Yükleniyor...
Ülkücülük, 21. Yüzyılın başında “özgün bir kimlik” olma sorunu yaşayan bir fikir hareketidir. Ülkücülüğün nasıl bir kimlik olduğu ve bünyesinde barındırdığı sorunları “UKDELER: Ülkücü Türk Milliyetçiliği Üzerine Toplu Yazılar” isimli çalışmamızda Fırat Kargıoğlu ile birlikte tartışmıştık. Eserin yayımlanmasıyla özgün bir kimlik olamama sorunu olarak da tespit ettiğimiz olgunun ispatlanırcasına yoğun tartışmaların yaşanması gerekirken yok hükmünde görülmesi ve en ufak bir tartışmaya dahi yol açmamış olması tespit ettiğimiz sorunun varlığını açıkça göstermişti. Sonrasında “Yeni Nesil Ülkücüler” üst başlığıyla çıkardığımız iki ciltlik ikinci çalışmanın da ilki kadar olmasa da ilgi görmemesi önermemizi pekiştiren bir durumdur. Peki bu sorunu nasıl açıklayabiliriz? Niçin ülkücü kimliğin varlığını ortaya koyabilecek düşüncelerden, hareketlenmelerden, tartışmalardan uzağız? Kendi içimizde birbirimizi görmezden gelmek, yok saymak ne demektir? Bu kısa metinde gündeme getirdiğimiz soruların cevaplarını arayacağız.
Bir parti ve kişi kültü etrafında örülen, bilgiye önem vermeyen mistik karakterli bir “hareket” düşünsel tartışmayı lanetler. Kişi kültünün egemen olduğu gruplarda kişiye biat rasyonel düşüncenin önündedir. Hedefi, hedefe varılacak yolu, yöntemi, araçları düşünce hareketlerinde fikir; biat gruplarında ise her şeyi bilen kişi belirler. Çünkü tartışma fikrin olduğu yerde söz konusu olur. Kişi kültünün hakim olduğu ezoterik karakterli gruplarda önemli olan kült kişinin söz ve eylemleridir. Tek kaynak kişi olan gruplarda “lider her şeyi bilir” ve “liderin yanlışı bizim doğrumuzdan iyidir” yaklaşım hakimdir.
Ülkücü Türk milliyetçiliğinin önündeki düşünsel engelleri üç ana kategoride ele alabiliriz:
Şimdi bunları daha geniş olarak analiz edelim.
Ülkücüler kuram ve uygulamalarını eleştirel ve öz eleştirel konumlarını sürekli tahkim etmelidirler. Fikrî alanda sağlıklı bir istikâmet belirlemek için öz eleştiri geleneğinin oluşturulması gerekmektedir. Öz eleştiri mekânizmasının oluşturulabilmesinin yolu da entelektüel birikimde ve özerk bir konumda olmak ön şarttır. Ayrıca, mensup olunan entelektüel geleneğin titizlikle takip edilmesi, zaman içinde inşa olunan bu gelenek minvalinde bugünkü eylem, tutum ve düşüncelerin değerlendirilmesinin yapılabilmesi gerekmektedir.
Kendi fikrî durumunun yanında bu duruşa bir anlam katmanın yolu şüphesiz diğer düşünce akımlarını bilmekten geçmektedir. Marksizm’i, Liberalizm’i, İslamcılık’ı bilmek demek Ülkücülüğün ne olduğunun bilincine varmak demektir. Farklılığımız kimliğimizi teşkil edecektir. İşte bilginin bulunmadığı kendi fikir geleneğinin takip edilmediği bir camiada “bilmek” önemsenmediği için bu “bilmek” üzerine kurulacak bir eleştiri ancak teoride söz konusu olabilir. Akla, bilime, geleneğe sağlam bir biçimde dayanmayan eylem dünyası duyguya dayanırsa o duyguları harekete geçirmenin yolu da bilim ve akıl değil sloganlar ve hamaset olur. Dinleyenleri etkilemek veya heyecanlandırmak amacıyla yapılan abartılı anlatım demek olan hamasette önemli olan “etkilemek” ve “heyecanlandırmak” olunca bilgiden ve bilimden ziyade duygu ve romantizm öne çıkar. Komplo teorileri de bu bağlamda bilimsel düşüncenin yerini alır. Duygu ve romantizm önemsiz midir? Diye sorulacak olursa asla ve kat’a… Sorun duygunun bütün düşünce ve eyleme egemenlik kurmasıdır. Yaşam duygudan ibaret değildir.
