Yükleniyor...
Mesele, ne kadarlık bir dilimden zamanı ve dünyayı algıladığınıza bağlıdır. Eğer 1950-1985 arasındaki 35 yıllık bir dilim içinde iseniz, zamanı ve dünyayı da o dilim içinden değerlendirmiş iseniz “Dünyada iki büyük güç var; biri Amerika, biri Rusya; diğerleri de az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerdir; bu değişmez.” dersiniz. Oysa 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla pek çok şey değişmiş, dünyanın siyasi haritasına birçok bağımsız ülke eklenmiştir.
Eğer 1950-1990 arasında Belgrad’da yaşayan Bir Sırp, Hırvat veya Türk iseniz, zamanı ve dünyayı o 40 yıllık dilim içinde değerlendirmiş iseniz “Yugoslavya, üçüncü dünya ülkelerine liderlik eden güçlü ve sağlam bir federasyondur.” dersiniz. Oysa bugün, Tito’nun Yugoslavya’sından çıkmış sekiz ülke vardır.
Eğer 1980-2000 arasında Bağdat’ta yaşayan bir Arap iseniz, zamanı ve dünyayı o 20 yıl içinden değerlendirmiş iseniz “Baas rejimi değişmez, Saddam ebedî liderimizdir.” dersiniz. Oysa Saddam linç edilmiştir ve Irak bugün üç parçadır. Yarın ne olacağı da belli değildir.
Geçmiş tarihlere gidip örnekleri daha da çoğaltabilirsiniz. Güneş batmayan imparatorluktan kaç bağımsız ülke çıktığını hatırlayabilirsiniz. Avusturya – Macaristan İmparatorluğunu, Osmanlı Yüce Devletini hatırlayabilirsiniz.
Sözün özü, dünyanın sürekli olarak değişmekte olduğudur. İçinde bulunduğunuz 20 yılın, 40 yılın, hatta 50 veya 100 yılın penceresinden dünyaya bakmamak gerektiğidir. 35 yıldır değişmeyen bir dünya, 20 yıldır değişmeyen bir rejim, 18 yıldır değişmeyen bir iktidar… Evet, bütün bunlar anılan zaman dilimleri için doğrudur; ancak sadece o zaman dilimleri için doğrudur. Belki 5-10 yıl, belki 20-30 yıl daha fazlası için doğrudur. Ama işte o kadar. Dünyada değişmeyen tek şey değişmedir. Tabiat değişir, insan değişir, rejimler değişir, ülkeler ve devletler değişir.
Her insan kendisini bir sosyal topluluğa mensup hisseder. Kimisi aşiretine, kimisi milletine, kimisi de meslektaşlarına. Mensubiyet duygularının bazıları daha zayıf bazıları daha güçlü olabilir. Mesela hemşerilerinize, meslektaşlarınıza daha zayıf, milletinize daha güçlü mensubiyet duygularına sahip olabilirsiniz. Aksi de olabilir tabii ama genellikle millet mensubiyeti daha baskındır. Eğer aşiretinize veya kabilenize bağlılığı öne çıkarırsanız dünyadaki konumunuz çok güçlü olmayabilir. Oysa aşiret ve kabileyi aşıp millet bağlılığını öne çıkarırsanız daha güçlü olabilirsiniz. Bütün bunların dünya tarihinde çeşitli örnekleri vardır.
Ben bir Türk’üm ve Türkçüyüm. En güçlü bağlılık duygum Türk milletine karşıdır. Türk milletini son yüzyılın parçalanmışlığı içinde görmem. Bence Türklük bir bütündür ve büyük bir Türk Dünyası vardır. Zamanı ve dünyayı 100 yıllık bir dilim içinden algılamam, yüzlerce hatta binlerce yıllık bir dilim içinden algılarım.
Geniş bir zaman algılaması kimilerince “hayal” olarak nitelense de bence 20-30 yıllık “kısır” bir algılamadan iyidir. Dünyayı daha geniş bir perspektiften görürüz. Böyle bir bakış açısı için mevcut şartları görmemek gerekmez. “Hayal” mevcut şartları görmeyenler için söz konusu olabilir. Hem mevcut durum ve şartları bilip görmek, hem de zamanı daha geniş bir pencereden algılamak mümkündür ve bence doğru olan budur.
Mesela ben 1911 yılında Selanik’in, Türkiye’nin ikinci büyük kültür ve ticaret merkezi olduğunu bilirim. Genç Kalemler dergisinin orada çıktığını, Ömer Seyfettin, Ali Canip ve Ziya Gökalp’ın “yeni lisan” hareketini orada başlattıklarını, Gökalp’ın “Turan” şiirinin Selanik’teki bu dergide yayımlandığını bilirim. 1900’lerin başlarında Rusya Müslümanlarının yaptıkları kurultaylarda ilkokulun ilk dört yılında mahalli lehçelerle, 5. sınıftan itibaren İstanbul’da kullanılan Türkçe ile öğretim yapılması kararı aldıklarını bilirim. 1917’den sonraki şartlarda buna imkân bulamadıklarını da bilirim. Kadimcileri, ceditçileri, Stalin Dönemindeki represya ile binlerce Türk aydınının öldürüldüğünü de bilirim. Türk ve Türkçe aidiyetinin nasıl ortadan kaldırıldığını da bilirim. Bunlar çok uzak olmayan tarihlerdir ve Türk milletinin yakın geçmişine ait belleğini oluşturur, oluşturmalıdır.
Yakın geçmişte büyük travmalar yaşadık. Doğu Türkistan’ı Çinliler, parça parça olmuş İdil-Ural ve Batı Türkistan’ı Ruslar yuttular. Son yüzyılların bu acı olayları kuzey ve doğu Türklüğü için tam bir travmadır. Bunun etkilerinin bugün de ortadan kalktığı söylenemez.
Batı Türklüğü de yakın geçmişte büyük travmalar yaşadı. Dünyanın büyük kısmına hükmeden koskoca Osmanlı Türklüğü, her yerinden yara almış bir kocaman dev gibi yıkıldı gitti. Yeşil Balkanlardaki yüzlerce yıllık vatan toprakları elimizden çıktı. Üsküp, Selanik, Şumnu, Filibe, Girit, Kıbrıs… Hepsini birer birer kaybettik. Milyonlarca insan kağnı arabalarıyla, atlarla, gemilerle Edirne’ye, İstanbul’a, Bursa’ya, İzmir’e aktı ve yığıldı. “Ak topraklar” deyip göçtükleri Balkan topraklarından Kırımlılar tekrar bir göç dalgasına uğradılar. Sanki uzak geçmişteki Göç Destanı tekrarlandı.
Batı Türklüğü Osmanlı’dan ibaret değildi. Kuzeydeki dev, parça parça olmuş Azerbaycan hanlıklarını da yuttu. Şeki, Bakü, Gence, Nahçıvan birer birer Rus pençesine düştü. Vidadiler, Molla Penahlar, Gaçak Nebiler kendi yurtlarında tutsak, kendi yurtlarında mazlum oldular. Selçuklu’nun, Karakoyunlu’nun, Akkoyunlu’nun, Safevi’nin bin yıllık Türk toprağı, Fars’ın eline geçti. Asil Türk, “Türk-i har” oldu. Türk dilinde bastıkları şiirlerini, efsanelerini toprak altına gömmeye mecbur kaldılar. Bu da büyük bir travma idi. İran Türklüğü son yirmi yıldır bu travmanın etkilerini üzerinden atabiliyor ve “Haray haray, men Türk’em.” diye haykırıyor.
Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Urfa… Bu şehirlerde ve daha nicelerinde yaşayan Türkler, 15. yüzyılda Osmanlı uyruğunda değildiler; Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türk devletlerinin tebaası idiler. Kerkük, Musul’dan tutmuş, Erdebil’e, Nahçıvan’a kadar hepsi aynı Türkmen devletlerinin sınırları içinde idiler. Sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu Osmanlı’da, diğerleri Safevi’de kaldı. Fuzuli çok tipik bir örnektir. Belli bir yaşa kadar Safevi, belli bir yaştan sonra Osmanlı tebaasıdır.
Sınırların değiştiğini görürüm ama, Türkçenin yaşadığı Anadolu’yu da, Azerbaycan’ı da, Kerkük ve Musul’u da vatan bilirim. Âşık Elesger’in, Âşık Şenlik’in, Şehriyar’ın, Mehmet Sadık’ın dili hep birdir; Nesimî dilidir, Fuzulî dilidir. Horyatı, bayatısı, kesik manisi hep aynı dille yazılır.
Büyük Selçuklular Döneminde Anadolu, Suriye, Irak, İran ve Türkistan’ın önemli bir kısmı aynı devletin sınırları içindeydi. Temürlüler çağında da bir süre öyleydi. Altınordu, bütün kuzey Türklüğünü, Çağataylılar bütün doğu Türklüğünü toplamıştı. Dünyanın tarihi nasıl değişerek bugüne geldiyse Türk’ün tarihi de değişe değişe bugüne geldi. Tarih ve tarihin içindeki siyasi oluşumlar durmadan değiştiğine göre bundan sonra hiçbir şeyin değişmeyeceğini kim söyleyebilir? Kaldı ki değişebilirliğe dair çok yakın tarihten örnekler de verdim. Öyleyse Türk Dünyası’nın birliği hayal değildir.
Yukarıda vurguladım: Mevcut durumu ve şartları bilmek. Evet, Türk Dünyası birleşebilir, tek bir siyasi oluşum hâline gelebilir. Kendilerine Türkçü diyen, Turancı diyen benim gibi insanlar böyle bir siyasi birliği ülkü olarak benimseyebilirler. Fakat ülkü sahibi olan insanlar, gerçeklerden hiçbir zaman kopmadan ülkücülüklerini sürdürmelidirler.
Türk Dünyası’nın bugünkü gerçeği nedir? Ne kadarı bağımsızdır ve ne kadar bağımsızdır? Bağımlı ve bağımsız, dünyadaki bütün Türklerin gerçek sayısı nedir? Bunların bilgi ve kültür seviyesi nedir? Millî bilinç seviyeleri nedir? Nüfus, tabii kaynaklar, ekonomi, insan kaynakları… Bütün bu alanlarda ve daha başkalarında olumsuzluklar ve tehditler nelerdir? Buna karşılık imkânlar ve fırsatlar nelerdir? Bütün bu sorulara ve daha başkalarına cevap verip gerçek durumu tespit etmeden yapılacak hareketler, girişilecek teşebbüsler hayal kırıklığı ile sonuçlanabilir. Öyle ise önce gerçek durumun bilinmesi ve ülküye gidecek yolun ona göre planlanması gerekir. Bunu kim yapacak? Bunu her seviyede kişi ve kurumlar yapabilir. Devlet(ler), devlete bağlı resmî kurumlar yapabileceği gibi özel şahıslar ve sivil toplum kuruluşları da yapabilir. Eğer tebaası olduğunuz devlet bunu yapmıyorsa kişiler ve sivil toplum kuruluşları olarak bunları yapmaya çalışırsınız. Çevrenizde sizin gibi düşünenlerin sayısını artırırsınız; kamuoyunu gittikçe genişleterek devleti, devletleri zorlarsınız.
Atatürk, Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi kuruluşlarla ve özellikle lise müfredatlarında uyguladığı eğitim politikası ile Türkiye Türklerinin, dünya Türklüğünün bir parçası olduğu fikrini daima canlı tuttu. Meşrutiyet yıllarından Cumhuriyet’e intikal eden Türkçüler, Ziya Gökalplar, Hamdullah Suphiler, Mehmet Eminler, Yusuf Akçuralar, Hasan Ferit Canseverler bütün Türklük fikrini işlemeye devam ettiler. Cumhuriyet döneminin Türkçü ve Turancıları, Türkiye dışından gelmiş Türklerin kurdukları dernekler dünya Türklüğü fikrini yaymaya, öğretmeye çalıştılar.
Türkiye, Atatürk Döneminden beri, bulunduğu tutsaklık şartlarına dayanamayarak vatanlarını bırakmak zorunda kalan bütün Türklerin sığınağı oldu. Atsızlar, Zeki Velidîler, Reha Oğuzlar, Nejdet Sançarlar, Fethi Tevetoğulları, İsmet Tümtürkler dergileriyle, dernekleriyle, kitaplarıyla Turan diye diye ömürlerini tamamladılar. Bilim adamları, Hüseyin Namıklar, Ahmet Caferoğlular, Reşid Rahmetiler, Abdülkadir İnanlar, Ahmet Temirler, Tahir ve Saadet Çağataylar, Şükrü Elçinler, İbrahim Kafesoğlular, Bahaeddin Ögeller, Faruk Sümerler, Muharrem Erginler ve daha niceleri… 1960’larda ve sonrasında Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, 1990’larda Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı… Türklük bilimini derinleştirerek, yayarak ve yücelterek Türk Dünyası’nı bize ve hepimize öğrettiler. Alparslan Türkeş ve arkadaşları siyaset yoluyla bütün Türklük düşünce ve ülküsünü geniş halk kitlelerine yaydılar.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nden sonra 1990’larda beş bağımsız Türk cumhuriyeti daha ortaya çıktı. Onları ilk tanıyan ülke Türkiye Cumhuriyeti oldu. Türkiye’nin Türk cumhuriyetlerini ilk tanıyan ülke olması, hiç şüphesiz Atatürk döneminden beri izlenen eğitim politikalarının ve yukarıda bir kısmını saydığım ülkücülerin çalışmalarının sonucudur. O dönemde Dış İşleri Bakanlığı’nda görev yapan diplomatların ve özellikle kendisi de Bulgaristan’dan gelip Türkiye’de okumuş bulunan Bilal Şimşir’in katkılarını da unutmamak gerekir.
Bağımsızlıkların arkasından gelen ilk sivil girişim, Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İş Birliği Vakfı (TÜDEV)’na aittir. Alparslan Türkeş’in kurduğu bu vakıf, 1993’te ilk Türk Kurultayını düzenlemiş ve bu kurultayda bütün Türk Dünyası’nın resmî veya sivil öncülerini bir araya getirmiştir. Cumhurbaşkanı başta olmak üzere o zamanki devlet adamlarının örs üzerinde demir dövdüğü bu kurultay(lar)da alınan kararlar, ileriki yıllarda hayata geçmiş ve Türk Dünyası ilişkilerinde epeyi mesafe alınmıştır. TÜDEV kurultayları ve bu kurultayların yarattığı ortam sayesinde, öteden beri Türkçü ve Turancı fikirler taşıyan Namık Kemal Zeybek gibi siyaset adamlarının girişimleriyle birçok önemli adımlar atılmış, birçok kurumlar kurulmuştur. Hiç şüphesiz bu adımlarda ve kuruluşlarda o dönemlerin karar alıcı mevkilerinde bulunmuş olan diğer siyaset adamlarının ve bürokratların da rolleri vardır.
TİKA, TÜRKSOY, Türk Konseyi, Türk Parlamenterler Birliği, Türk Akademisi, Yunus Emre Enstitüsü… Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları bölümleri… Türk Dünyası bilim adamlarının katıldığı kurultay, bilgi şöleni ve çalıştaylar… Bütün bu kuruluş ve faaliyetlerle ilgili düşünceler ilk TÜDEV kurultaylarında konuşulmuş, tartışılmış, bir kısmı kararlar hâline getirilmişti.
O günden bugüne epeyi mesafe aldığımızı düşünüyorum. Türk iş adamları Türk Dünyası’nda büyük işler yapıyorlar. Az da olsa diğer Türk cumhuriyetlerinden de iş adamları Türkiye’de çalışıyor. Bu, “işte birlik” demektir. Gaspıralı İsmail’in üç umdesinden biri. Türkiye Türkçesi, bütün Türk Dünyası’nda öğreniliyor. Televizyon dizileri de buna yardımcı oluyor. Türkiye Türkçesini bilenlerin oranı belli bir seviyeye gelirse Türkler ortak bir iletişim diline sahip olurlar. Bu da “dilde birlik” demektir. “Fikirde birlik” de öyle sanıldığı gibi yavaş gitmiyor. Bugün iki Azerbaycan’da Türk birliği fikrine inananların sayısı Türkiye’dekinden fazladır. Özbekistan’da, Kazakistan’da Türk birliği, bozkurt gibi temaları işleyen müzik grupları vardır. Evet, “dilde, fikirde, işte birlik” yürüyor. Hızı yavaş bulabilirsiniz, ama böyle bir süreç vardır ve yürüyor. Türk gençleri ne kadar bilgili, çağdaş ve bilinçli olursa süreç o kadar hızlı yürür.
Doğu Türkistan, Tataristan, Başkurdistan, Çuvaşistan, Saha Yeri (Yakutistan), Tıva, Hakas, Altay, Kırım, Kuzey Kafkasya’nın Türk ve Türk kültürüyle yoğrulmuş halkları… Bütün bu ülke ve halkların da bir gün bağımsız olmayacağını kim söyleyebilir? Ama Putin? Ama Çin? Eğer 20 yıllık bir zaman diliminden dünyaya bakmak gibi “kısır” bir algılamayı benimsiyorsanız bu soruyu sorunuz. Ama zamanı ve dünyayı algılama pencereniz 20-30 yılla sınırlı değilse geleceği daha aydınlık görebilirsiniz. Tabii şartları doğru tespit etmek, iyi değerlendirmek, bilimle ve bilinçle çalışmak şartıyla.