Önce Güvenlik Mi, Demokrasi Mi?

Norveç refah, demokrasi ve özgürlüklerin yaşandığı bir ülke.  22 Temmuz’da ırkçı bir caninin saldırısı sonucunda 76 kişi hayatını kaybetti. İkinci Dünya Harbinden sonra ilk defa karşılaşılan bu olay üzerine,  önce güvenlik mi, yoksa demokrasi mi? tartışması başladı. Bu soruya ilk cevap Başbakan Jens Stoltenberg’den geldi. Dedi ki:  “Açık toplum değerlerini sürdürmekle güvenlik tedbirleri almak, birbirine […]


Paylaşın:
Norveç refah, demokrasi ve özgürlüklerin yaşandığı bir ülke.  22 Temmuz’da ırkçı bir caninin saldırısı sonucunda 76 kişi hayatını kaybetti. İkinci Dünya Harbinden sonra ilk defa karşılaşılan bu olay üzerine,  önce güvenlik mi, yoksa demokrasi mi? tartışması başladı.
Bu soruya ilk cevap Başbakan Jens Stoltenberg’den geldi. Dedi ki:  “Açık toplum değerlerini sürdürmekle güvenlik tedbirleri almak, birbirine zıt değildir… Daha güvenli bir ülke olma yolunda önlemler alacağız. Ancak demokrasi ve hoşgörü değerlerine bağlı kalmaya devam edeceğiz” .  Münferit bir olay üzerine verilen bu demeç, güvenlik ve demokrasinin kurum ve kurallarıyla işlediği Norveç için çok normal. Ama egemenliği ve bütünlüğü tehdit altında olan Türkiye için böyle mi? Bakalım.
***
Güvenlik ve demokrasi elbette çok önemli. Ancak hukukun üstünlüğüyle birlikte ele alınması gerekir. Çünkü adalet mülkün temelidir. Buna göre soralım:
Demokratik hukuk devletinde öncelikli olan güvenlik mi, demokrasi mi? Can ve mal güvenliği, toplumun huzuru ve düzeni, ülke bütünlüğü  ve milletin egemenliği açsından, kısa bir süre için de olsa güvenlikten mi, yoksa demokrasiden mi vazgeçilebilir?
***
Bu sorunun cevabını anayasamızın da üstünde yaptırım gücü olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)’nde arayalım.
Madde 9/2. Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü:  Din veya inancını açıklama özgürlüğü, ancak kamu güvenliğinin, kamu düzeninin, genel sağlığın veya ahlakın, ya da başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için demokratik bir toplumda zorunlu tedbirlerle ve yasayla sınırlanabilir.
“Madde 10/2. İfade özgürlüğü: Kullanılması görev ve sorumluluk yükleyen bu özgürlükler, demokratik bir toplumda, zorunlu tedbirler niteliğinde olarak, ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu emniyetinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması veya yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması için yasayla öngörülen bazı biçim koşullarına, sınırlamalara ve yaptırımlara bağlanabilir.
“Madde 15/1 Olağanüstü hallerde askıya alma: Savaş veya ulusun varlığını tehdit eden başka bir genel tehlike halinde, her Yüksek Sözleşmeci Taraf, ancak durumun gerektirdiği ölçüde…  bu Sözleşmede öngörülen yükümlülüklere aykırı tedbirler alabilir.
“Madde 17 Hakların kötüye kullanımının yasaklanması: Bu Sözleşme hükümlerinden hiçbiri, bir devlete, topluluğa veya kişiye, Sözleşme’de tanınan hak ve özgürlüklerin yok edilmesine veya burada öngörüldüğünden daha geniş ölçüde sınırlamalara uğratılmasına yönelik bir etkinliğe girişme ya da eylemde bulunma hakkını sağlar biçimde yorumlanamaz.
Görüldüğü gibi Sözleşme önce güvenlik diyor. Çünkü güvenliğin olmadığı bir ortamda demokrasiden, özgürlükten, insan haklarından bahsedilemez.
***
Sorunun cevabını bir de gelişmiş ülkelerde arayalım: Hepsinin anayasasında da olağanüstü hal  ve  sıkıyönetim  önlemi var.  2005’te Londra , 2007’de Paris  karışınca hemen olağanüstü hal ilan edilmişti.
Bu demokratik tedbir gelince, otomatik olarak güvenlik güçlerinin yetkileri artıyor, demokrasi ve özgürlükler sınırlanıyor. AİHS ve dünyamızın bu meşru ve zaruri uygulamasının tek istisnası Türkiye’dir. Ülkemizde olağanüstü hal var, ama olağanüstü yönetim yok.  Olağanüstü hal isteyenlere,  “Aman ha, aklınızdan bile geçirmeyin. Biz terörü daha çok demokrasi ve daha çok özgürlükle çözeceğiz ve dünyaya model olacağız  cevabı veriliyor. İşte bu siyasetin gereği olarak yetkileri kısılan güvenlik güçleri yalnızlaştırıldı ve yıpratıldı, yasalar değiştirildi (Gözaltı süresi 4 güne indirildi, ’Norveç’te iki ay’, bölücülük propagandası suç olmaktan çıkarıldı vb.), örgüt talepleri, demokratikleşme ve özgürleşme düzenlemeleriyle meşrulaştı. Böylece haklı bir konuma gelen terör örgütünün kolayca eylem yapması, belediyeleri üs gibi kullanması, siyasallaşması, her zeminde propaganda yapması mümkün oldu.
