Nefret ve şiddetin hâkimiyeti

Komşusu açken kendisi tok yatan bizden değildir anlayışı da terk edildi. Artık en iyi beslenenler (!) “bizden” olanlardı. Biz’in içinde milletin sadece bir kısmı yer aldı.


Paylaşın:

Bayramlar barış günleridir. Milletin günlük gailelerden sıyrılıp nefes aldığı günlerdir. Herkes birbirine iyi dileklerde bulunur. Hatta bizim gibi bütün insanlığa esenlikler dilenir. Üç ya da dört günlük bayram mutluluğu sıkıntıları bir kenara koydurur.

Barış da aileden başlar. Varsa, kırgınlık ve küskünlük ortadan kalkar. Bayram sabahı erkenden kalkılır. Bayram namazı için çıkılır. Bu arada evde de namaz dönüşüne hazırlık yapılır. Ramazansa kahvaltı, Kurban Bayramı’ysa kesilecek kurban için hazırlık yapılır.

Millî Bayramlar da aynı etkiyi yapar. Toplumda özgüven en üst seviyeye çıkar. Bayram olarak kutlanan, istiklâl ve istikbâl mücadelesinin kazanıldığı özel günlerdir. Kolay mı, büyük yokluklar içinde kazanılmış bir istiklâl söz konusu çünkü. Yetmemiş, yedi düveli dövüp yurdundan kovaladıktan sonra uçak yapıp satmış bir milletten bahsediyoruz. Millî bayramlar da bize o günleri hatırlatıyor.

Hayâli cihan değer

Bütün bunlar için geçmiş zaman kipi kullanarak konuşmak ve yazmak daha doğru. Bir kısmı siyasi, bir kısmı sosyal sebeplerle terk edildi. Birazı da ekonomik şartların ağırlığından. Ekonomik şartların geçici olduğu malum. Ancak sosyal şartların etkilerinin kalıcı olacağı da endişe verici.

(Bugüne millî bayramlarla, yani tarihle ve kimlikle kavga edilegeldi. Sebebi de tarihe ideolojik pencereden bakış. Hâlbuki geçmişle kavga, muhtemelen, yarın da bugünle kavga demek aslında. Ama yarın çok çabuk geldi. Fakat detayları başka bir yazı konusu.)

Sosyal şartlar özellikle dinbazların toplum üzerindeki etkilerinden doğdu. Kul hakkı yemek vakay-ı adiyeden oldu. Yemeye başlarken de açıktan besmele çekiyorlardı. O da sıradan bir hâle geldi. Haramın “Helal gıda” hâline gelmesi sağlanmış oluyordu galiba(!) 

Komşusu açken kendisi tok yatan bizden değildir anlayışı da terk edildi. Artık en iyi beslenenler (!) “bizden” olanlardı. Biz’in içinde milletin sadece bir kısmı yer aldı. Hatta, kevgire dönmüş sınırlarımızdan elini kolunu sallayarak girenler de dâhil. Ancak Türkiye Türklerinin büyük çoğunluğu “Biz”in içine bir türlü girdirilmedi. Nasıl girsinler? Onlar, millî günlerde hâlâ Anıtkabir’e gidiyorlardı! Yönetimdeki adalet ortadan kalktı. 

Üstüne bir de gelir dağılımı bozulmaya başladı. Bunun en bariz örneğini emekli milletvekili maaşlarına yapılan zamda görüldü. Ek bütçe görüşmelerinde Cumhurbaşkanı maaşına yapılan %40 zam bizzat Cumhurbaşkanı’nın açıklamasıyla geri çekildi. Erdoğan, konunun kendisini incittiğini (!) söyleyerek zammın farklı bir metoda bağlanmasını istedi. Dediği yapıldı ve yeni metotla zam oranının %100’ü geçtiği basında çıktı. İncinen ve kırılan gönüller oldu.

Hâlbuki 1929 yılında dünyada yaşanan büyük ekonomik buhrandan çıkan da Türk Milletiydi. Ama o günle bugün arasında küçük bir fark var. O buhrandan Millî Tasarruf Cemiyeti kurulup, tepeden tırnağa tasarruf edilmişti. Bugün ise “itibardan tasarruf edilir mi?” deniyor. Ama günlük hayatımızı çevirebilmek için de neler yaptığımız bütün dünya medyasında yer alıyor. 