Ülkücü kimlik bir fikir hareketi olarak değil kişilere bağlı bir düzlemde konumlanmıştır. Bu soruna bağlı olarak da ortak bir düşünce ve değerler ekseninde bir sadakat geliştirilememektedir. Düşüncenin önemsenmemesi beraberinde “ülkü”nün de muğlak bir konumda yer almasını, herkesin kendince bir “ülkü” belirlemesine sebep olmaktadır. Çünkü, ülkünün özelliği “tekliği” ve “ortaklığı”dır; “çokluğu” ve “bireyselliği” değil. Bu bağlamda bir ülkü ancak bir düşünceyi benimseyen kitlelerde görülebilen bir olgudur. Ülkü bireyin duygu, düşünce ve davranışını yönlendirir ve biçimlendirir.
Uzun zamandır Ülkücülerde bir kimlik krizi veya mensubiyet sorunu yaşanmaktadır. Özellikle koalisyon hükümetinden sonra ve bugün AKP’ye eklemlenme süreci tahkim edildikçe, Ülkücü olmanın anlamını kaybetmeye başladığı ve buna bağlı olarak da itibarını kaybetme sürecine girdiğini çeşitli olguların gözlemlenmesinden çıkarabiliyoruz. Bizim tespitimiz aslında Ülkücü Türk milliyetçiliğinin içinde bulunduğu ideolojik krizin veya tükenmişliğin bir yansımasıdır. Bu krizden çıkışın yolu da, çeşitli eserlerimizde vurguladığımız gibi, Ülkücülüğün özgün bir kimlik sahibi olması ile mümkündür. Yani Ülkücülüğün yeni bir dünya görüşü olarak kendini yeniden üretmesi ve mensupları arasında güçlü bir “cemaat karakterinin” yaratılmasıdır.
Ülkücülük tarihe, topluma, kültüre, olay ve olgulara karşı özgün bir bakış açısı yaratmaktır. Başka bir deyişle yeni bir “anlam dünyası” kurmaktır. Bu yeni anlam sistemi kendimiz dışındaki dünyaya bir alternatif sunmak demektir. Bunun önemli bir başka etkisi de Ülkücülerin uğruna mücadele edecekleri somut bir “amacın” temayüz etmesidir. İlâhî Kelimatullah, Nizâmı Alem, Türk-İslam Ülküsü gibi siyasal içeriği ve Ülkücü düşüncedeki işlevinin ne olduğu belli olmayan kavramların “ülkü” olarak sunulması krizin başlıca kaynakları arasında yer alıyor.
Milay Köktürk’ün “Ülkü”yü ve “Ülkücü”yü sorgulayan düşünceleri üzerinde özellikle durmak gerekmektedir. Köktürk’e göre:
“Bu kuşağa aşılanan idealistliğin akıl düzenine uygunluğu hiç tartışılmadı. Yüksek düzeyde anlamlı ve değerli bir şey olarak kabul edilen idealin varlığı yeterli, bu idealistlerin mevcudiyeti de memleket için zorunlu görüldü. 12 Eylül sonrası doğan kaosun ve ardından yaşanan dağılmanın biricik sebebinin darbe olmayabileceği hiç hesaba katılmadı. Asıl neden, galiba idealist kalelerin kumdan yapılmış olmasıydı. Darbe sâdece bu kaleyi postalla ezdi, o kadar… Geride miras olarak, idealist olmanın vazgeçilmez hazzı kaldı. O da sınırlı bireylerde! … İşlerin bu kadar karmaşıklaştığı, daha yüksek bir bilgi ve bilinçlilik, daha yoğun akıl kullanımının gerekli olduğu çağımızda, eskinin kahramanlık dolu tarihsel söylemleri, sadece miting meydanlarının malzemesidir. İşler romantik idealist söylemlerle yürütülemez. Onlar bu çağların hayat sahnesinde geçer akçe değildir… Buradan, ideallerin anlamsız olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. İdealler ‘en değerli’ mülkiyetlerimizdir. İdeali olmayan birey, yaşama dünyasında esen rüzgârlarla birlikte savrulup durur. İdealler idealistlerin itici gücü, heyecan kaynaklarıdır. Ama idealler de akıl düzeniyle uyumlu olmalıdır. İdealler erişilebilir olmadıkça veya idealin gerektirdiği, ‘akılla donanmış gerçekleştirme iradesi’ ortalıkta gözükmedikçe, sadece söylem idealistleri boy gösterir. Hiçbir zaman erişilemeyecek nitelikteki idealler bireyin erdemli varoluşu veya tarihin mirası diye sunulursa, hem gerçeklik algısı, geçmiş algısı, hem de gelecek tasarımı uçuk olmaktan kurtulamaz. Çağımız ise Don Kişot’ların değil, ayakları yere basan bireylerin başarı çağıdır.” http://www.turkocagi.org.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=843:fikir-meydani&catid=56:fikir-meydan&Itemid=251
Bu krizden çıkış için, Türk milliyetçiliği içinde farklı entelektüel gruplar farklı çözüm önerileri sunmaktadır. Bu farklılık da önemli ölçüde ideolojik temalardaki yaklaşım farkından doğmaktadır. Farklılıkların kaynağı da Türk toplumundaki post-modern zamanların bir özelliği olan farklı yaşam biçimlerinin, zihniyet dünyalarının bir yansımasıdır. Kimi hazreti peygamberi ve Fatih’i Ülkücü kabul eden tasavvuf soslu bir Ülkücülük ortaya koyarken kimi de –özellikle AKP karşıtlığının ürettiği- İslam’a mesafeli laik bir Ülkücülük sunmaktadır. Kürt Açılımı/Çözüm süreci ile birlikte Kürtlere düşmanlık üzerine kurulu bir tavrı da ülkücülük olarak sunan grupların ortaya çıktığını belirtmek gerekmektedir.
Ülkücülüğün, Ülkücü sayısınca farklı tanımlara kaynaklık etmesi, doğaldır ki ortak değerlerin ve referansların yokluğu anlamına gelmektedir. Bizim temel problematiğimiz Ülkücü düşüncenin fikrî köklerinden fiilen koptuğu, kendini yenileyemediği, gelişmesi sekteye uğradığı için bir ortak değer, çerçeve, norm oluşturamadığıdır. Bu yoksunluğun sonucu ise Ülkücülerin hayatî sorunlarda dahi ortak bir tavır geliştirememesi, eylemsizliktir.
Ülkücülüğün tanımlanması girişimleri başlı başına bir soruna göndermede bulunur. Sıkça karşılaştığımız tanımlama ve içeriklendirmeye bir örnek verelim:
“Ülkücülük; Allah’a, İslam’a ve topluma hizmet etmektir. Günah Okyanusunda bir sevap adası olabilmektir. Ülkücülük siyasi bir kimlik değil, sosyal bir kişiliktir. Ülküsünün idealizmini ve ahlâkını yaşayan insandır ülkücü. … Elbette ki en büyük ülkücü Allah Resulü’dür ve ülkücülük örneğidir. … Ülkücü hedefi, amacı olan kişidir. Bu özelliğiyle Salih kuldur ve Salih amel işleyendir. Başkalarının problemlerini çözen, sosyal yamukluğu gideren insan ülkücüdür. Herkesten her şeyden sorumludur, hacdaki “Lebbeyk” tekmilini hayatının her anında verendir. Tek yüzlü, iki dünyalıdır. … Ülkücü, vefatından üç gün önce; “Aişe! Bizim 7 Dirhemimiz vardı ne oldu? sorusuna, “Duruyor Ya Resulullah” cevabını alınca: Ne! Şimdi bizim evimizde paramız mı duruyor? Hemen ihtiyaç sahiplerine dağıt!” diyerek Allah huzuruna doğduğu gibi gidendir. Ülkücü bir kısmını değil, hepsini verendir. … Cama değil camdan bakan; parmağa değil, parmağın gösterdiği yere bakandır. Olayların arkasını görme ve yorumlama kabiliyeti kazanandır. Problemi Firavunla değil, firavunlukla olan; putları kırmaya devam edip, Nemrud’un ateşini söndürecek suyun Rabbinden geleceğine inanandır. Ülkücü karıncayı ezmeyen, güç ahlâkını Hz. Süleyman’dan alandır. … Ülkücü sınırı Allah tarafından çizilendir ve bu sınırı hiç aşmayandır. Sınırsızlığın domuzluk olduğunu bilendir. … Ülkücünün içinde daimi bir inşirah vardır. Duha ve Şerh surelerini çok iyi bilir ve anlar; “Rabbin seni unutmadı, darılmadı, göğsünü genişletti ve belini iki büklüm yapan yükünü kaldırdı.” Bu müjdeyi ta içinden hissedendir. “Fela havfun aleyhim velahum yahzenun (Yunus 10/62).” Allaha inanıp, düzgün yola giderek, gelecek kaygısı ve endişesi olmayan, geçmişten de hüzün duymayandır.” http://www.kirmizilar.com/tr/index.php/konuk-yazarlar2/1173-ulkucu-ulkuculuk-2
Benzer formatta bir Ülkücü tasviri de şöyledir:
“Kunduraları eski, mideleri boş ama başları dik, yiğit Türk çocukları, kim bu ülkücüler? Onlar, Allah rızasını kazanmak için cihana öncü bir Türkiye oluşturmanın gayesini gütmüşlerdir. Onlar, milletinin felaketini felaketi, saadetini saadeti bilmiş, beklentisiz kahramanlardır. Onlar, “Elhamdülillah inanmış, samimi bir Müslüman’ım. Ben hiçbir beşerî gücün önünde eğilmedim ve eğilmem. Yarın Allah’ın huzurunda vereceğim hesabın dışında hiçbir hesabın korkusunu taşımıyor ve hissetmiyorum!” haykırışını yaşayıp yaşatan kişilerdir. Onlar, ülkelerinin kara sevdalısı olmuş, ülkülerinin mukaddesatı karşısında ürpermiş, “Onu incitirim.” korkusu ile hep titiz davranmış, dava adamlığı vasfını hayatına nakşetmiş kişiler olarak hayat bulanlardır. Onlar, Türk milletini buhranlar anaforundan kurtarıp millî ve manevi bütünlüğünü sağlamış, ezel-ebed köprüsünü doğru kurmuş, kökü mazide olan bir ati hareketine mensup olanlardır. Onlar, yok edilmek istenen bir neslin, “yeniden maneviyata dönüş hareketi” ile dirilişini sağlama mücadelesi veren vefa erleridir. Onlar ele, bele, dile hâkim olma; tevazu ve fedakârlığı hayata hâkim kılma, yaratılanı sevme ve Yaratıcı’ya izafeten ona hizmet etme düsturları üzerine bir çizgiyi gaye edinenlerdir. Onlar, Türk’ün tarihinden getirdiği Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi’ni diriltmek, Türk milletinin iktisadi, siyasi ve sosyal meselelerine çözüm üretmek, yok edilmek istenen bir nesli yeniden aslî cevheri ile tanıştırmak ve barıştırmak, Türk gençliğini millî ve ahlâki değerleri ile donatıp sarsılmaz bir iman sahibi kılarak milletinin hizmetine sunmak, geçmişi ile bağları koparılan milletimizi tarihi ile barıştırıp geleceğin milliyetçi büyük Türkiye’sini kuracak nesiller yetiştirmek için yollara revan olanlardır. Onlar; Batıcılığı, Doğuculuğu, bir taklitçilik müessesesi hâline getiren ve bugün her türlü mesuliyet duygusundan yoksun, milletinin değerlerine küfrederek milletinin ekmeğini yiyenlere karşı millî bir bilincin diriltilmesini ülkü edinenlerdir. Onlar, bu toprakların bin yılı aşan kardeşliğini, gelecek bin yıllara taşımak için doğudan batıya, kuzeyden güneye “bir olmak, iri olmak ve diri olmak” için gerçek kardeşliğin meşalesini yakma peşinde olanlardır. Çünkü onlar, ülkücülüğü; dün bugün çizgisinde yarınlara ait bütün soruların cevabını ihtiva eden bir hayat nizamı olarak gördüler.” https://www.turkocaklari.org.tr/yazar/gazi-karabulut/kim-bu-ulkuculer-7269
Ülkücülüğün tanımının soyut, genel, zaman ve mekandan bağımsız, erişilmez, evrensel bir insan tipi, aşkın bir peygambervari kişi, bolca tasavvufî bir karaktere mündemiç kılınmış bir model olarak sunulduğunu görüyoruz. Her din, ideoloji, dünya görüşünün öngördüğü bir model. Büyük hedefi, ideali, amacı olanların tanımlanması ekseninde ortaya konan “Kim Ülkücü?” sorusunun cevabında “en büyük ülkücü peygamber” cevabının verilmesi gerçeklikten kopukluğun Ülkücü kimliğinin sınırlarının muğlaklığı, silikliği, sınırsızlığı, kimliksizliğinin tezahürüdür. Büyük ülküsü olan herkesin “Ülkücü” olarak tanımlandığı bir söylemde, Hz. Peygamber, Fatih, Atatürk, Ülkücüdür ama aynı şekilde Che, Lenin, Marks, Deniz Gezmiş de “Ülkücüdür”. Çünkü Ülkücü olmanın ölçüsü “ülküsü olan” olarak belirlendiği bir retorikte ülkücü olmayan yoktur. Somut bir insan temsili olamayacak kadar gerçeklikten kopuk bir ülkücü profili.
Ülkücü Türk milliyetçiliğini, koşulsuz kişilere biat eden, sorgulamayan, tek bir düşünsel çerçeveden çıkarmak ancak fikri bir zemini yeniden inşa ederek mümkün görünmektedir. Ülkücülük, kişiye mi, partiye mi yoksa düşünceye bağlı olarak mı inşa edilmelidir? Milliyetçilik, Güngör’ ün de vurguladığı gibi kitabı ve peygamber olan bir hareket değildir. Fakat Ülkücülüğün güçlü bir elit zümresi yaratması mümkün. Bunun için de Ülkücülük ile Milliyetçilik kavramsal olarak farklı içerikte kategorileştirilmesi gerekmektedir. Milliyetçiliği sosyolojik/toplumsal/kültürel bir zeminde konumlandırırken Ülkücülüğü, Türk milliyetçiliğinin siyasal bir tezahürü olarak sabitlemek mevcut olguyu tanımlamada ve sorun alanını aşmada önemli bir adım olabilir.