Yükleniyor...
“Anâsır-ı erbaa” diye bilinen “su”, “hava”, “ateş” ve “toprak, yaşanılan âlemde var olan nesnelerin asılları olarak kabul edilirler. Suyun bunlar arasında ayrı yeni ve önemi vardır. İnsan bedeninin yüzde sekseni sudur. Gök cisimlerinde hayatın olup olmadığını anlamak için suyun bulunup bulunmadığına bakılır. Aç durulur susuz durulamaz. Su hayat demektir.
Kuran’da çok ayette buna vurgu yapılır.
Biz, Gök’ten belli bir miktarda (ölçüde) su indirdik ve onu Arz’da iskân ettik. Şüphesiz Biz, onu (kurutup) gidermeye kadiriz. [Mü’minun(23)/18]
De ki: “Görmüyor musunuz, şayet suyunuzu, Arz(Yer) yutarsa, akarsuyu (su kaynaklarını) size kim getirecektir?” [Mülk(30]
Allahın sevgili kulları “Altından ırmaklar akan cennetlerle” müjdelenir.
(Onların girecekleri yer, altından ırmaklar akan Adn cennetleridir. (NAHL 31)
Su denince akan sular durur. Edebiyatımız da çokça nasiplenmiştir ondan. Suya da dokunulmuştur orada sabuna da. Neler denmemiştir ki su üzerine. Her eli kalem tutan bir şekilde yıkanmıştır o ırmaktan. Fuzuli’nin “su” kasidesi onların en bilineni Divan Edebiyatının en seçkin örneklerindendir.
Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün,
Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su.
(Bahçıvan gül bahçesini sele versin (su ile mahvetsin) , boşuna yorulmasın; çünkü bin gül bahçesine su verse de senin yüzün gibi bir gül açılmaz.)
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su.
Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su
(Ey göz! Gönlümdeki (içimdeki) ateşlere göz yaşımdan su saçma ki, bu kadar (çok) tutuşan ateşlere su fayda vermez.)
Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrûm olmayam,
Çeşm-i vaslun vire men teşne-i dîdâra su.
(O mahşer günü, güzel yüzüne susamış olan bana vuslat çeşmenin su vereceğini, beni mahrum bırakmayacağını ummaktayım.)
Divan edebiyatıma dair bunun gibi aklımda kalan birkaç örnek varsa o da Öğretmen Okulu yıllarından kalmadır. O yılların edebiyat öğretmenlerine aittir. O yüzden saygıyla, özlemle anarım hep, bu okulu ve öğretmenlerini. Bugün eğitimimiz bütünü içinde bu gibi metinlere yer ve önem verilmiyor ne yazık ki.
Gencimiz de, orta yaşlımız da insanımız sınırlı sayıda kelime ile konuşmaktadır. Günlük kullanılan kelime sayısı gitgide düşmektedir. Cep telefonları çıktı akıllar küçüldüler cebe girdiler iyice.
Konumuza dönersek; Dağda, ormanda sahipsiz subaşı bulamaz olduk neredeyse. Hepsinin başı tutulmuş durumda. Çoğunun önüne tesis kurulmuş. Şişeleme yapılıyor. Pazarlanıyor. Şöyle doya doya gözesinden içme zevki tattırmıyorlar insana. Varsa da yok denecek kadar az. Ne hikmetse birisi sahipsiz kalmış onlardan. Sözümüz de onun üzerine zaten. Ovacık köyü , Başkentin Keçiören ilçesinin mahallesi. Kırk yıl öncesini bilirim. On yıl öğretmenlik yaptım. Bunun iki yılı er öğretmenliktir. Güzel suyu vardı. Keçiören Altındağ’dan ayrılıp ilçe olunca Ovacık da onun mahallesi oluverdi. Köyün suyu kayboldu. Depo iptal oldu. Şehir şebekesine dahil edildi. “Cami yıkılsa da mihrap yerinde” diye bir sözümüz vardır ya bizim. Bilen bilir Bağlum’a çıkan yolun solunda dağ yamacında akan çeşme aynı sudandır. Çeşmenin içinde bulunduğu arazi sahibi “Ölene kadar akacak. Gelen giden kabını dolduracak” demiş. El konulmasına izin vermemiş. Şimdilik kimse dokunamıyor. Dileyen gidip kaplarını oradan dolduruyor. Arada ben de giderim. Son zaman adresini bilen çoğaldı ki kuyruklar oluşmaya başladı. Günün her saati çeşme başı dolu. Sabah namazı sonrası boş olur diyerek vardım, otuz araç var sırada. Akşam ezanı gittiğim durum aynı. İki buçuk saat bekledim tam.
Beklemenin de güzellikleri oluyor. Son gidişte sıraya girdiklerimizden birisi emekli ambulans şoförüymüş. Şehir suyundan, su faturalarından konuşuyoruz. Zaman bol, sohbet güzel ancak hava serinliyor. Üzerim zayıf. Üşütüp hasta olmak da var. Müsaade istiyor arabaya dönüyorum, sohbet yarım kalıyor. Radyo TRT Türkü kanalına ayarlı. Türküler sohbetler var orada. Kulağım onlardayken cep telefonumu mesaj geliyor. Bakıyorum Diyarbakır’dan… Bin km öteden. Tevafuktur o da sudan bir mesaj. Köyde bir su gözesinin kurutulması üzerine. Başlık “Dut deresi”
Dutu kalmasa da duttan almış ismini
Kimse bilmez kimler koymuş ismini
Köy köy olalı sessiz edasız akardı
Taştan çıkar ne eksilir ne akardı
Suyu kıt köyün üç suyundan biriydi
Zemzem olmasa da içilirdi serindi
Üç damla artar mı diye kazmışlar
Dağı taşı birbirine katmışlar
Kazdırmak, hem ne kazdırmak
Ne kaya kalmış derede ne ak toprak
Dağılmış gözeleri gömülmüş hepsi
Düz bir alan sanki, sini tepsi
Kaya gölgesi yok, suyu arar keklikler
Kurbağalar ötmez artık göç etti kelebekler
Ezelden özgün akanken su
Simsiyah boru kurmuş şimdi pusu
Damlasını içemez bir hayvan boruda
Ne yeşil kalır artık ne canlı burada
Neresine gideyim artık neresine
Yazık etmişler dut deresine
İmza İlhan EROL..
İlhan, Diyarbakır Merkezde okul müdürü. Bunları kaleme almış. Su yolunda olduğumu bilmiş gibi benimle paylaşmak istemiş.
Etkileniyor ikinci kez okuyorum.
Bir türkü geliyor dilime.
“Susuz derelerde güller biter mi”. (bir kısmında kavak, söğüt) Dut Deresinin susuz halini gözlerimin önüne getiriyorum. Çurlarında (yüksekten akan su) çimdiğimiz, taştan çamurdan önünü set çekip göl yaptığımız, yere kapanıp suyundan içtiğimiz, anamızın çamaşır, yün yıkamaya gittiği, teşte(çamaşır leğeni) oturtulup başlarımızın sabunlandığı dere kıyılarını. Gölgesine sığındığımız söğüt ağaçlarını…
Çoban çeşmesi şiirini her duyduğumda Dut deresi aklıma gelirndi.
“Ey suyun sesinden anlıyan bağlar,
Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi”
Köyümüz dağ yamacındadır. Güneye bakar. Az uz dağ da değildir hani sırtımızı yasladığımız. Torosların en doğudaki kollarıdır bizim orası. Davar nöbet sıramız gelmiş. Boşta olunca sürüye çobanlık edecektim. Sürü iki yakaya öyle yayılmışlar ki bir araya toplamak mümkün olmamıştı. Çok gayret sarf etmiş başaramamıştım. Koşturmaktan susuzluktan dilim damağım kuruyunca sürüyü kendi haline bırakıp dereye inmiştim. Dut deresine. İlhanın üzerine şiir yazdığı o su gözesine. İçerken ölçüyü kaçırmışım ki şişmiş, daha gidememiştim sürünün peşine. Dönüp eve gelmiş babama havale etmiştim. Babam hal dilinden onlara seslenmiş yanlarına gitmeden den sürüyü dağdan indirmişti. Bunlar bir çırpıda film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden.
Telefon açıyorum İlhana. Dut deresinden, köyden Diyarbakır’dan konuşuyoruz. Konuşma müddetince çeşmeye birkaç adım daha yaklaşmış oluyorum. Benim üç, önümdekinin dört, bir öndekinin on üç kabı var. Ötekilerini bilemiyorum. Sabreden derviş testisini doldurtmuş. Türkü pınarı eşliğinde nihayet bize de sıra geliyor. Damacanamızı doldurup döndüğümüzde saat gecenin onbirini gösteriyor. Trafik devam ediyor. Bir o kadar araç daha var sırada.
Su yönünden bazı yerlerimiz bazı yerlerden daha şanslılar. Susuz köylerimizi düşünüyorum. En son haber yapılan eşek, katır sırtında bidonlarla su taşınan 150 yıldır susuzluk çeken Diyarbakır’ın Kulp ilçesine bağlı Üçkuyu Köyünü ve diğerlerini.
Başkentte dört bin mevcutlu bir lisemizde görev yapıyordum. Ödenmemiş su faturası yüzünden Büyükşehir Belediyesi suyumuzu kesmişti. Bir bizim değil birçok okulun. Birkaç günü öyle geçirmek zorunda kalmıştık. Zor bir durumda. Tarih öğretmeni Metin Bey; “Öğretmenim elektrik yokken su vardı. Elektriksiz olur ama susuz olmaz” demişti. Ona hak vermemek mümkün değildi.
Afrika ülkesi değilsek de su fakiri ülkeyiz. İçme, sulama kullanma suyunda zorluklarımız var. Kaynaklarımızı doğru ve verimli bir şekilde kullanmazsak tehlike kapımızda demektir.
“Irmaktan abdestini alsan bile suyu israf etme” diyen bir dinimiz var ama onu dinleyen kim.
Manavgat suyunu denizin altından Kıbrıs’a götürdük. Yavru vatanı suya kavuşturduk diye sevinmiştik. Yakın geçmişte Kıbrıs gezimiz olmuştu. Duyduk ki alt yapı yetersizliği yönetim krizi nedeniyle Akdeniz’e akıyormuş. Kaşıkla topla kepçeyle dağıt. Buna hakkımız yok.
Süt üreticisi “Bir şişe süt, bir şişe sudan ucuz” diyor dert yanıyor. Çok haklılar. Sütten kat kat fazla su satılıyor. Marketlerin hatırı sayılır bölümünü büyük küçük damacanalar kaplıyor. Ne derece sağlıklı o da ayrı bir konu.
Sosyal siyasal bilimciler ekonomistler üçüncü Cihan harbinin su yüzünden çıkacağını söylüyorlar.
Allah kimseyi susuzlukla terbiye etmesin. Istırabını yaşatmasın onun yokluğuyla.
Başka da duydunuz mu bilmem bizim oraların; “Kerbelada galasız Allah vere” şeklinde bir ağır bedduası vardır. Yüreklerimizde sızı Hz. Peygamberin sevgili torunu Hz. Hüseyin’in ve maiyetinin 10 Ekim 680’de uğradığı dram a atıfta bulunulur. Ona gönderme yapılır. Görülüyor ki bir Alevi-Bektaşi itikadının yürek yarası değil Kerbela… bütün bir Müslüman Türk milletinin acısıdır. Anti parantez bunu da bu vesileyle belirtmiş olalım.
Dut deresinden önce de kurutulan gözeleri vardı bizim köyün. Anam seher vakti dolaşır yedi ayrı gözeden su alır yayık suyuna katardı. Ondan bilirim.
Kurutulan bu son gözemiz, susuz kalan son deremiz olur inşallah…
***
Not: Sudan bahane üretmeyeceklere ev ödevleri… (Susuz derelerde boğulmamak için)
Türküler
Kitaplar filmler
Ata sözleri:
Bunlar tamamlanacak, üstüne bir bardak su içilecek…
Suyunuz eksilmesin bedeninizden
Ve musluğunuzdan.
“Su kadar aziz olun…”
“Havadan sudan yazıyoruz görüyorsunuz.
“O halde”yiz, bu haldeyiz işte… ”
Bayramınız kutlu olsun.
Her gününüz bayram olsun.