Tabi, bütün bunların toplumdaki etkisi büyük oldu. Artık şirazesinden çıkan bir ilişkiler yumağı oluştu. Ve bir ‘istiklâl ve istikbâl meselesi’ hâlini aldı.

Artan cinayetler ve nefret dili

Türkiye bayrama girerken üç ayrı olayla sarsıldı. Birisi Konya Şehir Hastanesinde uzman bir doktorun işinin başındayken saldırıya uğramasıydı. Doktor da sekreteri de hayatını kaybetti. İkincisi İstanbul’da bir avukat ve müvekkilinin davalı tarafından, davadan vazgeçmedikleri için öldürülmesiydi. Diğeri de bunlardan bir gün önce Mersin’de yaşandı. Sebep işsizlik bunalımıydı. Bir baba önce eşini, sonra üç yaşındaki oğlunu ve ardından kendini vurdu.

Doktor ve avukat işlerini yaparken öldüler. İkisi de insana hizmet ediyor. Birisi insanın sağlığını diğeri insanın hakkını arıyor. Doktor sağlığı bulamadığı (!), avukat hakkı aradığı için öldürüldüler. Yani birinde bulamamak, diğerinde aramak suç oluyor. İronik bir durum değil mi?

Hâlbuki bugün hem sağlıktan hem de yargıdan hem de işsizlikten çok büyük şikâyetlerimiz var.

Hastanelerden randevu alabilmek için neredeyse milletvekilleri devreye giriyorlar. Haftalarca hatta aylarca sonrasına randevu almak ancak mümkün oluyor. Özel hastane derseniz de bu ekonomik krizde epeyce para harcamanız gerekiyor. Şehir hastanelerinin müşteri (!) garantili sözleşmeleriyle geleceğimiz de ipotekli.

Kararı beğenilmeyen hâkimlerin veya savcıların görev yerlerinin değiştirilmesi de sıradanlaştı. Böyle olunca da adliye saraylarının görkemli binaları içinde kaybolan adalet bir türlü bulunamıyor. Bulunamayınca da başka yerlerde aranmaya başlanıyor. Durumumuz, merhum Abdürrahim Karakoç’un “Adalet felç oldu, yürür değnekle / Neşe ne halt etsin soğan-ekmekle… (Hasan’a mektup – 13)” dediği gibi. Toplumda neşe kaybolmuş durumda.

Bütün bunların sonucu şiddet olarak yansıyor. Sokaklar güvenliğini yitiriyor. Her gün her türlü şiddet haberi duyuluyor. Kadına şiddet, çocuğa şiddet, aile içi şiddet, otobüste şiddet, basında şiddet, işyerinde şiddet, hayvanlara şiddet… Her türlü araç kullanılıyor… silah, bıçak, sopa, kalem, devletin verdiği yetki, ekmek parası (!)… kullanılabilen bütün araçlar şiddetin unsuru hâline gelmiş. Üstüne bir de camiden bir ses geldi. Cuma hutbesinde, minberden “Grevdeyiz diyen doktoru öldürmez misin sen, dövmez misin?” sözleri duyuldu.

Yine Karakoç’un Hasan’a mektubundaki (13) dizeleriyle: “Burada ne düğün, ne bayram kaldı… / En güzel umutlar dalda ham kaldı! / Korku, hasret, isyan, keder-gam kaldı / Binalar temelden uçtu be Hasan. 

İşte böyle… Malûm ola hâlimiz / Naçar, böğrümüze düştü elimiz”

Ama yeniden bayramlara ihtiyacımız var…

***

Millî Düşünce Merkezi, Ankara Büyükşehir Belediyesi’yle birlikte “Şiddet Sempozyumu” düzenliyor. Konu insana, kadına, erkeğe, meslek sahibine, çocuğa, hayvana, her canlıya uygulanan şiddettir.

Akademisyenlerimizi, sorumluluk hisseden bütün “okumuşları” bildirileriyle katkıya davet ediyoruz. Bu felaketlerin üstesinden birlikte gelelim.

Yazar

Hakan Paksoy

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar