Yükleniyor...
Tolstoy şöyle der: Tüm hikâyeler iki şekilde başlar. Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.
Bizim hikâyemizde bu yabancı Liev Schreiber yani namı değer Marty Baron. Boston’da bir gazete olan Globe’ta yayın yönetmeni değişikliği gerçekleşir ve bu göreve gelecek olan kişi de Marty’dir. Kendisi oldukça soğukkanlı biridir. İyi bir analiz yeteneği ve keskin bir zekâya sahiptir. İşe başlar başlamaz üzeri kapatılan dosyaları inceler, kendisinden önceki haberlerin devamını sorgular ve yaptığı analizler sonucu sadece Amerika’da değil dünyanın geri kalanında da ses getirecek o kararı verir: Kiliseleri araştırın!
Marty Baron. Değişimin başındaki adam.
Filmimiz Spotlight. 2015 yılında çekilen film Boston Globe’un bir birimi olan Spotlight ekibinin, Boston’daki çocukların uğradıkları tacizleri konu ediyor. Spotlight ekibinin geri kalanını ise kahraman Hulk’umuzu da canlandıran Mark Ruffalo; Sherlock Holmes serileri ve Not Defteri filmlerinden tanıdığımız McAdams; Brian James ve Michael Keaton oluşturuyor. İşte bu beş kişi başlattıkları mücadele ile bizleri oldukça derinden sarsacak, durup bir düşündürecek yolculuğa çıkarıp hayatın içindeki o sert gerçekliğe çarpıyor.
Filmi izlerken gördüklerimize üzülüyor, duyduklarımıza şaşırıyor, kayıtsız olunduğunu öğrendikçe ise geriliyoruz ama… Bizi rahatlatan da bir yanı oluyor. İzlediğimiz film gerçek olaylara dayansa bile en nihayetinde bir film ve olanlar da buradan binlerce kilometre uzaklarda olan, bakmasak veya görmesek de hayatımızı devam ettirebileceğimiz şeyler. Eğer film izlerken bu şekilde düşünenler oluyorsa gelin filmi bir de ülkemizden izleyelim, bir Spotlight da biz olalım. Filme başlığı da en son siz atarsınız.
Spotlight. Bir gazetecilik örneğinin anatomisi.
Toplum içinden hitap yeteneği yüksek, kitleleri etkileyebilecek türde biri çıkıyor. Evvela kendi yakın çevresinde giriştiği sohbetlerde bir dinleyici kitlesi oluşturuyor. Daha sonra bu kitleyle bir müddet sohbet ediyor. Onların yerine düşünüyor, onların iyiliğini istediğini hissettiriyor, ikramlarda bulunuyor ve herhangi bir karşılık beklemiyor. Bu sohbetlere gelenler yapılan bu konuşmaları çevresindeki yakınlarına aktarıyor ve onları da bu sohbetlere davet ediyor. Temel kıstas ise gönüllük oluyor. Her gelen, anlatıcısının anlattıkları ile büyülenmeye onun söylevleri ile huzur bulmaya başlıyor. Bu şekilde gelen her yeni dinleyici bir diğerini davet etmeye başlıyor. Dinleyiciler 5 iken 10; 10 iken 20; 20 iken 40 oluyor ve bu şekilde artarak devam edip gidiyor. Bu kalabalığın arttığını gören konuşmacı ise bir zaman sonra çevresindeki insanlardan saygı görmeye başlıyor ve toplum içinde imtiyazlı bir yere sahip oluyor. Sıra bir isim vermeye geldiğinde ise en başlangıçta hoca olan isim mertebe mertebe artıyor âlim, Şıh oluyor. Artık söylediği her şey bağlayıcı, tartışılmaz oluyor. Çünkü takındığı bu sıfatları dini temellere yaslıyor ve söylediği her şeyin Allah tarafından kendisine söyletildiğini iddia ediyor. Bu sayede toplum içindeki imtiyazlı yerini koruyor. Sohbete gelen dinleyici de oluyor size cemaat. Dini öğretilerin iyilik ve güzelliği; doğru, dürüst ve ahlaklı davranmayı öğütlediğini bilen cemaat mensupları Şıhlarına saygıda kusur etmiyor. Kendi çocuklarını da benzer sohbet ve eğitimleri alabilmeleri için onlara gönderiyor.
Bu kare özet için yeterli aslında. Yetmez derseniz videoyu izleyebilirsiniz. https://www.youtube.com/watch?v=7FZ4WE1VfWY 01:24’ten sonrasını dikkatli izleyiniz.
Film aslında yukarıda bahsi geçenlerin kamera ile kayıt altına alınmış hali. Tabi ufak bir fark ile… Aradan yüzlerce yıl geçmiş ve saydığımız Şıhlar, hocalar; Rahipler ve pederler Kardinal olmuş, kurumsallaşmış, yasalar çıkartmış, betondan aşılmaz kuleler dikmiş ve halkın gönlünde kazandıkları imtiyazlı yerlerini kaybetmemek üzere sağlamlaştırmışlar. Artık onların söylediği ve yaptığı her şey gerçek; karşı çıkanlar ise din düşmanı veya kilise düşmanı olmuş. Bu şekilde gelebilecek eleştirilerin önüne set çekilmiş.
Dini anlatmakla görevli bu rahipler, zaman içerisinde yozlaşıyor ve cinsel tacizi hak olarak görmeye başlıyorlar. Bunu belli bir mantık üzerine oturtarak haklı olduklarını savunuyorlar. Hedeflerine de çocukları alıyorlar. Ancak hedef kelimesini kullanmamızın da ayrıca bir nedeni var. Çünkü hedefteki çocuklar ailesi olmayanlar, ebeveynlerinin anlaşamadığı, sürekli tartıştığı, çocuğuyla ilgilenmeyen veya ekonomik sıkıntı içinde olan ailelerin çocukları. Yani korunmasız, kimsesiz, yapılan her fenalığa sessiz kalabilecek, şikâyet edemeyecek, sesini duyuramayacak olan ailelerinden alınan çocuklar… Etraflarında, çevirdikleri korunaklı ve imtiyazlı o kuleler ve içinde türlü rezillikler. Hepsi bütün gerçekçiliği ile anlatılıyor filmde.
Peki, bütün bunlar olup bittikten sonra mağduriyeti yaşayan çocuklar ve aileleri ne yapıyorlar, neredeler? Nasıl oluyor da sayıları binlerle ifade edilen çocuklardan kimsenin haberi olmuyor? Filmde bu sorulara cevap aranıyor.
Artık yan komşumuzu dahi tanımadığımız beton bloklar arasında yaşıyoruz. Komşumuzun kapısını çalsak cevabı verebilir belki de bize veya mahalle bakkalına gidip ekmek almak istediğimizde bir hal hatır sorsak öğreneceğiz aslında. Çünkü yaşanılan bu trajediler bizden zannettiğimiz kadar uzakta değil. Sadece biz farkında değiliz. Kendimizden başka hiçbir şey ile ilgilenmemeye o kadar çok alıştık ki. Sormuyor, görmüyor ve sormayıp görmeyerek susuyoruz. İşin en acı yanı tam da burada yatıyor. İç içe yaşıyoruz ancak onlara, yaşadıkları bu felaketleri gizlemek zorunda hissettiriyoruz. Hâlbuki unutuyoruz taciz ve tecavüz gibi insanlık suçlarına sessiz kaldıkça olay hem fiziki hem de manevi şiddete dönüyor. Bu şiddet de azalmamak üzere toplum nezdinde devam ettiriliyor. Toplum demişken, filmde Michael Keaton’ın kameraya dönerek “bunlar olurken biz neredeydik?” sözleri ile ise kayıtsızlığımızın acısını hissettiriyor.
Hadi kameranın kadrajını biraz da buraya çevirelim. Ne de olsa o bir filmdi. Buralarda da anlatılacak birkaç hikâye var onlara bir bakalım. Toplumun hafızasında yaşayan ama bir türlü konuşulmayan, konuşanların ise sessizce boğulduğu o hikâyelere…
Gencecik çocuklarımızı, kardeşlerimizi ya kalacak yer verdikleri için ya da güven duyduğumuz için gönderdiğimiz o yurtları hatırlayalım. Sözde vakıflar, dernekler, cemaat evleri… Hatırladınız değil mi? Sonra orada neler oluyor hiç sormuyoruz. Hadi korkmayalım hatırlayalım Ensar vakfında olanları! Kulaklarımız biraz rahatsız olsun, gözlerimiz yaşlansın biraz, duyup dinlerken “Bir kereden bir şey olmaz!” sözlerini. Yıkıp geçmediğimiz için utanalım bu köhne düzeni. Hadi hatırlayalım 12 çocuğumuzun yanarak can verdiği Adana’daki cemaat yurdunu! Denetimsizlikten yok olmuş gitmiş gelecekleri, hala olan ve haberimiz olmayan sessiz çığlıkları…
Bu kadar kayıtsız kalıp öldürdüğümüz nice kadını, çocuğu, erkeği… En sonunda ise Sibel Ünli’yi. Abisinin, “Kardeşimizin sosyal ağlarda maruz kaldığı siber zorbalık, kardeşimizin duyarlı ve hassas kişilik yapısı, kendisinin yaşama azmini bitirmiştir…¹ diyor. O canına kıyıyor ama ona bunu yaptıran biziz. Trafikte, işte, okulda her neredeysek orada. Karşımızdakinin duyguları, bir hayatı olduğunu bilmeden; kimde ne tesir uyandıracak düşünmeden, hoyratça sarf ettiğimiz sözler ile katlettiğimiz hayatlar var. Elimizin altında herkese ve her şeye laf yetiştirmeye yetecek, bedelini ödemediğimiz hayatlar için ahkâm kesebileceğimiz imkânlara sahibiz. Sadece basit bir tivit ile insanların hayatları ve duygularını alt üst edebiliyoruz. Hayat zaten zor. Bir de biz zorlaştırıyoruz. Buna bir son vermemiz gerekiyor. İlk başlanacak yer ise kendimiziz. Madem öyle hadi bir Spotlight da biz olalım şunu kabul edelim:
“Bütün köy bir çocuğu yetiştirip okutabileceği gibi pekâlâ ona tecavüz de edebilir.”
Bu felaketlere yol açan suskunluğumuzu bir kenara bırakalım. Yaşanılan olayın, duyulması kadar utanç duyacağımız bir şey olmasına izin vermeyelim. Bir koca köy olarak sessizliğimiz ile hayatları karartmayalım.
Ve Oscar gidiyor…
Böylece En İyi Film Oscar’ı ve En İyi Senaryo Oscar’ı 2016’ta Spotlight’a gidiyor. Oyuncular rollerini oldukça iyi oynuyorlar ve bize bu hisleri geçiriyorlar. Peki, biz bütün bunlar olurken neredeydik? İlk duyduğumuz anda ne tepki verdik? Soruyor muyuz bunu kendimize? Yoksa hayatımızda hiç böyle şeyler yokmuş gibi yaparak devam ediyor, hayatın kendisine gözümüzü, kulağımızı, ruhumuzu kapatıp yokmuş gibi yaparak iyi bir oyunculuk mu çıkarıyoruz? Bir Oscar da biz hak eder miyiz, ne dersiniz?
#Siberzorbaolma #FarkınaVar
https://www.haberler.com/9-yil-boyunca-tecavuze-ugrayan-emre-intihar-etti-12333311-haberi/
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/elazigda-bir-koy-7-yil-boyunca-tecavuzu-seyretti-29106335