İşte bu siyasetin sonunda, milletimiz yüzlerce şehit verdi, vermeye de devam ediyor. Terörün önü alınamıyor, bebek katiliyle masaya oturuluyor, örgütün siyasi kanadı özerk yönetim ilan ediyor.  Vatanımız fiilen bölünüyor, yetkililer susuyor, bir tedbir de görülmüyor.
Norveç refah, demokrasi ve özgürlüklerin yaşandığı bir ülke.  22 Temmuz’da ırkçı bir caninin saldırısı sonucunda 76 kişi hayatını kaybetti. İkinci Dünya Harbinden sonra ilk defa karşılaşılan bu olay üzerine,  önce güvenlik mi, yoksa demokrasi mi? tartışması başladı.  
Bu soruya ilk cevap Başbakan Jens Stoltenberg’den geldi. Dedi ki:  “Açık toplum değerlerini sürdürmekle güvenlik tedbirleri almak, birbirine zıt değildir… Daha güvenli bir ülke olma yolunda önlemler alacağız. Ancak demokrasi ve hoşgörü değerlerine bağlı kalmaya devam edeceğiz” .  Münferit bir olay üzerine verilen bu demeç, güvenlik ve demokrasinin kurum ve kurallarıyla işlediği Norveç için çok normal. Ama egemenliği ve bütünlüğü tehdit altında olan Türkiye için böyle mi? Bakalım. 
***
Güvenlik ve demokrasi elbette çok önemli. Ancak hukukun üstünlüğüyle birlikte ele alınması gerekir. Çünkü adalet mülkün temelidir. Buna göre soralım: Demokratik hukuk devletinde öncelikli olan güvenlik mi, demokrasi mi? Can ve mal güvenliği, toplumun huzuru ve düzeni, ülke bütünlüğü  ve milletin egemenliği açsından, kısa bir süre için de olsa güvenlikten mi, yoksa demokrasiden mi vazgeçilebilir?  
***
Bu sorunun cevabını anayasamızın da üstünde yaptırım gücü olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)’nde arayalım.
Madde 9/2. Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü:  Din veya inancını açıklama özgürlüğü, ancak kamu güvenliğinin, kamu düzeninin, genel sağlığın veya ahlakın, ya da başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için demokratik bir toplumda zorunlu tedbirlerle ve yasayla sınırlanabilir.
“Madde 10/2. İfade özgürlüğü: Kullanılması görev ve sorumluluk yükleyen bu özgürlükler, demokratik bir toplumda, zorunlu tedbirler niteliğinde olarak, ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu emniyetinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması veya yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması için yasayla öngörülen bazı biçim koşullarına, sınırlamalara ve yaptırımlara bağlanabilir. 
“Madde 15/1 Olağanüstü hallerde askıya alma: Savaş veya ulusun varlığını tehdit eden başka bir genel tehlike halinde, her Yüksek Sözleşmeci Taraf, ancak durumun gerektirdiği ölçüde…  bu Sözleşmede öngörülen yükümlülüklere aykırı tedbirler alabilir. 
“Madde 17 Hakların kötüye kullanımının yasaklanması: Bu Sözleşme hükümlerinden hiçbiri, bir devlete, topluluğa veya kişiye, Sözleşme’de tanınan hak ve özgürlüklerin yok edilmesine veya burada öngörüldüğünden daha geniş ölçüde sınırlamalara uğratılmasına yönelik bir etkinliğe girişme ya da eylemde bulunma hakkını sağlar biçimde yorumlanamaz. 
Görüldüğü gibi Sözleşme önce güvenlik diyor. Çünkü güvenliğin olmadığı bir ortamda demokrasiden, özgürlükten, insan haklarından bahsedilemez.
***
Sorunun cevabını bir de gelişmiş ülkelerde arayalım: Hepsinin anayasasında da olağanüstü hal  ve  sıkıyönetim  önlemi var.  2005’te Londra , 2007’de Paris  karışınca hemen olağanüstü hal ilan edilmişti.
Bu demokratik tedbir gelince, otomatik olarak güvenlik güçlerinin yetkileri artıyor, demokrasi ve özgürlükler sınırlanıyor. AİHS ve dünyamızın bu meşru ve zaruri uygulamasının tek istisnası Türkiye’dir. Ülkemizde olağanüstü hal var, ama olağanüstü yönetim yok.  Olağanüstü hal isteyenlere,  “Aman ha, aklınızdan bile geçirmeyin. Biz terörü daha çok demokrasi ve daha çok özgürlükle çözeceğiz ve dünyaya model olacağız  cevabı veriliyor. İşte bu siyasetin gereği olarak yetkileri kısılan güvenlik güçleri yalnızlaştırıldı ve yıpratıldı, yasalar değiştirildi (Gözaltı süresi 4 güne indirildi, ’Norveç’te iki ay’, bölücülük propagandası suç olmaktan çıkarıldı vb.), örgüt talepleri, demokratikleşme ve özgürleşme düzenlemeleriyle meşrulaştı. Böylece haklı bir konuma gelen terör örgütünün kolayca eylem yapması, belediyeleri üs gibi kullanması, siyasallaşması, her zeminde propaganda yapması mümkün oldu.  
İşte bu siyasetin sonunda, milletimiz yüzlerce şehit verdi, vermeye de devam ediyor. Terörün önü alınamıyor, bebek katiliyle masaya oturuluyor, örgütün siyasi kanadı özerk yönetim ilan ediyor.  Vatanımız fiilen bölünüyor, yetkililer susuyor, bir tedbir de görülmüyor.  

Yazar

Sadi Somuncuoğlu

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar