Yükleniyor...
Dünya Savaşı’nın sona ermesini müteakip, 1 Aralık 1918’de Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Makedonya, Karadağ ve Bosna-Hersek topraklarını kapsayacak şekilde “Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı” kurulmuştur. Haziran 1921’de kabul edilen Aziz Vitus Günü Anayasası (Vidovdan Anayasası) ile Sırp-Hırvat-Sloven Kralı ilan edilen I. Alexandre ise ülke içerisinde çıkan siyasi-etnik gruplaşma ve çatışmalardan ötürü aynı anayasayı 6 Ocak 1929’da askıya almış ve kısa bir süre sonra devletin ismini “Yugoslavya Krallığı” olarak değiştirmiştir.
Artık Yugoslavya Kralı olarak anılan I. Alexandre, birçok farklı unsurdan oluşup ciddi çatışma ve krizlerin eksik olmadığı ülkesini, suikasta uğradığı 1934 yılına kadar yönetmiştir. Ülke içindeki krizlerin uluslararası sorunlarla birleşmesi sonucunda ise 9 Ekim 1934’te Marsilya’da düzenlenen bir suikast eylemi sonucunda hayatını kaybetmiştir. (A. Beden, s. 116), (Y. Şafak, s. 14), (G. Çağ s. 200)
Türk-Yugoslav ilişkilerinde belirleyici ve etkileyici birtakım faktörler vardır. Bunlardan ilki, iki ülkenin ilişkileri öncelikle Balkan Politikaları çerçevesinde olmasıdır. İkinci olarak her iki ülkenin ortak tarihi geçmişidir. Üçüncü olarak Balkanlardan çekilen Türklerin, Müslüman-Türk azınlıkların durumu ve bu ülkede kalan maddi-manevi Türk mirasıdır. Dördüncü olarak her iki ülkenin ortak sınırının bulunmamasına rağmen çok yakın ilişki kurulması gerekliliği/arzusudur. Beşinci olarak her iki ülkenin de Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmasıdır. (Atatürk Ansiklopedisi)
I. Alexandre, Türkiye ile de yakın ilişkiler kurduğundan, yakın dönem Türkiye tarihi açısından önemli bir şahsiyettir. (A. Beden, s. 116)
Türk-Yugoslav ilişkileri Türkiye’nin kuruluş antlaşması sayılan Lozan Barış Antlaşması’nın (24 Temmuz 1923) imzasından sonra başlamıştır. Her iki devlet de yeni kurulmasının yarattığı sorunları yaşamaktaydı. Öncelikle Yugoslavya’nın, Hırvat ayrılıkçı milliyetçilerle (Ustaşa) başı dertteydi. Her iki ülke iç sorunlarına ilave olarak dıştan da güvenliklerine yönelik tehdit algılıyordu. Bu tehditlerden ikisi ortaktı: 1922’de İtalya’nın başına geçen Musolini ve 1933’te Almanya’nın başına geçen Hitler. Her iki yayılmacı liderin hedeflerinden birisi Balkanlardı ve bu ortak tehlikeye karşı Türk-Yugoslav iş birliği gerekliydi. Aslında bu iki devlet arasındaki ilişki sorunlu başlamıştı. Lozan Konferansı esnasında Osmanlı borçlarının Osmanlı’dan kopan Balkan ülkeleri arasında paylaşımı kararlaştırılmış ancak Yugoslavya payına düşen miktarı ödemeyi reddetmiş ve Lozan Barış Antlaşması’nı da imza etmemiştir. Bu nedenle bağımsızlığına yeni kavuşan iki ülkenin ilişkileri dostane bir atmosferde başlamamış oldu. Türkiye, Yugoslavya’nın bu olumsuz tutumuna rağmen 1923’te Belgrat’a bir temsilci atadı. Belgrat Hükümeti’nin, Türk temsilcisi olarak atanan Cevad Bey’e her türlü diplomatik ayrıcalıkları tanımasına rağmen resmî temsilci sıfatıyla tanımak istememesi, Belgrat Hükümeti’nin Ankara’ya şüphe ile bakmasının bir göstergesidir. Bu olumsuz tavrına rağmen Belgrat Hükümeti, Adnan Bey’i İstanbul’a Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı’nın Temsilcisi olarak görevlendirmiştir. Bu dönemde Türkiye, ağır iç ekonomik sorunlar, Lozan’dan kalan Yunanistan, Musul, Kerkük ve Hatay gibi sorunlarla uğraşırken Balkanlardan gelecek başka tehlikeleri de önlemeye çalışmaktaydı. Belgrat Hükümeti ile bu nedenle ilgileniyordu. Yoksa Belgrat’tan doğrudan bir beklentisi yoktu.
Bölgede Bulgaristan ve Arnavutluk Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarından memnun olmadıkları için revizyonist bir politika takip etmektedirler. Bu dönemde yaşanan Türk-Yunan gerginliği, Bulgar-Yunan ve Bulgar-Makedon gerginliklerine ilave olarak Mussolini’nin yayılmacı politikaları Balkanları ciddi manada sorunlu bir bölge haline getirmiştir. Balkan ülkelerinden Birinci Dünya Savaşı’ndan en kârlı çıkan ülkelerin başında Romanya gelmektedir. Romanya, Bulgaristan’dan Güney Dobruca’yı, Macaristan’dan Transilvanya’yı ve Rusya’dan Basarabya’yı alarak ülkesini büyütmüştür. Dolayısıyla statükocu bir politika izleyerek Balkanlar’da statüko yanlısı ülkelerle iş birliğine hazırdır. Türkiye Yunanistan’la olan Ahali Mübadelesi sorununu, İngiltere ile Musul ve Kerkük, Fransa ile borçlar sorununu ve ülke içindeki ekonomi ve asayiş sorunlarını 1930’a kadar çözerek Batıdan gelecek sorunlara daha fazla vakit ayırmaya başlamıştır. Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya 1922’de iktidarı ele geçiren Mussolini tehdidi, Bulgaristan ve Arnavutluk’un emperyalist ülkelerle iş birliği yapma eğilimleri gibi tehditler nedeniyle birbirine yaklaşmış ve bu dört ülke bir Balkan Paktı için çalışmalara başlamıştır. 1933’te Hitler’in Almanya’da iktidara gelmesiyle Balkanlar’daki tehlike daha da büyümüştür. (Atatürk Ansiklopedisi)
Yugoslavya Kralı Alexandre’nin 2-3 Ekim’de Bulgaristan, peşinden 4 Ekim 1933’te İstanbul ziyaretlerinin amacı Balkan ülkelerini bir araya getirme çabalarıdır. Kral Alexandre’nin İstanbul’da Atatürk ile görüşmesi olumlu sonuçlar vermiştir. İkili ilişkilerin geliştirilmesi ve Balkanlar’da iş birliği konularında anlaşmışlardır.
Kral I. Alexandre, eşi Marie ile birlikte Romanya ve Bulgaristan ziyaretlerinin ardından ülkelerine deniz yoluyla dönerken 4 Ekim 1933’te İstanbul’a gelmişlerdir. Ancak gerek Kraliçe Marie’nin Romanya Kraliçesi olan annesi ile birlikte 4-11 Mayıs 1932 tarihleri arasında İstanbul’a yaptıkları bir haftalık gezi ve bu gezide kendilerine gösterilen ilgi ve alakayı kocasına aktarması gerekse de Kralın Gazi Mustafa Kemal Paşa hakkındaki;
“Şüphesiz ki Reisicumhurunuz devrimizin dikkate en layık simasıdır. Teşkilatçı, idareci ve Islahatçı olarak vücuda getirdiklerine hayranım. Bir de buna bir asker sıfatı ile askeri iktidarına ayrıca hayran olduğumu ilave etmeliyim. Her sahada olduğu gibi bir de Ankara’da büyük bir imar gayreti cereyan ettiğini biliyorum. Hâlbuki orada toprak ve iklim o kadar müsait değilmiş. Beis yok; Gazi Hazretleri muhasım insani anasıra karşı olduğu gibi tabiatın muhasım anasırına karşı da muvaffak oluyorlar.” şeklindeki düşünceleri Kralın İstanbul ziyaretinde etkili olmuştur. Böylesi ilerici bir liderle ortak hareket ederek Balkanlarda güven ve barış ortamı pekâlâ tesis edilebilirdi.
Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’in konuğu olarak Dolmabahçe Sarayı’nda ağırlanan Kral, İstanbul’da itinalı bir şekilde misafir edilmiştir. Şehrin baştan aşağı Türk ve Yugoslav bayraklarıyla donatıldığı ziyaret esnasında, Türk halkı Yugoslavya Kralına büyük sevgi ve tezahürat gösterilerinde bulunmuştur.
İlk kez Dolmabahçe Sarayı’nın rıhtımında bir araya gelen Kral ve gazi, Dolmabahçe Sarayı’na geçerek ilk samimi ve resmi görüşmelerini burada gerçekleştirdi. Yaklaşık yarım saat süren görüşmede; Kral I. Aleksander, Varna’da Bulgar Kralı Boris ile yaptığı mülakat hakkında kısa bir bilgi verdikten sonra Balkanlarda her bir devletin bir diğerinin toprak bütünlüğüne saygı duyup bir arada yaşayabileceği gerçek bir huzur ve güven ortamının kurulabilmesi için mutlaka Türkiye ile iş birliği yapmak istediğini belirtti. Karşılığında Mustafa Kemal Paşa, Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan antlaşmanın barışın tesisi için yapıldığını, Balkanlarda istenilen istikrar için teklif edilen iş birliğini de memnuniyetle kabul ettiğini açıkladı.
Görüşmenin ardından eşi ve refakatindekilerle birlikte İstanbul’u gezen Kral, akşam tekrar Dolmabahçe Sarayı’na gelmiş ve Gazi ile siyasi mevzulardaki sohbetlerine gece yarısına kadar süren yemek ziyafetinde devam etmişlerdir. Böylelikle başta Balkan Antantı olmak üzere ana hatlarıyla üzerinde anlaştıkları tüm konularda kesin bir uzlaşmaya varmışlardır.
Kral, Mustafa Kemal Paşa’ya bir sırrını anlatma ihtiyacı hissetmiş ve “Eğer bazı Avrupa devletlerinin vaatlerine inanmış olsaydık, Yunanlıların yerine Anadolu’ya biz çıkacaktık.” demiştir. Bunun üzerine Kralın elini sıkan Gazi; “Öyleyse geçmiş olsun demeliyim. Ucuz kurtuldunuz Ekselans.” şeklinde cevap vererek Yugoslav Kralı ile halkının böylesi bir hataya düşmemekle Yunanlılarınkine benzer bir mağlubiyetten kurtulduklarını hatırlatmak istemiştir.
Kral I. Aleksander’ın aktardığı sır, Hükümet Başkanı Nikola Pasiç’in Krala danışmasının ardından İngiltere’ye gönderdiği ret cevabı idi. Ancak burada belirtilmelidir ki Kral bu olayı, Mustafa Kemal Paşa’nın İngilizlerin talebinden haberinin olmadığını düşünerek aktarmıştır. Oysa Paşa, Nikola Pasiç tarafından gönderilen bilgilendirme telgrafı ile tüm gelişmelerden haberdardı. Burada durumdan habersiz olan ve bunu sır olarak sakladığını düşünen kişinin Kral I. Aleksander olduğu ortaya çıkmaktadır.
Akşamki ziyafetin ardından başlayan poker partisinde ise Gazi ile Kral karşı karşıya yer almışlardır. Oyun esnasında eline üç yedili gelen Gazi; “Açtım” deyip Krala dönerek “Siz de iştirak ediyor musunuz?” diye sorunca Kral, “Her zaman sizi takip ederim.” şeklinde cevap vermiştir. Artık Gazi’ye, bir kahramana duyulan hayranlıkla bağlanan Kral, ileride çıkacak bir savaş durumunda onun emirlerine bir er gibi boyun eğeceğini dahi belirtmiştir.
Gecenin sonunda Yugoslav Kralı ile Kraliçesi, gemilerine binerek Korfu’ya doğru yola çıktı. Böylece Yugoslavya Kralı I. Aleksander’ın hayatındaki ilk ve son Türkiye ziyareti sona erdi. Misafirlerin gitmesinin ardından “Kral’ı nasıl buldunuz?” sorusunu yönelten arkadaşlarına Gazi: “Çok nazik, çok zeki bir adam. Memleketi için çalışmış, çalışıyor. Makul görüşlü. Kendisini çok beğendim.” diyerek Kral’ın kendisi için hissettiği duyguları, aynı şekilde kendisinin de Krala karşı hissettiğini ortaya koymuştur. (A Beden s.128)
Kralın ziyareti, henüz İstanbul’a gelmeden önce Yugoslav basınında geniş yankı uyandırmıştı. 2-3 Ekim’de Belgrat Elçiliği’nden gönderilen raporların aktardığı kadarıyla Yugoslav basınının bir nezaket ziyaretinden ziyade son yılların en önemli olayı olarak değerlendirdiği ziyaret, Balkanlar ve Akdeniz havzası için son derece önemli sonuçlar doğuracaktı. İki liderin görüşmesi neticesinde açılan diyalog yolunun sadece Balkanlarda değil tüm Avrupa’da barış ve güvenliği korumaya yardımcı olacak bir Balkan ittifakının kurulmasına yönelik beklentileri artırdığı ifade edilmiştir.
Kralın ülkesine döndükten sonra Gazi hakkında Bükreş Elçisi Çolak Antiç’e sarf ettiği sözler, Antiç tarafından Türkiye’nin Bükreş Elçisi Hamdullah Suphi’ye nakledilmiştir. Buna göre Kral, Gazi hakkında aynen:
“Hâli, tavrı, konuşması, başı, bakışı ve sesi derhâl insan üzerinde nadir bir adam karşısında bulunduğumuzu düşündüren bir etki bırakıyor. Bu görüşmeden çok mutlu döndüm. Devrimizin bu üstün nitelikli devlet adamı ile anlaşmanın kolay olacağına dair bir izlenim edindim. Çok derin görüşü, çok açık düşünüşü, kararlı bir biçimde karar vermeğe uygun olan yapısı Balkan milletlerinin anlaşması sahasında bize çok faydalı olacağını anladım. Kendisinden ayrıldığım vakit onu çok sevdiğimi ve ona bağlandığımı hissetmiştim.” ifadelerini kullanmıştı. Bu ise Kralın Gazi’ye karşı gerçekten samimi dostluk bağlarıyla bağlandığını, ayrıca Gazi’yi sadece iki devlet arasındaki ilişkilerde değil tüm Balkanların geleceği konusunda fikri ve desteği alınması gereken bir lider olarak gördüğünü ortaya koymuştur. (A Beden s.129)
Türk-Yugoslav zirvesinde ikili bir anlaşma sonunda Dışişleri Bakanlarının imzaladığı “Dostluk, Saldırmazlık, Adli Düzenleme ve Tahkim” konularını içeren antlaşma 28 Kasım 1933’te gerçekleşmiştir. İki Dışişleri Bakanı antlaşmayı imzalamalarından sonra yayımladıkları resmî bildiride iki konuyu öne çıkarmışlardır: Milletlerarası antlaşmalara saygı (statüko) ve bölge (Balkanlar) barışına katkı. Yugoslav Dışişleri Bakanı Jevtich, Balkan ülkelerine bu antlaşmanın barış amacı taşıdığını açıklamak ve onların korkmalarını önlemek için gazetecilere “Biz (Türkiye-Yugoslavya) kimseyi korkutmak istemiyoruz; herkesi tatmin ve müsterih etmek, bütün Balkan ülkeleri arasında iş birliğini sağlamak istiyoruz.” diyerek diğer Balkan ülkelerini de iş birliğine çağırmıştır. Türk Dışişleri bakanı Dr. T. Rüştü Aras bu antlaşmanın imzasından sonra Belgrat’tan dönerken Bulgaristan Dışişleri Bakanını Sofya’da ziyaret ederek kamuoyunda konuşulan Bulgaristan’ı iki yandan sarma politikalarının gerçek olmadığını ve Bulgaristan’a karşı dostane duygularının bulunduğunu belirterek Türk-Yugoslav Antlaşması’nın barış ve bölgesel iş birliği amaçlı olduğunu belirtmiştir. Türkiye, Yugoslavya, Yunanistan ve Romanya; Bulgaristan’ı revizyonist politikalarından vazgeçirememişler ve bir dizi ziyaret ve görüşmelerden sonra Balkanlar’da iş birliğini sağlamak ve statükonun korunması için 9 Şubat 1934’te “Balkan Antantı”nı kurmuşlardır. İngiltere ve Fransa bu iş birliğini desteklerken Hitler Almanya’sı ve Musolini İtalya’sı bundan memnun olmamışlardır.
Yugoslav Kralı Alexandre, Ekim 1933 Türkiye ziyaretinden sonra Ekim 1934’te Fransa’yı ziyaret etmiş ve bir dergiyle (Revue des deux Mondes) yaptığı söyleşide Atatürk ile ilgili şu ifadelerde bulunmuştur: “Gazi’yi severim. Zamanın ihtiyaçlarını eşsiz bir şekilde değerlendiren ve milletini ona uydurmak için çok güçlü bir şekilde çaba harcayan bu dâhi adama karşı derin bir sempatim vardır.”
Kral, bu ziyareti esnasında Marsilya’da Hırvat Milliyetçileri tarafından 9 Ekim 1934’te öldürülmüştür. Kral I. Aleksander, İstanbul ziyaretinden tam bir yıl, Pakt antlaşmasının imzalanmasından ise sadece on ay sonra suikasta maruz kalmıştır. (A Beden s.129)
Yugoslavya Kralı I. Aleksander’ın varlığı nasıl iki ülke arasındaki dostluğun oluşup kaynaşmasını sağladıysa, Marsilya Suikastı ile hayatını kaybetmesi de o derece Türk devlet adamları ile Türk milletini derin üzüntüye boğmuştur.
I. Aleksander’ın ölüm haberi, Türk devlet yetkilileri tarafından aynı gün öğrenilmesine karşın tüm ülkeye ilk olarak 10 Ekim 1934 tarihinde çıkan gazetelerle duyurulmuştur. İlk sayfalarının neredeyse tamamını Marsilya Suikastına ayıran Türk basını, verdiği bilgilerin ardından Yugoslav Hükümeti ile halkına taziyelerini sunmuştur.
Suikast, tüm ülkede olduğu gibi Ankara’da da büyük bir şaşkınlıkla karşılandı ve bütün devlet kurumları ile halkta derin bir üzüntüye sebep oldu. Ancak bunlar içerisinde şüphesiz en fazla üzüntü duyanı Gazi hazretleriydi. “Kardeş” olarak kabul ettiği “asker arkadaşını” kaybetmişti.
Gerçekten de Kral I. Aleksander, Türkiye’nin ve Gazi’nin dostuydu. Daha bir yıl önce Türkiye’ye gelmiş ve Balkanlarda kalıcı bir barışın kurulması için Gazi ile sözleşmişlerdi. On ay önce ise Türkiye, Yugoslavya, Yunanistan ve Romanya arasında imzalanan Balkan Antantının temelini atmışlardı. Kral ve Gazi Balkanlardaki barış ve huzurun iki ayrı mihenk taşı olduğundan her iki lider de Balkan politikalarında birbirlerinin sarsılmaz destekçileriydi. Bu nedenle suikast haberi, Gazi’yi ve onun hükümetini derinden sarsmıştır.
Şükrü Kaya anılarında şöyle demektedir:
“Hatırlarım; Yugoslavya Kralı Aleksander’ın Marsilya’da öldürüldüğünü haber alır almaz hemen Atatürk’ün yanına koştum. Başvekil ile Dışişleri Vekili de oradaydılar. Atatürk, Kralın öldürüldüğünü öğrenmişti; çok üzgündü:
‘Ben, Aleksander’ı öldürenleri biliyorum. Eğer onlar fırsat bulurlarsa beni de öldürürler.’ dedi.
Meydana gelmesi muhtemel olaylar incelenirken Atatürk, Yugoslavya’nın savunulması için gerekirse şimdiden seferberliğe hemen başlanacağının taziye telgrafında bildirilmesini istemiştir.”
Hemen sonrasında Gazi, Kral I. Aleksander’ın oğullarından Prens Paul, Prens II. Petar ve Kraliçe Marie’ye birer başsağlığı telgrafı göndermiştir. Kral hazretlerine yapılan vahşi suikast haberini büyük bir üzüntüyle haber aldığını ve sadık bir dostu, aynı zamanda samimi bir kardeşi olmaktan gurur duyduğu büyük Kralın ölümü nedeniyle Yugoslavya’nın duyduğu acıyı bütün Türk milletinin de aynı yoğunlukta hissettiğini belirten Gazi, Kral ile Yugoslavya’nın bir dostu sıfatıyla en samimi başsağlığı dileklerini sunarak telgraflarına son vermiştir.
Gazi’nin gönderdiği başsağlığı telgraflarına Yugoslav basını: “Vefat eden Kral Aleksander’ın çok yakın dostu olan Gazi Mustafa Kemal, Kralımız için kardeşi gibi acı çekmiştir.” demiştir.
Başbakan İsmet İnönü de 9 Ekim günü Yugoslavya Başbakanı M. Uzunoviç’e bir başsağlığı telgrafı göndererek vahşi suikast haberinin kendilerinde çok büyük bir keder uyandırdığını bildirmiş, ilaveten Avrupa’nın en değerli barış insanlarından birinin kaybının her alanda büyük üzüntüyle hissedileceğini ifade etmiştir. Yugoslavya milletinin matemini en içten duygularla paylaşan Türk milletinin de bu büyük Avrupalı Kralın naaşı önünde eğildiğini sözlerine ekleyerek Cumhuriyet Hükümeti adına başsağlığı dileklerini ilettiğini belirtmiştir.
Sadece başsağlığı mesajları ile yetinmeyip dostluğunu somut olarak hissettirmek isteyen Türk Hükümeti, 12 Ekim 1934 tarihinde, Kralın cenaze törenine üst düzey askeri ve diplomatik yetkililerle katılma kararı almıştır. Buna göre; Kral I. Aleksander’ı yakından tanıyan Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Türkiye’yi temsil etmek üzere cenaze törenine gönderilecek heyetin başkanlığını yapmakla görevlendirilmiştir. Heyette, Tevfik Rüştü Aras’tan başka İkinci Ordu Müfettişi Birinci Ferik (Orgeneral) İzzetin Bey (Çalışlar), Emir Zabiti Binbaşı Ahmet Bey, Cumhurbaşkanlığı Başyaveri Binbaşı Celal Bey (Üner), Deniz Harp Akademisi Kumandanı Miralay Fahri Bey, Kaymakam Talat Bey, Hava Binbaşısı Naim Bey, Dışişleri Bakanlığı Altıncı Daire Şefi (Birinci Daire Umum Müdürü) Cevat Bey (Açıkalın), Dışişleri Bakanı Özel Kalem Müdürü Refik Amir Bey, Muhafız Alay Komutanı İsmail Hakkı Bey ve Emniyet Memuru Sadık Efendi yer almıştır.
Ayrıca Gazi, Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’ndan 130 mevcutlu bir askeri birliği cenaze törenine göndermiştir. Kaymakam İsmail Hakkı Bey komutasındaki bu birlikte iki yüzbaşı ve altı teğmen de bulunmaktaydı. Böylece Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir Türk askeri birliği yabancı bir hükümdarın cenaze törenine katılmış olacaktı. Türkiye böyle bir birlik göndererek Yugoslavya’ya ve tüm dünyaya Kral I. Aleksander’ın mimarlarından biri olduğu Balkan Antantının yaşatılacağı, bu konuda Türkiye’nin Yugoslavya’nın yanında yer aldığı ve dayanışma içinde olunacağı mesajını vermiştir.
Gönderilen heyet ile askeri birliğin Belgrat’ta ve dünya basınında büyük yankı uyandırdığını söylemek gerekir. Belgrat’taki Türk Elçisi Haydar Aktay, “Başkumandanlarının cenaze merasimine Muhafız Alayından bir bölük göndermek suretiyle Reisicumhur hazretlerinin büyük ilgisini gösteren bu büyük dikkati asker ruhu taşıyan Yugoslav devlet adamları üzerinde çok büyük bir etki yapmıştır.” demektedir. Washington Büyükelçiliği’nden gönderilen bir raporda ise New York Times Gazetesi’ndeki bir makaleden bahsedilerek birbirleriyle uzun yıllar düşman olan iki milletten Türklerin Sırp Kralı için askeri bir bölüğü Belgrat’a göndermesinin olağanüstü bir gelişme olduğunun, hatta bunun Avrupa’nın değiştiği anlamına geldiğinin yazıldığı ifade edilmiştir. Makalede, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in aziz dostunun hatırası için gönderdiği en iyi Türk askerleri itinayla anlatıldıktan sonra şimdiye kadar sadece savaş için karşı karşıya gelen bu iki milletin askerlerinin şimdi Balkanlarda barış ve huzurun idamesi için bir araya geldiğini belirtmiştir. Dolayısıyla bu durum da tarihin bir cilvesi olarak değerlendirilmiştir.
Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, cenaze töreni için gittiği Belgrat’ta Yugoslavya’daki Politika Gazetesi’ne bazı açıklamalar yapmıştır. Tevfik Rüştü Aras’ın yaptığı konuşma, Türkiye’nin Yugoslavya Kralı I. Aleksander’a duyduğu saygı ve sevgiyi net bir şekilde ortaya koyarken aynı zamanda şimdiye kadar gerçekleşmeyen bir ilkin Kral hazretleri için hayata geçirildiğini göstermiştir. Öyle ki Türkiye’de ilk defa Kralın toprağa verildiği 18 Ekim günü milli yas ilan edilmiştir. Bu, Cumhuriyet tarihinde ilk defa yabancı bir hükümdar için milli yas edildiği anlamına geliyordu.
Kralın defnedildiği 18 Ekim günü Ankara’daki Yugoslavya Elçiliği’nde düzenlenen törene de Türk Hükümeti özel bir önem vermiştir. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk adına Yaveri Cevdet Bey, Özel Kalem Müdür Yardımcısı Sabit Bey, Başbakan İsmet Bey ve eşi, İçişleri Bakanı Şükrü Bey, Dışişleri Bakanlığı’ndan Numan Rıfat, Ankara Valisi Nevzat Bey, Mevkii Kumandanı Sıtkı Paşa ve Emniyet Müdürü Salih Bey Ankara’daki merasime katılan başlıca isimlerdir.
Cenaze töreninden bir gün sonra ise Küçük Antantı oluşturan Yugoslavya, Çekoslovakya, Romanya devletleri, Balkan Antantı üyelerinden de Türkiye ve Yunanistan Belgrat’ta dışişleri bakanları düzeyinde iki toplantı gerçekleştirdiler. Yayımlanan ortak tebliğde, yabancı topraklarda planlanmak suretiyle barış antlaşmalarını bozmak ve başkanlarını öldürerek bazı devletleri zayıflatmak amacıyla gerçekleştirilen bu tür sistematik girişimlere dikkat çekilmiş ve derhâl ilgili örgüt ve suçluların bulunarak cezalandırılması gerektiği belirtilmiştir. (A Beden s.132)
Yerine geçen oğlu II. Petar, babasının inşa ettiği Balkan politikalarını devam ettirmiştir. Türk-Yugoslav ilişkilerinde yukarıda da belirttiğimiz gibi ciddi sorunlar yoktu. Türkiye için sorun olan, Osmanlı borçlarının bölüşülmesi ve Yugoslavya’daki Türklerin kalan mal varlıkları idi. Borçlar konusunu Türkiye sorun yapmak istemedi ve Türk malları konusunda da malların iadesinde uzlaşmazlık çıktığında mahkemelere gitme konusunda anlaşılarak bu pürüz de iki ülke arasında sorun olmaktan çıkmıştır. İkili sorunlar olmamasına rağmen iki ülke yöneticileri Balkan politikaları ve iki ülkeyi ilgilendiren uluslararası konuları karşılıklı görüşmeye ve üst düzeyli ziyaretlere devam etmişlerdir. 28 Ekim 1936’da Yugoslav Başbakanı Stoyadinoviç Ankara’ya resmî bir ziyarette bulunmuştur. Bu ziyaret sorunsuz devam eden iki ülkenin ilişkilerini daha da pekiştirmiştir. Atatürk Yugoslav Başbakanını kabul etmiş ve uluslararası konularla ilgili görüşlerini başbakana iletmiştir. Atatürk’ün düşünceleri ve kişiliği, uluslararası camiada çok merak edilen ve saygı duyulan tarihî bir şahsiyet olması da dikkate alınarak bütün yabancı konuklar Atatürk’ü dinlemek isterler ve bunu bir imtiyaz olarak görürlerdi. Yugoslav Başbakanı da Atatürk’ü ziyaret etmekten ve fikirlerini dinlemekten mutlu olduğunu belirtmiştir. Başbakan İnönü ve Stoyadinoviç’in görüşmeleri ardından yayımlanan resmî bildiride Balkanlar’da iş birliğine devam edeceklerini, ekonomik ve kültürel ilişkilerin gelişmesine çaba harcayacaklarını belirtmişlerdir. Atatürk de Yugoslav gazetecilere Türkiye’nin ve Türk milletinin Yugoslavya’ya ve Yugoslav milletine karşı dostluk beslediğini ve iki ülkenin ilişkilerinin barış için önemli olduğunu ifade etmiştir. Başbakan İnönü Yugoslav Başbakanının ziyaretinden altı ay sonra 12 Nisan 1937’de Belgrat’ı ziyaret etmiştir. Kısa bir sürede gerçekleşen bu ziyarette Belgrat Hükümeti Ocak 1937’de Bulgaristan Başbakanı Köse İvanov, Çekoslovak Cumhurbaşkanı Dr. Beneş ve İtalya Dışişleri Bakanı Comte Çiono’yu ağırlamıştır. Uluslararası kamuoyunda Yugoslavya’nın 21 Mayıs 1929’da Çekoslovakya ve Romanya ile imza ettiği Küçük Antlaşma (La Petite Entente) ile 9 Şubat 1934’te dört Balkan ülkesiyle kurulan Balkan Antantının tehlikeye düştüğü dedikodusu konuşulmaktaydı. İnönü’nün bu ziyareti, dostluğun ve ittifakın devam ettiğini uluslararası kamuoyuna duyurmak ve yeni gelişmeleri birlikte değerlendirmek amacı taşımaktaydı.
Yugoslavya’nın İtalya ve Bulgaristan ile olan yakınlaşması Türkiye’nin bilgisi dâhilinde olduğu gibi bu yakınlaşmada Türkiye’nin de katkısı olduğu kamuoyuna duyurulmuştur. İki ülke ilişkileri Atatürk’ün ölümüne kadar (10 Kasım 1938) sorunsuz bir şekilde devam etmiştir. (Atatürk Ansiklopedisi)
Balkan devletleri arasında özellikle 1930’dan sonra Balkan konferanslarıyla gelişen iş birliği ve yakınlaşma oldu. Almanya’da Nazi Partisi’nin iktidara gelmesiyle Balkan devletleri birbirine daha çok yakınlaştı.
Türkiye ve Yunanistan arasında 14 Eylül 1933’te Ankara’da imzalanan Türkiye ile Yunanistan İçten Antlaşma Paktı ile sınırlar karşılıklı güvence alındı. Ekim 1933’te Romanya ve Kasım 1933’te Yugoslavya ile Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması imzalayan Türkiye, uzun zaman sonra İtalya tehlikesine karşı Balkan devletleri arasında iş birliğini sağlamayı başardı. Bulgaristan ve Arnavutluk’un olumsuz tavırlarına rağmen Balkanlarda statükonun korunması fikrini savunan Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya ile birlikte 9 Şubat 1934’te Atina’da Balkan Antantını imzaladı. (M Turp, s. 30)
Balkan Antantı, Fransız ve İngiliz basınında geniş yer buldu. Fransız basını, Balkan Antantının önemine ve barışa yapacağı katkılardan bahsederek Mustafa Kemal Atatürk’ün barışseverliğini öven yazılar yayınlandı. Ancak İngiliz gazeteleri, Bulgaristan ve Arnavutluk’un dışarıda bırakıldığı bir antantın başarılı olamayacağı yönünde haberlere yer verdi.
İtalyan ve Alman gazeteleri ise Balkan Antantını eleştirdi. İtalyan Lavaro Fasticla gazetesi, Balkan Antantını, Bulgaristan’ı dışarıda bıraktığı ve Makedonya’daki Bulgar azınlığı konusunda Bulgaristan’ın haklı taleplerine set çektiği, Balkanlarda barışı koruyamayacağı, aksine sorunları daha da derinleştireceğini iddia etti. Alman gazetesi Angriff de yine misakı eleştirerek tek Balkan devleti Bulgaristan olduğu hâlde onun da antantın dışında bırakıldığını, bu paktın bir gerileme emaresini taşıdığını yazmıştır.
Yugoslavya’da çıkan Makedonska Pravda gazetesi de 19 Şubat 1934 tarihli yazısında, Bulgaristan’ın antanta katılmamasının, antantın geçerlilik süresini olumsuz etkileyeceğine dikkat çekmiştir. (M Turp, s. 32)
1940 yılı sonunda Romanya parçalanmış ve Ekim ayında İtalya Yunanistan’a girmiştir. 17 Nisan 1941 tarihinde Yugoslavya’nın Alman işgaline direnemeyip teslim olmasıyla Balkan Antantının işgale uğramayan tek ülkesi olarak Türkiye kaldı. Balkan Antantı tarihe karışmış oldu. (M Turp, s. 40)
İsmet İnönü’nün 11 Kasım 1938’de 348 oyla Cumhurbaşkanı seçilmesinden kısa süre sonra patlak veren İkinci Dünya Savaşı, ilk birkaç ayı saymazsak İnönü dönemi ile aynı yılları kapsamaktadır. Türkiye’nin dış politikası ne pahasına olursa olsun savaşın dışında kalmak olmuştu.
Almanya’nın Polonya’yı işgal etmesinin ardından İngiltere’nin 3 Eylül 1939’da Almanya’ya savaş ilan etmesiyle İkinci Dünya Savaşı başladı.
Yugoslavya, Türkiye’yi Balkan Antantından ayrılmakla tehdit ettiği gibi, 1939 yılı Temmuz ayında Türkiye’nin dâhil olmayacağı bir Balkan Blok’u kurulması için girişimlerde bulundu. Fakat başarılı olamadı. (M Turp, s. 37)
Yugoslavya’nın Alman işgaline uğraması Türkiye tarafından yakından takip edildi. İşgalden sonra Yugoslavya parçalandı ve Alman ve İtalyanların kontrolünde oluşturulan kukla hükümetler oluşturuldu. İşgal yönetiminin de buradaki Türk ve Müslüman nüfusa karşı tavrı Türkiye-Yugoslavya ilişkilerinin seyrini belirleyen en önemli unsurdu.
İkinci Dünya Savaşı öncesinde Türklerin yoğun olarak yaşadıkları Kosova, Makedonya ve Sancak gibi bölgelerden 250.000 kişi Türkiye’ye göç etti. 1934-1939 arasında çoğu ilk iki yılda olmaz üzere Türkiye’ye göç edenlerin sayısı 7243 idi. (M Turp s. 53) 20. yüzyılın başlarındaki yaklaşık yarım asırlık dönemde, anılan bölgelerden bugünkü Türkiye topraklarına yoğun göç dalgaları yaşanmıştır. (V Tatar s. 166) (S Çobanoğlu, s.1)
İşgal sonrası Yugoslavya’daki durum hakkında bilgi vermek amacıyla 8 Ekim 1941 tarihinde Belgrad Konsolosluğundan gelen raporda şunlar bildirilmektedir: “Yugoslavya Harpten sonra dört parçaya ayrılmıştır. Hırvatistan, Sırbistan, Makedonya, Karadağ”. (M Turp s. 40)
İşgal altındaki Yugoslav Makedonya’sında bulunan Türk azınlığa Bulgarlar tarafından ağır zulümler yapıldı. (M Turp s. 55)
Balkan Müslümanlarının Türklüğü, Türk, Müslüman ya da Osmanlı kelimeleri ile adeta özdeşleşmiş durumdadır. Balkanlarda yaşayan ve etnik olarak Türk olmamalarına rağmen kendilerini Türk olarak tanımlayan büyük bir Müslüman çoğunluk vardır. Onları Türk kimliği ile bu kadar özdeşleştiren ve Türkiye’ye bağlayan etken ise Osmanlı mirasıdır. (M Turp s. 50)
Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti, farklı kültürlerin ve ırkların bir araya geldiği mini bir imparatorluk görünümündeydi. Bu coğrafyada yaşayan Türkler, kendi dil, din, örf ve adetlerini yüzyıllardır korumayı başarmışlardı. Ancak Türkler her dönem Yugoslavya tarafından baskı altına alınarak göçe mecbur kalmışlardı.
Yugoslavya’dan Türk göçleri 1700 yıllarında başladı. Zamanla kademe kademe geri çekilmeler ve Anadolu’ya kadar ilerleyen göçler yaşandı. Balkan Savaşı ve ardından Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda doğan Sırp, Hırvat Sloven Krallığı, 1929’da Yugoslavya adını aldığında Türkler ve Müslümanlar yeni devletin kurucuları arasında değildi. Onlar daima asimile edilecek kitle olarak görüldü. Zaman içinde olayların etkisi ile hakları kısmen tanındı.
Sırp, Hırvat Sloven Krallığı’nın kurulmasının ardından Makedonya’da yaşayan Türkler, Cenubi (Güney) Sırbistan Müslüman Teşkilatı adı altında örgütlenmeye başladı. Ancak hak ve özgürlüklerini elde etme konusunda başarı elde edemediler. 1929’dan itibaren Yugoslavya Krallığı’nın baskıcı rejimi sonucu Makedonya Türklerinin hayatı çekilmez bir hal aldı. Türkçe çıkarılan gazeteler kapatıldı ve her türlü siyasi ve kültürel faaliyet yasaklandı. Bu dönemde Makedonya Türklerinin, Türkiye Cumhuriyeti’nde çıkan yeni alfabeden faydalanamamaları diğer bir olumsuzluktu.
Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti ve Makedonya Sosyalist Cumhuriyeti kurulduğunda yine Türkler kurucu halk olarak kabul görmedi. Makedonya Türkleri, azınlık kabul edilerek buna yönelik haklara sahip oldular. Tito’nun savaş sırasında insanlara vaat ettiği eşitlik savaş sonrasında anlamsızlaştı. 23 Aralık 1944’te Makedonya Türklerinin toplumsal ve kültürel hayatında önemli bir yeri olan Birlik gazetesi çıkarılmaya başlandı. 28 Aralık’ta günde 5 dakikalık ilk Türkçe radyo yayını başladı. 1946’da ise Makedonya Türklerinin spor ve kültür faaliyetlerini gerçekleştirdikleri Zafer Cemiyeti kuruldu. Ancak cemiyet bir yıl sonra kapatıldı. 1948’de Makedonya’da yapılan seçimlerde Türk nüfusu 95.940 olarak belirlendi. (M Turp s. 53)
10 Aralık 1941’de işgal altındaki Yugoslav Makedonya’sında bulunan Türk azınlığa Bulgarlar tarafından ağır zulümler yapıldı. Üsküp’te kendisini Alman polisi gibi gösteren üç kişi, Türk mahallelerinde teravih namazı sonrası ellerindeki sopalarla 8 Türk’ü yaralayıp 60 kişiyi de gasp etti. Koçana kentinde bulunan sarhoş Bulgar askerlerinin bazıları tarafından Türk kadınlarına sarkıntılık edildi. Türklere iş verilmemesi yüzünden bir kesim sefalet ve açlıkla hayatlarını sürdürmek zorunda kaldı. Üsküp’te Türklerin belediye nezdinde görevlere getirilmesi engelleniyordu.
Üsküp konsolosluğundan gönderilen yazıda Türk hükümetinden, Kızılay’ın yardım etmesi istenmiştir. Bulgar işgalinden sonra buralarda Türk okulları açılması için uygun fırsatın oluşmasına rağmen işgal kuvvetlerinin baskıları sonucu bu konuda çalışacak kimseler bulunamadı. (M Turp s. 55)
İşgal altındaki Makedonya’da bazen günde 60 Türk’e varan katliamlar meydana gelmekteydi. Sosyalist rejim işbaşına gelmesine ve Makedonya’da Türk okulları açılmasına rağmen Türk okullarına Türkçe konuşan şovenist Arnavut öğretmenler atanmaya başlandı. Türk aydınları Komünist Parti’ye üye olmaya zorlandı ve buna karşı çıkanlarda işsizliğe ve dolayısıyla açlığa maruz bırakıldı.
26 Eylül 1946’da Tasvir-i Efkâr gazetesinde, Kadri Kayabal tarafından Yugoslavya’da bulunan Türkler hakkında kaleme alınan habere göre Sosyalistler İkinci Dünya Savaşı sırasında Çetnikler kadar zalimce davranmaya devam etmişlerdi. Yugoslavya’nın başına gelen Tito da Türk-İslam neslini yavaş yavaş eritiyordu. (M Turp s. 56)
Türk toplumunun ileri gelenleri gizlice yardım istemek üzere Türkiye Cumhuriyeti hükümetine başvurmuşlardır. Fakat olumsuz cevap almışlardır.
Makedonya’da 1944-1947 yılında yapılan baskı ve zulm karşısında daha önce kurulan “Yücel” adındaki Türk örgütü faaliyetlerini arttırmıştır.
“… Baskılardan bunalan birkaç bilinçli Türk aydını ki aralarında öğretmenler çoğunluğu oluşturmaktaydı, bir araya gelerek bir gizli cemiyet kurmaya karar veriyor ve cemiyetlerinin adını Yücel Cemiyeti koyuyorlar.[1]
Git gide köylere kadar nüfuz eden ve bir aralık mensuplarının adedi 500’e kadar yükselen Cemiyetin elli kadar faal azası bir taraftan komünistleştirme diğer taraftan Arnavutlaştırma siyasetine karşı Türklüğü koruma hedefiyle faaliyete başlamışlardır.
Makedonya Cumhuriyeti içindeki Arnavut teşekkülleri açıkça Arnavutluk Hükümeti tarafından beslenmekte idi. Yücelciler ise ne Türkiye’den ne de başka bir devletten ilgi ve yardım görmedikleri halde uzun zaman mevcudiyetlerini korumayı başarmışlardır. Nihayet iki hainin, Yücelcileri Hükümete ihbar etmeleri neticesinde ilk etapta elli kadar fedakâr Türk milliyetçisi yakalanıp yargılanmıştır. Yargılanan Türk milliyetçi sayısı daha sonra artmıştır.
Makedonya’da ortaya çıkan Yücelciler grubunun etkisi hızla yayılırken Bosna-Hersek’te ise bu dönemde “Genç Müslümanlar” adında gizli bir örgüt kuruldu. Örgüt faaliyetlerini 1966’ya kadar sürdürdü.” (M. Turp s. 57)
“Yücel Teşkilatı” veya kısaca “Yücelciler” 1941 yılında Makedonya’da Türklere yönelik haksızlıklara karşı durmak, Makedonya Türklerinin milli ve dini varlıklarını korumak ve yaşatmak üzere faaliyetler yürütmek için bir araya gelen aydınların oluşturduğu toplumsal bir harekettir. (S. K. KOCA S. 76)
Balkan savaşlarından sonra Makedonya Türklerinin en zor durumları 2. Dünya savaşı sırasında olmuştur. 2. Dünya savaşı yıllarında Naziler bütün balkanları işgal etmişler. Kendi emelleri doğrultusunda hareket edecek Bulgar askerlerine de Yugoslavya’yı teslim etmişlerdir. Bir yandan savaş devam ederken bir yandan Bulgar zulmü olmuş, diğer yandan da bir Arnavut asimilasyon baskısı görülmüştür. Tüm bu haksızlıklara ve yok sayılmalara karşı Yücel Hareketi veya kısaca Yücelciler 1941 yılında kurulmuştur. Temel olarak Makedonya Türklerinin milli ve dini varlıklarını korumak ve yaşatmak üzere faaliyetler yürütmüş dönemin Makedonya Türk aydınları tarafından kurulmuş toplumsal bir hareket olduğu görülür. Silahlı eyleme yönelik hiçbir faaliyetleri olmamış sadece kültürel faaliyetlerde bulunmuşlardır. (S. K. KOCA S. 76)
O dönemde bir zorunluluk olarak oluşan ve milli kimliklerinin korunması talebiyle bir araya gelen teşkilatın kurucu üyeleri; Şuayp Aziz, Şerafettin Ferid, Nazmi Ömer, Muzaffer Ahmet, Fettah Süleyman Pasiç ve Mehmet Dalip’tir. Resmi belgelere de yansıdığı kadarıyla bir ara köylere kadar nüfus eden Yücelciler’in sayısı beş yüze ulaşmıştır, ancak faal üyesinin elli kadar olduğu belirtilmektedir.
Makedonya Türkleri için çok önemli kazanımları elde eden Yücelciler ilk Türk okulunu, radyosunu ve gazetesini kurmuştur. Teşkilatın, “Türk azınlığı arasında milli şuuru kuvvetlendirmek ve Türk halkının ‘komünizmin aleti’ hâline gelmesini önlemek” söylemlerini öne sürerek gerçekleştirdiği bu kültürel çalışmaların ilki 23 Aralık 1944 tarihinde Nazmi Ömer’in teşviki ile Türk gazetesi olan Birlik gazetesinin yayımlanmasıdır.
Yücelciler o dönemde birçok ilki de başarmışlardır. Bunlar, ilk Türk Okulu olan ve günümüzde de eğitim-öğretim hizmetini sürdüren “Tefeyyüz” adlı okulun açılması, yeni Türk alfabesi ile okuma kitapları basılması, Üsküp Radyosunda ilk Türkçe yayın ve eğlence programı yapılması gibi birçok yeni oluşum gerçekleştirmiştir. Ayrıca milli şuur oluşturma noktasında önemli gördükleri bazı eserleri Türkiye’den Yugoslavya topraklarına getirtmiştir. Atatürk’ün Nutuk’u başta olmak üzere Mehmet Akif’in Safahat’ı, Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul ve Namık Kemal’in eserleri ile Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirleri en çok okutulan eserler arasında yer almıştır. Dönemin Yugoslavya Türk aydınları arasında başlayıp dalga dalga bütün ücra köylere kadar yayılan bu teşkilat daha çok milli kültün korunması, kimliksizleştirmeye karşı durma, asimilasyonları önleme ve komünist rejime uyum sağlamak istememe amacı etrafında şekillenmiştir.
“Makedonya’nın en iyi öğretmenleri arasındaki üyeler, Türklerin yaşadığı en ücra köylere dahi giderek öğrenciler için yeni alfabeli okuma kitapları hazırladılar. Hapis yıllarında bile Üsküp Türk Tiyatrosunda sahnelenmek üzere çok sayıda tiyatro eserini Türkçeye çevirdiler.”
Yücel hareketi siyasi bir hareket olmasının ötesinde Balkanlarda Türk milli kültürü, edebiyatı ve sanatının yaşamasını sağlayan entelektüel bir harekettir. Yücel hareketi ile beraber bitme noktasına gelmiş Balkan Türk edebiyatının da canlandığını görürüz. Hemen hemen hepsi öğretmen olan Yücel mensupları, hem yetiştirdikleri öğrencileri edebi ürünler verme noktasında yönlendirdiler hem de çıkardıkları gazete ve dergiler etrafında Milli bir edebiyatın şekillenmesine yardımcı oldular. Bugün Makedonya Türk edebiyatının varlığı o dönem milli bir şuurla mücadele veren ve bu amaçla Türk edebiyatının kaynak eserlerini Balkanlarda yaşayan Türklere ulaştıran Yücelciler sayesinde olmuştur. (S. K. KOCA s. 78) (Z. Gürel s.1)
Sabahaddin Zaim, Yücelciler’den idam edilen dört kişiyi şu şekilde anlatmıştır:
Şuayb, teşkilatın tabii ve gerçek başkanı ve Yugoslavya’daki Türklerin en bilgilisiydi.
Ali Abdurrahman, irfan sahibi, kuvvetli bir sezgi gücü olan, hoşsohbet, girgin ve otoriter hâliyle çevresinde sevilen, sayılan faal bir insandı…
Nazmi Ömer, ağır başlı, temkinli hâli ile güven veren bir aydındı.
Adem Ali, sessiz sedasız hâliyle kendini çevresine sevdiren, sakin fakat mertliğin sembolü bir insandı. (S K KOCA S. 88)
Gelişmelerden rahatsız olan Tito yönetimi 1947’de bir ihbarı gerekçe göstererek apar topar tutuklamalara, soruşturmalara başlamıştır. İlk tutuklamalar Ağustos 1947’de yapılmıştır. Zamanın ileri gelen tüm aydınları, sağduyu sahipleri, halkın gerçek temsilcileri bir gecede vatan haini ilan edilip jet mahkeme kararlarıyla hüküm giymiştir. Henüz hukukî yapılanmanın bile tamamlanamadığı bir dönemde, terörist-ispiyoncu teşkilatını kurarak Makedonya’da yaşayan Türkleri Makedonya Halk Devletine karşı organize etmek, devlet düzenini değiştirmeye/yıkmaya yönelik eylem hazırlığında olmak gibi asılsız iddialarla yargılanmışlardır.
İlk grup tutuklu 16 kişinin duruşması 19 Ocak 1948’de başladı. Yapılan hukuksuz yargılama basın aracılığıyla ve hoparlörler kullanılarak Yücelciler aleyhinde kamuoyu oluşturulmuş, Türkler sindirilmeye ve psikolojik baskı altına alınmaya çalışılmıştır. Tutuklanan Türklerin avukat tutmalarına izin verilmemiştir. Yönetimin tayin ettiği avukatlar da hapis korkusuyla savunma yapamamışlardır. 25 Ocak ‘ta mahkeme jet hızıyla kararını verdi.
27 Şubat 1948 tarihinde göstermelik yargılama neticesinde dört kişi; Şuayb Aziz, Ali Abdurrahman, Nazmi Ömer Yakup, Adem Ali; medeni ve siyasi haklarından mahrum edilme ve mallarının müsadere edilmesi suretiyle idama mahkûm edildiler. Mahkûmiyet kararlarının ardından İdrizova’daki hapishaneye konan Yücelciler’den “27 Şubat 1948 tarihinde Şuayb Aziz, Ali Abdurrahman Ali, Nazmi Ömer Yakup ve Adem Ali Adem İdrizova hapishanesinden kamyona bindirilerek Güreler köyü yakınındaki Suşitsa köyüne götürülmüş, köyün girişinde bir kayanın önünde (veya orada daha önce bulunan karakolun bahçesinde) bu 4 kahraman kurşuna dizilerek şehit edilmiştir.” (S K KOCA S. 79)
Yücel teşkilatının başkanı Şuayp Aziz’in 27 Şubat 1948’de üç arkadaşıyla kurşuna dizilerek idam edilmeden önce karısına yazdığı mektubu şu şekildedir:
“Üsküp’te geçen bir film canlandırdım hayalimde.
Bir kadın ve elinde bir mektup, yıl 1948 olsun.
Kadın mektubu açıp okuyor, öyle başlıyor film.
Titreyen ellerle okunan o mektup
Rüzgâra kapılıp gökyüzüne savrulurken,
Bu sessizliği bir tren düdüğü bozuyor.
Vagon sesleri, makinalar, raylar
Ve tren garında sıra sıra bavullar,
Hatta davullar karışıyor bu seslere.
(Yiğitler yiğitçe uğurlanmalıdır.)” (S. K. KOCA s. 87)
Mayıs 1948 ve sonrasında da 2. ve 3. grup tutuklama ve sürgün furyası başladı. Bu Yücelciler de 9 yıl ile 1 yıl arasında hapis ve dört ay ile bir ay arasında sürgün cezası aldı.
Böylelikle yargılanan “Yücelciler’in dördü idama, yüzden fazla mensubu da hapis cezasına çarptırıldılar. Ancak gizliliğe önem veren teşkilat mensuplarının (100’den fazlasının) bir ihbarla yakalanmaları bugün hâlâ cevaplanamayan bir sorudur.” (S. K. KOCA s. 79)
Mahkemelerin sonucu şöyledir: 4 kişi idam, 60 kişi hapis ve 18 kişi de sürgünde çalışma cezası almıştır.
Yücel davaları ile ilgili tutuklamaların ardından Türk toplumuna gözdağı vermek, ürkütmek, sindirmek ve hatta ülkeyi terk etmelerini sağlamak amacı ile Türklerin yaşadığı mahallelerde düzmece mitingler düzenlenmiştir. Burada Yücelciler aleyhine sloganlar attırılmıştır. Hatta bu mahallelerde Yücelciler aleyhine toplantılar düzenleyip, katılmayanlar rejim düşmanı ilan edilerek can ve malları ile tehdit edilmişlerdir.
Dışarıda bunlar yaşanırken içeride tutuklu bulunanlara türlü işkenceler yapıldığı daha sonra içeriden sağ çıkan Yücelciler tarafından anlatılmıştır. Duruşma salonlarında da baskı ve korku kendisini o kadar hissettirmiştir ki, tutukluların avukat tutmalarına izin verilmemiş, yönetim herkese sadece bir avukat tayin etmiştir. Ancak o avukat da duruşma sonrası hapse atılmamak için savunma yapmamıştır.
Psikolojik savaş ve baskı devam etmiş, Yücel davası uluslararası arenada bir Türk karşıtlığına dönüştürülmüştür. Özellikle balkanlarda bu daha da fazla hissedilmiştir. Dava ile ilgili olarak dönemin Belgrat radyosu, Moskova radyosu, Sofya radyosu günlerce yayın yaparak Yücelciler’in mahkemesini konu eden programlar yapmışlardır. Çok acıdır ki bu dönemde Türkiye ve Türk basını sessiz kalmış ve hatta konuyu görmezden gelmiştir. Konu ile ilgili ilk yazı 28 Ocak 1948 tarihli Yeni Asır gazetesinde Şevket Bilgin imzası ile yayınlanmıştır. İkinci yazı ise 9 Mart 1948 tarihli Trakya Postası isimli gazetede “Bu Haksızlıkları Unutmayacağız” başlığıyla yayınlanmıştır. Türk basınında çıkan birkaç yazı Türkiye’de yaşayan halkın Yücel davasını öğrenmesi için yeterli olmamıştır. Siyasilerin de ilgisizliği sebebiyle Türk halkı bu katliamlardan çok sonraları haberdar olmuştur.
Yücel davası ile özelde Makedonya ama genelde bütün Balkan Türk halkı üzerinde psikolojik bir baskı kurulmuştur. Yugoslavya neredeyse elden gidiyormuşçasına büyük bir önem verilen duruşmanın son günü Üsküp Kent meydanından hoparlörlerden halka dinletilen Yücel davası, Makedonyalı Türklere gözdağı verme amacına tümüyle ulaşmıştır. Böylece Makedonya’da yaşayan Türklerin geleceğe, umdukları “mutlu geleceğe” yönelik bütün umut ve beklentileri kırılmıştır. Onlar Balkan savaşlarından sonraki en büyük göçlerine hazırlandılar. Böylelikle istedikleri olmuş ve Balkan Türklüğü 1953’te yaklaşık 300 bin kişinin katıldığı zorunlu bir göçe tabi tutulmuştur. (S. K. KOCA S. 83)
Her iki ülke de yani Türkiye ve Yugoslavya Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmuştur. Çeşitli iç sorunlar olmasına rağmen giderek düzgün ilişki kurmuşlardır. 1930’da Musollini’nin 1933’de Hitler’in iktidara gelmesi iki ülkeyi birbirine yaklaştırmıştır. Atatürk ve I. Alexander döneminde ilişkiler yakın bir şekilde yürütülmüştür. Atatürk’ün ölümünden sonra Türkiye Cumhurbaşkanı İnönü dönemi ise ikinci dünya savaşına rastlamıştır. Yugoslavya Faşist Almanya tarafından işgal edilmiş, Türkiye savaşa katılmamıştır. Bu dönemde ilişkiler zayıflamıştır.
Yugoslavya’da yaşayan Türkler Türkiye’den yardım istemişlerdir fakat savaştaki tarafsız tutumu sebebiyle kendi güvenliğine zorunlu olarak öncelik veren İnönü yönetimi Türklere yardım edememiştir.
Burada yalnız kalan Türkler kültürel birlik ve kimlik koruma amacıyla çoğunluğunu aydın öğretmenlerin oluşturduğu Yücel hareketini kurmuş ve faaliyetlerine başlamıştır.
İkinci dünya savaşı sonrasında Yugoslavya’da komünist yönetim kurulmuş ve Türklere yoğun bir baskı ve işkence politikası uygulamaya başlamıştır. Yücel hareketi özellikle hedef olarak görülmüş ve uydurma mahkemeler ile yargılanarak ağır cezalara çarptırılmışlardır. Dört lider bilinmeyen bir yerde idam edilmiştir. Mezarlarının nerede olduğu hala bilinmemektedir. Bu baskı politikaları sonucunda yüzbinlerce Türk, Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmıştır.
Eski Yugoslavya topraklarında yaşayan Türk toplumunu derinden etkileyen ve dönemin baskı ve zulmü sebebi ile haklarında çokça bir şey yazılamayan kahraman Yücel Teşkilatı üyeleri ve onların destansı hayatları yakın dönemde bütün Türk dünyasında derinden hissedilmiş ve her yıl çeşitli anma toplantılarında dile getirilmiştir.
Yücelciler, Tito’nun komünist Yugoslavya’sında Türklük uğruna mücadele etmiş Makedonya Türklerinin yakın dönem halk kahramanlarıdır ve itibarları bir an önce iade edilmelidir. Ayrıca mezar yerleri tespit edilmelidir. Küçük bir anıt yapılmıştır ama kahramanları yansıtacak büyük bir anıt dikilmelidir. (O Atalay)
Bu hem Makedonya Türklüğünün hem de Makedonya’dan Türkiye’ye göç etmiş Türklerin Makedonya’ya olan bakış açılarını daha da iyileştirecek ve kamu vicdanını rahatlatacaktır. Bu konuda Kuzey Makedonya’da bazı yeni faaliyetlerin yapılması sevindiricidir. Makedonya Türk Demokratik Partisi’nden Üsküp Belediye Meclisi Üyesi Sait Aleivi, Üsküp Belediyesi bölgesinde cadde, meydan, köprü ve diğer yapıların isimlerine ilişkin teklif listesinin Üsküp Belediye Meclisi tarafından onaylandığını duyurdu. Buna göre:
Hâlâ susanlar var, bazı şeyler hâlâ gizli. Bu dosya artık açılmalı hâlbuki enine boyuna tartışılmalı. Hatta sinemaya taşınmalı, vefa borcu ödenmelidir. Bu vesileyle başta ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk ve Yücel Teşkilatı mensupları olmak üzere Türk ülküsüne hizmet edenleri rahmet ve minnetle anıyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti olarak dünyanın neresinde bir Türk nefes alıyorsa onunla ilgilenmeli her türlü desteği vermeli, sahip çıkmalı ve kültürel birlikteliğimizi devam ettirmeliyiz. Bu Atatürk’ün bize emri olan “Yurtta barış, Dünyada barış” ilkesinin gerçekleşmesine de büyük katkı sağlayacaktır.
ATALAY Osman, Yücelciler: Unutulan Kuzey Makedonya kahramanları, 27 Şubat 2021, https://www.sde.org.tr/analiz/yucelciler-unutulan-kuzey-makedonya-kahramanlari-analizi-21230
Atatürk Ansiklopedisi, Atatürk Döneminde Türkiye-Yugoslavya İlişkileri, https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/ataturk-doneminde-turkiye-yugoslavya-iliskileri/
BEDEN Aydın, Kral I. Aleksander Suikastı ve Türkiye-Yugoslavya İlişkilerine Etkisi, Mediterranean Journal of Humanities, mjh.akdeniz.edu.tr, VIII/2 (2018)
ÇAĞ Galip, Dağılan Yugoslavya’nın Ardından Makedonya ve Türkiye, Çankırı Karatekin Üniversitesi Uluslararası Avrasya Strateji Dergisi 1
ÇOBANOĞLU Süheyl, İade-İ İtibar Bekleyen Yücelciler, 20.3.2020, http://bizdehaber.com.tr/kose-yazilari/iade-i-itibar-bekleyen-yucelciler-875.html
GÜREL Zeki, “Yücel Teşkilatı” İle İlgili Bir İlk, http://www.yenibalkan.com/tr/kose-yazilari/yucel-teskilati-ile-ilgili-bir-ilk
KOCA Selçuk Kürşad, Balkan Türklerinin Yakın Dönem Kahramanları “Yücelciler”, Akademik Bakış Dergisi, Sayı: 60, Mart-Nisan 2017.
Rubasam.com, Yücel Teşkilatı Şehitlerinin İsimleri Üsküp’te Cadde ve Sokaklarda Yaşayacak, 26 Şubat 2021, https://www.rubasam.com/yucel-teskilati-sehitlerinin-isimleri-uskupte-cadde-ve-sokaklarda-yasayacak.html
ŞAFAK Yasin, Bosna Savaşı ve Yugoslavya’nın Parçalanması, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2010.
TATAR Volkan, Eski Balkanlar Yeni Sınırlar: Eski Yugoslavya’nın Dağılma Sürecinde Türkiye- Bosna-Hersek İlişkileri, Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 7, Sayı: 2.
TURP Muharrem, Türkiye-Yugoslavya İlişkileri (1923-1950), Yüksek Lisans Tezi, Kars 2013.
[1] Yücel kelimesi, Türkün yükselmesi, yücelmesi anlamında kullanılmıştır.