. (https://www.oecd.org/publications/evaluation-of-agricultural-policy-reforms-in-turkey-9789264113220-en.htm)
Gıda güvenliği çok yönlü, karmaşık; farklı teknik ve politik görüşlere açık bir konudur. Dünyanın farklı bölgelerindeki farklı iklim, coğrafya ve kültürlere sahip ülkelerde temel gıda ihtiyaçları ve hatta milli gelir ve refah seviyesi bakımından farklı çağırışımlar yapar. Gıda güvenliği, hem GÜ, hem GYÜ ve EAGÜ olsun, tüm ülkeler için stratejik bir konudur ve kendini olağanüstü durumlarda daha belirgin olarak gösterir.
Bir konuyu uzun süre ve gelişigüzel konuşmak, çözümler üretebildiği kadar da sıradanlaştırır, olağanlaştırır ve sonunda bitirir. Sadece kamuoyu ilgisi tüketilmez, konuyla ilgili makamları, kurumları ve uzmanlıkları da yorar ve potansiyellerini kullanamaz hale getirir. Milli enerji laf kalabalığında kaynar gider. Ülkemizde herkes, doğuştan ve doğal olarak havadan-sudan, tarımdan ve siyasetten konuşma yeterliliğine ve hakkına sahip olduğunu sanmakta! (Dr. M. İMİR: https://millidusunce.com/misak/havadan-sudan-tarimdan-ve-siyasetten-konusmak/ )
Türkiye’de sosyolojik yapı, demografik yapı değişti, yasal ve idari statüsü değişen köy nüfusu azaldı, kent nüfusu arttı. Kırsal, mahalle (köy), kent iç-içeliğinin karakterize ettiği yeni bir sosyolojik, ekonomik ve kültürel doku oluştu. Kültürel dedim zira tarım (agriculture); bitki ve hayvan yetiştirme, çoğaltma, işleme vs. bir kültürdür. Türkiye’de tarımdaki nüfus yaşlanıyor, gençler tarımdan uzaklaşıyor ama hobi tarımı gelişip yaygınlaşıyor.
Siyasi söylemlerden ayrı bakıldığında; özellikle son üç-on yılda üretim miktarı, kalitesi, verimliliği ve çeşitliliği arttı. Ama yapısal sorunlar devam ediyor. Sorun-çözüm sarmalı hiçbir sektörde, hiçbir dönemde bitmezse de belli dönemlerde belli alanlarda, çok önemli ve olumlu yönde mesafeler alındığı da sürdürülebilirliğin ötesinde, tarımsal gelişme tarihinin kayıtlarındadır.
Yine son yıllarda iyi tarım uygulamaları, ekolojik tarım, organik tarım ve çevre bilinci, özellikle tüketici düzeyinde, arttı. Dünyada olduğu gibi ülkemizde de geçmiş on yıllarla kıyaslanamayacak düzeyde bir tarım-çevre bilinci oluştu (çevrebilim, ekosistem dâhil ekopolitics). Dolayısıyla toplumsal direnç-tepki olmaksızın bazı politikaları uygulama ortamı daha uygun durumda.
En azından prensipleri belirlenmiş ve ilan edilmiş, uygulayıcıya ve muhataba uzun vadeli bir öngörü verebilen ve siyasi iktidarların kısa vadeli tasarruflarından fazlaca etkilenmeyecek, temel 5-10 yıllık tarım politikaları ülkemizin çok-yönlü-güvenliği bakımından stratejiktir. Politika araçlarının da, destekleme sistemi başta olmak üzere, iyi belirlenmiş ve uyumlu olması gerekir.
Tarımsal sürdürülebilirliğin ve milli gıda güvenliğinin en esaslı unsurlarından biri kuşkusuz aile işletmeciliğidir. Küçük geçimlik düzey tarımsal faaliyetler ile belli büyüklüğe ulaşmış ekonomik-ticari tarım işletmeciliği arasında orta boy aile tarım işletmeciliği (family farm) Türkiye’de milli gıda güvenliğinin sürdürülebilirliğinin en uygun yoludur. Aile tarım işletmeciliği, ülkemizde giderek artan işsizliğin emilmesi, iş edindirme, iş disiplini ve tarımsal nüfusun gençleştirilmesi bakımından da vazgeçilemezdir.
Düzinelerce öneri sıralanabilir. Nitekim yapılıyor da. Yakınlarda tarım şurası yapıldı. Türkiye doğal kaynaklara, insan gücü ve yetkinliğine; teknik donanım ve kapasiteye, teknolojiye sahiptir. Her ne kadar uluslararası hukukun önceliği ve üstünlüğü olsa da (supranational) milli müktesebatımızda yer alması ve iç hukukumuz bağlamındaki bağlayıcı yasal zeminin belli durumlarda uluslararası hukuka da zemin oluşturması bakımından, milli gıda güvenliği kapsamında, ifade ede gelinenlere ilaveten özellikle dikkate getirmek istediğimiz öneriler:
olarak sıralanabilir.
Gıda kayıp ve israfı da gıda güvenliği başlığı altında ele alınması ve tarladan sofraya kadar tarım politika uygulamalarında yer verilmesi gereken bir konudur. FAO’nun 2011 yılında açıkladığı, geniş kapsamlı değerlendirme tahminlerine göre, dünyada her yıl üretilen gıda maddelerinin üçte biri GYÜ ve EAGÜ’lerde hasat, taşınma ve depolama sırasında; GÜ’lerde ise market ve mutfaklarda kayıp ve israfa tabi olmaktadır. Kayıp ve israflar 2020 yılında bile hala bu oranlara yakındır (http://www.fao.org/food-loss-and-food-waste/en/ ).
Birim alandan en yüksek buğday üretimi için; toprak, tohum, su, gübre, ısı, ışık, su, rutubet, hava durumu, mevsim, ekoloji, ekipman, zamanlama, (döllenme için sinek, böcek, rüzgar), hastalık ve zararlı mücadelesi… vs. birçok bileşenin her birinin zaman, miktar, oran vs. uygun olması yanında ‘çiftçi’nin de başlıbaşına bir faktör olması gibi; tarım politikasını belirleyip uygulayan ‘siyaset’in ve ‘devlet’ otoritesinin de yetkiyi kullananların da kişisel ve kurumsal olarak yetkin, yeterli ve uyumlu olması gerekiyor.
Tarih boyunca başarılar, birçok belirleyici bileşenin şu veya bu şekilde bir araya geldiği veya getirildiği, insan ve doğal kaynaklar ile bilimsel ve teknolojik kaynakların akıllıca, yeterince, zamanında, uyumlu olarak kullanıldığı yüksek bir motivasyonla sağlanabilmiştir. Bu süreçte en belirleyici bileşenlerin başında da politika belirleyici, koyucu ve uygulayıcı güç gelir. İktidarın kılavuzu, bir bakıma motive edicisi de muhalefettir. Bu ifadelerde amaç güncel konuşma ve yazma dilindeki ‘siyaset’ (politics) anlamında değil siyasa ‘policy’ anlamındadır.
COVID-19 vesilesiyle gıda güvenliği konusunu düşünürken, hatırıma filozofik bir yaklaşım geldi. İngiltere’de Reading Üniversitesi’nde Tarımsal İşletme Yönetimi mastırı yaptığım yıllarda, AB ülkelerinde MacSharry Reformu olarak bilinen Ortak Tarım Politikası (OTP) Reformu tartışılıyordu. Tarıma verilen desteklerin ve tarımsal ürün fiyat desteklerinin düşürülmesi, üreticilerin gelir kayıplarının da üretimle bağlantılı doğrudan ödeme sistemiyle (coupled direct payments) telafi edilmesi tartışılıyordu. Daha sonraki yıllarda üretimden bağımsız doğrudan destek sistemi – decoupled support system- olarak uygulanmaya başlandı. AB 2007-2008 dünya gıda krizinden ve sonrasındaki finansal krizden sonra OTP’yi tekrar düzenledi. Tarım işletmelerine yaptığımız gezilerin birinde danışmanım Malcolm Stansfield’e ‘Destekler azalıyor; kırsalın ve çevrenin korunması, yaban hayatının canlandırılması, üretim fazlasından kurtulma, vergi verenlerin şikâyetleri vs. sebepleriyle üreticiler baskı altında. Bu durum beni üreticiler adına kaygılandırıyor’ demiştim. Malcolm ‘Kaygılanma… İnsanlar yemek zorunda… Önünde-sonunda birileri ürettirir, birileri üretir’ demişti. Tarım felsefesinin bir yüzünü birkaç kelimeyle böyle özetlemişti. Nitekim AB, her 5-10 yılda bir, önceden ilgili tarafları bilgilendirerek ve geçiş süreleri belirleyerek OTP’yi değiştirmek (reform) durumunda oldu (tarım dışına ayırdığı – set aside – alanları Dünya gıda krizinden sonra tarıma açması gibi).
Bu, hayatın olağan akışında gerçekçi olabilecek bir görüş. Bir başka yönü de: Dünya Gıda Krizi ve günümüzdeki ‘COVID-19 salgınında’ kaygı duyulan, milli gıda güvenliği konusunu yeniden değerlendirmek ve acil durumlara (kuraklık, aşırı yağış, hastalık ve zararlılar dâhil) hazırlıklı olmak gerektiğidir.
Milli gıda güvenliğiyle ilgili baştan beri değinilen temel yaklaşımları tarımın içinde yer aldığı çevre (environment) içinde ele almak lazım. Sistematik ÇED uygulamaları dünyanın son birkaç on-yılda tanıştığı bir kavramdır. Önünde sonunda ülkeler çevre, karbon salımının azaltılması (karbon ayak izi), milli politikaları ve teknolojilerinde bu yönde tedbirler geliştirme durumunda kalacaklardır, bu da yine milli gıda güvenliğini etkileyecektir.
Dünya yakın geçmişte büyük tarımsal çevre felaketleri yaşadı. Aral Gölü’nün, Florida sulak alanlarının kurutulması; Avrupa’da nerdeyse her metrekaresine insan eli değmemiş ve müdahale edilmemiş toprak kalmaması ve sonrasında çevre ve doğal hayatı rehabilite programlarına uzun yıllar, büyük kaynaklar ayrılması; tropik yağmur ormanlarının ve mangrovların tahrip ve yok edilmesi gibi çok felaketler yaşandı. Endonezya-Kalimantan (Borneo)’da pirinç ihtiyacı açığını kapatmak için milyonlarca hektar peatland ve yağmur ormanı kesilerek tomruklar ihraç edildi. Sonra bu alanların toprak yapısı (peatland) ve asidik su sebebiyle pirinç tarımına uygun olmadığı anlaşıldı ve palm plantasyonu (oilpalm) yapıldı. Asidik suya ve toprağa dayanıklı çeltik çeşidi geliştirme çabaları gibi dramatik müdahaleler hala çözülmeye çalışılmaktadır. Peatland denilen 2-3 metre derinlikteki toprak yıllar boyunca çürümüş bitki örtüsünden oluştuğundan ortaya çıkan yangınları, içten içe yanmaya devam ettiğinden, bilinen hiçbir yangın söndürme metoduyla söndürmek mümkün olmamaktadır.
Türkiye’deki sulak alanların kurutulup tarıma açılmasını, sivrisinek üreme alanlarının daraltılması ve sıtmada başarılı mücadele yürütülmesi yanında, felaket boyutlu müdahale olarak hatırlıyoruz. Türkiye’de yapılan devasa sulama sistemleri sosyal ve ekonomik getirileri yanında çevresel tahribat, toprakların tuzlanması, çoraklaşması gibi yan etkiler de ortaya çıkardı. Son yıllarda sulama teknoloji değişikliği uygulamaları başladı. Meralar ıslah edilmeleri gerekirken kuru bitkisel üretim tarımına veya yerleşime açıldı, hayvancılığımızın yem açığı sorunu en büyük darboğaz olmaya devam ediyor.
Değişen sosyo-kültürel yapıyla birlikte Türkiye’de çiftçilik-hayvancılık sistemleri de değişmekte ve küçükbaş mera hayvancılığı giderek azalmaktadır. Kentlerin etrafında gelişen büyükbaş hayvancılık işletmelerinin kırmızı et açığını kapatma imkânı sınırlı kalmaktadır.
Küresel ısınma, bilimsel ölçüm ve verilerle ortaya konduğu kadar, yaşanılan olağan dışı iklim olaylarıyla da günümüzün gerçeği olarak gözlemlenmektedir. Küresel ısınmadan en fazla etkilenecek coğrafyalar arasında, özellikle Akdeniz, İç Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri olmak üzere Türkiye’de bulunmaktadır. Uzun dönemde bu durum üretim desenini ve milli gıda güvenliğini ciddi biçimde etkileyecektir.
İfade edegeldiğimiz hususları hatırlatmadaki amacımız, uygulanan tarım politikalarının kalıcı olumlu veya olumsuz etkilerinin yıllar sonra ortaya çıkabiliyor olmasıdır. Türk tarım politikalarına yeni kavramlarda ifadesini bulan yaklaşımların tanıtılması ve uygulanmas,ı aile gıda güvenliğinden milli gıda güvenliğine kadar her aşamada önemli yararlar sağlayacaktır.
Milli gıda güvenliği; her insanımızın, ailemizin yıl boyunca bitkisel ve hayvansal kaynaklardan düzenli, yeterli miktar ve kalitede temel gıda ihtiyacının karşılanmasından, ülke nüfusunun tamamının ve kısa süreli ülkemizi ziyaret eden 40-50 milyon insanın, gıda ihtiyacının da karşılanması konusudur. Başlı başına stratejik bir sektör olan tarım, bir de COVID-19 gibi salgın hastalıklar, olağanüstü durumlarda milli gıda güvenliğini dikkate alınca çok daha önemli hale geliyor. Türkiye, siyasi tartışma ve yorumları bir yana bırakırsak, milli gıda güvenliği bakımından dünyanın sayılı ülkeleri arasındadır. Bir gıda maddesinin yetersizliği veya kıtlığını ikame eden ürün çeşidi bolluğuna da sahiptir. Çoğu tarım ve hayvancılık ürünleri üretiminde kendine yeterlilik durumumuz, kritik eşiğin çok üzerindedir (% 85’den yukarı) ve birçok üründe net ihracatçı durumdayız. Hayvansal protein (kırmızı et) ve yemeklik yağ ile kaliteli hayvan yemi gibi konulardaki geleneksel açığımız da uygun politikalarla, sürdürülebilir yeterliliğe kavuşturulma imkânına sahiptir.
Türkiye kendi gıda ihtiyacını karşılamanın ötesinde AB, Rusya Federasyonu, Ortadoğu ve Afrika ülkeleri başta olmak üzere birçok ülkeler için gıda tedarikçisi, tarımsal ürünler ihracatçısı olabilir. Bunun için üretim altyapısını günün şartlarına göre yenileyerek sağlam tutması, sadece milli gıda güvenliği bakımından değil, stratejik bir üstünlüğe sahip olması bakımından da önemlidir.
Önümüzdeki yıllarda, 2. Dünya Savaşı sonrasının şartları kadar olmasa da BM kuruluşlarının bir reform sürecine gireceğinin belirtileri ortaya çıkmaya başlamıştır. Dünya tarımsal ürünler ticaretine ilişkin anlaşmaların ve halen çeşitli ülkelerce memnuniyetsizlik oluşturan sıkıntıların ele alınacağı yeni bir müzakere süreci öngörülebilir. Türkiye – AB Gümrük Birliği anlaşmasının gözden geçirilmesi ve tarım ürünlerinin de anlaşma kapsamına alınması konusu, Türkiye tarafından vurgulu bir dille ifade edilmektedir. BM kuruluşları, DTÖ, AB-Türkiye tarımsal ilişkileri kapsamında Türkiye’nin pozisyonunu gözden geçirmesi, muhtemel müzakere ortamlarına hazırlık olarak müzakere (başlangıç) pozisyonunu oluşturmasını gerekli kılmaktadır. Müzakere ortamına teknik altyapı hazırlığı yapmadan ve geç başlamak, ülkeler arasında çıkar birliği oluşturmada, ulusal çıkarları yeterince karşılamada zorluklar oluşturmaktadır.
Ancak unutulmaması gereken husus; tarım sektörü tabiat şartlarına bağlı ve çoğu mevsimsel üretim sürecidir; kırılgan, hassas bir sektördür ve ihtimam ister. Tarım politika araçlarına sıkça başvurmadan; sürdürülebilir, uzun dönemleri kapsayan, bilgi ve teknoloji ile de bütünleşmiş tarım politikaları, milli gıda güvenliğini sağlamanın ötesinde ülkemize stratejik bir güç de kazandırır: Gıda güçtür.