Şiddet ve bencilik

“Doğal insan” denilen ilk insanlar, bir şekilde mutasyona uğradı ve “yurttaş” oldu. Bu mutasyonda, bir kısım insan, insanî değerlerini muhafaza ederken bir kısım insan da ruhunun tüm zenginliklerini yitirdiğinden dünyanın maddeselliğine kapılıp kayboldu. Bu yüzden zorlaştı ya yaşamak.


Paylaşın:

Bencil şeytan

Şeytan bencildir

İnsanlardaki şiddet eğilimi kabul edilemez olmakla birlikte anlaşılabilirdir. Bu anlaşılabilirlik asla mazur görme eğilimi yaratamaz. Küresel bir yozlaşmanın eseridir. İşsizlik, enflasyon, pandemi ve hızla artan nüfusa bir de iklim bozulmalarını eklersek durum daha anlaşılır hale gelir. Dünyayı bu hale getirenin insan olduğu gerçeği düşünülürse insanın yakınmaya hakkı olmadığı da ortaya çıkar. Böylelikle varılacak sonuç, şöyle ifade edilebilir: İnsanlar şiddete eğilimli hale gelmiştir çünkü evrende yukarıda sayılan terslikler baş göstermiştir. Ancak evren kendi kendini bozmamıştır. Evreni bu hale getiren, insandır. O halde insan suçludur. Edip Ahmet Yüknekî, Atebetü’l-Hakâyık adlı eserinde “Sen artak sen, andan ajun artadı. Nelük bu ajunga kılar sen gile?” derken yani “Sen kendin bozuksun, onun için dünya bozuldu; niçin bu dünyadan şikâyet ediyorsun.” derken bizlere ipuçları sunmuş ama bizler anlayamamışız.

Bin yıllık bir soru insanları hâlâ meşgul ediyor. Günahı işleten mi Şeytan, yoksa işlenen günahı cezalandıran mı? Şiddetin kaynağı mı Şeytan yoksa, şiddeti cezalandıran mı Şeytan? Buna net bir yanıt vermek neredeyse imkânsız çünkü insanların her biri başka biçimlerde düşünüyor. Dinler belirli yanıtları işaret ediyor olsa da zihinler ve kafa karıştırıcılar için sonsuz ihtimal söz konusu olabiliyor.

Şiddetin piyonu insan

Şiddetin doymak bilmeyen iştahı tüm dünyayı kendi vahşet oyununda piyonlaştırmışken hâlâ kendini insan zanneden saftirik dünyalı, tüm gelişmişliğine rağmen bir Neanderthal kadar olamadığının farkına varacak bilişsel uyanışa yazık ki erişemedi. Çaresizce düzen çarklarının belirlediği oyun alanında kendine verilen rolü oynarken hâlâ safça özgür olduğunun düşünde geziniyor. Yazık ki şiddetin diktatoryasında köleleştirildiğinden bîhaber olan insan için şiddetin anlamı bile muğlak. Şiddet fiziksel, ruhsal, maddi ve manevi her alanda bir örümcek ağı misali bütün evreni sarmışken insan ilişkilerinde düzelme beklemek ütopik bir hayalden başka ne olabilir?

Eskiden, yani henüz şiddet evrendeki hâkimiyetini ilan etmemişken işleyişin nasıl olduğunu bilen birileri var mı? Yoksa bunu bilen en son kişinin dahi toprağa karışıp yok olduğu kadar geride mi kaldı o zamanlar? Moğolların kafataslarından kule yaptığı, katliamların nüfusların yarısından çoğunu yok ettiği günler de yaşandı. 1. ve 2. Dünya Savaşı gibi bütün dünyayı saran ölümler de oldu. İnsanlar, bazı değerler uğruna kitlesel olarak her zaman şiddet uyguladı. Şimdiki bundan oldukça farklı ve yeni bir şiddet. Bu günlerde insanlar gözleriyle, parasıyla, edindiği lüks değeri taşıyan maddesel şeylerle, rütbeleriyle, makamlarıyla, sevgisiyle, şefkatiyle, her şeyiyle mütemadiyen dövüyor birbirini. İnsan artık bundan zevk alıyor. Bunu yapanın yapmayandan güçsüz olduğu kabulü yerleşiyor.

Aileye bulaşan şiddet

En kutsal kurum olan ailede bile eşini döven kocalar, kızına tecavüz eden babalar, kız kardeşini para karşılığı kiralayan abiler var artık. Çocuk yaşta kızlar kendi kardeşlerini doğururken diğer yanda buna göz yuman anneler var. Trafikte bir buçuk saniye için birbirini vuran insanlar var. Belirli fikir ve ideolojileri ‘savunuyorum’ diyerek hiç tanımadığı onlarca insanın hayatına kıyarak kendi bedenini bombalarla paketleyip patlatanlar var. Düzeni sağlamakla yükümlü olduğu halde hakkını arayanlara acımasızca saldıran, koltuk sahibinden taraf olan güvenlik güçleri var. Kadının sadece kadın olduğu için tecavüzü hak ettiğine inananlar var. Yoğurup hayata hazırlaması için kendisine emanet ettiğimiz evlatlarımızı döven, taciz eden hatta onlara tecavüz eden öğretmenler var.

Çaresiz bir çocuğa zarar vermenin bahanesi yoktur. Dilsiz ve muhtaç bir hayvana eziyet etmeyi makul gösterecek hiçbir sebep olamaz. Hak etmediğin bir şeye el uzatmanın, biri hakkında yalan konuşmanın, birini aldatmanın ya da gördüğün halde muhtaca yardım etmemenin haklı yanı yoktur.

Aldığı nefesi, yani yaşamını, borçlu olduğu ağaçlara bile tahammülü kalmayıp para hırsıyla, yıllanmış onlarca ağacı düşünmeden kesip atanlar var. Dünyayı paylaştığı, kendine dostluk ve yoldaşlık eden hayvanları bile dışlayarak yaşama hakkını çok görenler var. Savunmasız çocuklara tecavüz eden ağzı sulu koltuk sahipleri var. Şiddetin hızla yayılan ve etkisini son derece hızlı gösteren bir virüs olduğundan habersiz bu insancıklar, bunu özgür iradesiyle yaptığı aldatmacasına ilahi bir gerçek gibi inanmakta. Hastalıklı beyinlerinden bîhaber.

Kötülük ve zalimlik

Bitmeyen savaşlar, katliamlar, intikamlar… “Kötüler”, Şeytanı bile şaşkına çevirecek şekilde dört bir yanı sarmışken “zalimler” her sokak başında nöbet tutan askerler gibi. Gölgeden faydalanıp korkak yüreğiyle yaptığı tüm kötü şeyler için gecenin karanlığını suçlamaya başladı insanlar. Tembel olduğunu kabul etmek yerine aç olduğu için çaldığını ya da ölmemek için öldürdüğünü söylemeye başladı. Zamanla yalana alıştı. Suçu hep karşıya yükleyip temize çekti kendini kötücül yürekler. Böylelikle kurulan ‘Şiddet Hükümdarlığı’ daimî hale geldi, bir ‘hükümranlık’ kurup insanlığın başına dikildi. Bencilleşip egolarını büyüttükçe farkında olmadan onu da güçlendirdi. Sonunda kölesi oldu, ne dediyse yaptı, daima kendini haklı gördü insan. Özellikle şehirlere hâkim olan kaos ve karanlık, işte böyle doğdu.

Derken bir kısım kötülerin çıkarları diğer kötülerinkiyle çatıştığında kıyametler kopmaya başladı. İnsan, o an Şeytan’a ne derece hizmet ettiğini anladı. İnsanların elinde yıkık dökük hayatlar, paramparça aileler, aç biilaç insanlar ve sonu bilinmeyen bir yaşam kaldı. Sonrasında kabulleniş ve öğrenilmiş çaresizlik dönemi başladı. Şiddet tarafından yönetilişine bir daha kimse kızmadı. Aklına bile getirmedi itirazı. Doğdu, ona dayatılan kurallara göre ömrünü tüketip gitti. Aksini düşünenlerse belirsiz bir biçimde dünya sahnesinde ortadan kaybolup gitti.

Her şeye rağmen iyilerin kötülere, onurlu ve dürüst olmalarına yardımlarından dolayı şükran borcu vardı. İnsan, sadakati, ihanet edenler sayesinde öğrenip benimsedi. Doğruların önemini yalancılar sayesinde kavradı. Mutsuz edenler olmasa mutluluğun gerçek değerini bilemeyecekti. İnsanlar her türlü iyiyi, doğruyu ve güzeli; kötü, çirkin ve yanlış olandan öğrendi. Kıymet bilmeyi, vefayı ve bağlılığı; satılarak, sırtından vurularak öğrendi.

Biz olamayan benler

Belki de “biz” olma duygusuna sahip çıkmayı öylesine ciddiye aldı ki insan, asla “biz” olamayan “ben”lerin egolarıyla defalarca çiğnenip çiğnenip tükürüldü. Ne zaman denese başarmayı, önüne geçtiler, duvar oldular, engel koydular. Olmadı, olamadı. En başta eşit ve adil olmanın farkını anlamadı bazıları. Her eşitliğin içinde bir adalet olduğu yanılgısından kurtulamadılar. İnsanları formel ve bürokratik prosedürlerle ayrıştırdılar. Eşit koşullara sahip olmayan insanlardan, onları birbirinden ayırmaksızın ve şartlarına bakmaksızın aynı şeyleri istediler. Böylece adil olduklarını düşündüler. Oysa elinden tutulanlar, önü açılanlar o meşhur prosedürlere(!) bakılmaksızın arzularına kavuşanlar bir amaç uğruna gece gündüz emek sarf etmenin hazzını ve zorluğunu hiçbir zaman anlayamadılar. Koltuğundan güç alıp redde sarılanlar, iki dudakları arasında harcanıp giden emekleri bilemediler. Öyle bir hâle geldi ki insanlık, iyi olmak adına yapılan kötülüklerle yaralandı ve belki de bilmeden yaraladı.

Sadece yaşamak, üretmek ve başarılı olmak üzerine kurulu hayatları dışladılar. Hırs, çıkar, güç ve ego sahibi olmayan hiç kimseye bolluk, huzur ve refah vermediler. Sevgi, vefa ve umut silinip gittiğinden beri kalplerinde, onlar sadece maddeye tapındılar. Materyalist bir yapıya bürünen ruhlarında, robotlaşan kalplerinden bîhaber, düzenin programladığı beyinleriyle sayısız hayata, hayale ve umuda kıydılar. Tatminsizlikleriyle bir kıyamet kurdular.

Görgüsüzlük sardı tüm ilişkileri. Parasıyla, malıyla, eşiyle, çocuğuyla, gizli kapaklı hayatlarıyla sürekli ilgi odağı olmak için insan hiç durmadan konuştu. Cenazesi kaldırılan dostluğu unutup bir süre sonra anlattıklarıyla sırtından vuruldu. Böylece insan, güvensizleştirdiği dünyaya karşı güvensizleşti. Her şey kendiliğinden kötüye gitmeye devam etti. Soğuk kış gecelerinde kimileri gökyüzüne uzayan kulelerinde tahtlarda otururken kimileri kartondan evlerde tek bir battaniye ile ısınmak zorunda kaldı. Sahte cennetlerinde yaşayan gölge güç ve himayesindekiler, yarattıkları cehennemi hiç görmediler. Bu yüzden daha da hızlandı ya süreç. Bu yüzden daha hızlı kaybedilir oldu değerler, değerliler, değeri olanlar.

Doğal insan-mutant insan

Oysa insan özü gereği iyiydi. Doğal insan korumacı ve paylaşımcıydı. Varsa, var olanı var olduğu kadar paylaşırdı. Eğer yoksa, yokluğu da paylaşırdı. İhtiyacı kadar avlardı. Keyfine cana kıymazdı. “Doğal insan”, takas döneminde bile bencilliği doğru düzgün bilmiyordu. Derken beklentiler büyüdü, büyürken beraberinde egoyu da büyüttü. Aralarına bir de çıkar eklenince “yurttaş” döneminde insanoğlu, cennet hayaliyle koca bir cehennem kurdu. Paranın kölesi oldu, güce tapındı, mevkiye sevdalandı. İnsanlığını unuttu. Gölgesine sığındığı tek şey, sadece ulu ağaçlar olarak kalsaydı keşke. Yazık ki insan için her şey gibi, o da değişti. Kendini doğanın bile hâkimi ilan edecek kadar kibirli olan insan; yine kendi gibi olanın, bir başka insanın gölgesine sığındı. Ne kendi mutlu oldu ne de başkalarının mutluluklarına müsaade etti. Tatmin olmaz açgözlülüğüyle bir isteğine kavuşur kavuşmaz yenisini istedi. Aldıkça fazlasına odaklandı. Hayatında aile, dost, huzur, hayal, umut, vefa, güven, paylaşım ya da mutluluk kalmadı.

O halde “doğal insan” denilen ilk insanlar, bir şekilde mutasyona uğradı ve “yurttaş” oldu. Bu mutasyonda, bir kısım insan, insanî değerlerini muhafaza ederken bir kısım insan da ruhunun tüm zenginliklerini yitirdiğinden dünyanın maddeselliğine kapılıp kayboldu. Bu yüzden zorlaştı ya yaşamak…

Sadece kendine ait bir yolculukta olduğunu zannedecek kadar yanılmış olan insanın kendi “ben”cilliğini sürekli kendisinin beslediğine karar verdi. Yol boyu sadece kendini düşünen bu insanlar çıkarlarını herkesten ve her şeyden üstün tutarlardı. Kendilerini ormanlar kralı aslan gibi hayal ederlerdi. Porsuk, tavşan ya da kokarca değildiler asla. “Ben” dünyasında kendileriyle o derece meşguldürler ki çevrelerindeki güzellikleri kaçırdıklarını bile fark etmediler. Gençlikleri bitti, evlilikleri onarılamaz yaralar aldı, çocukları büyüdü bu arada. Kendilerine bir zararı dokunmadığı sürece dünya yanmış, kıyamet kopmuş onlar için fark etmedi. Toplum olmanın ve toplumun da “biz” olarak var olacağının farkında bile değildiler. Aç gözlüydüler. Doymak bilmez bir bencillikle her şeye sahip olmak istediler. Sonra da yaşanan her şey için diğerlerini suçladılar.

Şiddetin günlük hayatın bütün alanlarını bir örümcek ağı gibi sarmasının ardından benci karakterlerini kuşanan insanların şiddet eğilimleri doyurulamaz hale geldi. “Bu kadarı da olmaz!” demeyi bile unuttu insan çünkü her defasında daha da kötüsü geldi. Toplum bilinci sarsıcı bir depremle kendine gelmedikçe de yarınlar bugünlerden beter olacak. Sonumuz toplum felaketi, başka çıkış yolu görünmüyor bu uçsuz bucaksız karanlığın sonunda…

Yazar

Demet Yener

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar