Yavru Vatan Kıbrıs TÜRK’ünü Doğru Tanımak

 13.02.2011   Kendimi çok küçük yaşlardan itibaren Kıbrıs davamızın içinde buldum. 1956 yılıydı, Ankara Ticaret Lisesi ikinci sınıf öğrencisi kafa dengi beş arkadaş, kendimizce “Volkan” ismiyle bir teşkilat kurmuştuk. Değerli dostum rahmetli Halil Özyıldız, Varlık Özkoçak, İdris ve ismini hatırlayamadığım bir arkadaşla Kıbrıs’a kaçak giderek, Rumlarla mücadele edecektik. Bu tarihten itibaren Kıbrıs benim için millî bir […]


Paylaşın:

 
13.02.2011 
 
Kendimi çok küçük yaşlardan itibaren Kıbrıs davamızın içinde buldum. 1956 yılıydı, Ankara Ticaret Lisesi ikinci sınıf öğrencisi kafa dengi beş arkadaş, kendimizce “Volkan” ismiyle bir teşkilat kurmuştuk. Değerli dostum rahmetli Halil Özyıldız, Varlık Özkoçak, İdris ve ismini hatırlayamadığım bir arkadaşla Kıbrıs’a kaçak giderek, Rumlarla mücadele edecektik. Bu tarihten itibaren Kıbrıs benim için millî bir mesele oldu. Bugüne kadar muhtelif gazete ve dergilerde makalelerim neşredildi, kitaplarım yayımlandı.

Malum 1960’da, Türkiye-Yunanistan-İngiltere arasında aktedilen Londra-Zürih Antlaşmasıyla Türkiye’nin de garantör olduğu “Kıbrıs Cumhuriyeti” ortak devleti kuruldu. Cumhurbaşkanı  Papaz Makarios, devleti  Rumlaştırmak için 1963’te, Yunanistan silahlı kuvvetleri Adayı Yunanistan’a bağlamak için Makariyos’a karşı, 15.07.1974’te  darbe yaptı.Türk Silahlı Kuvvetleri, Garantörlük yetkisine dayanarak 20.07 1974’te Kıbrıs’a çıktı. Adil bir çözüm bulununcaya kadar güvenliği sağlayacağını ilan etti. Önce Türk Federe devleti, sonra da 1983’te bağımsız KKTC kuruldu.

1975’de rahmetli Galip Erdem ağabeyin başkanlığında bir heyetle adaya gitmiştik. Önce memurların grevde olduğunu gördük, şaşırdık. Çünkü Türkiye’de memurlara grev hakkı yoktu. Sonra neredeyse bütün kitapçıların Kıbrıs Öğretmenler ve Memurlar Sendikası’na ait olduğunu öğrendik. Vitrinlere bakınca Marksist-Leninist ve Maoist kitaplarla doldurulduğunu gördük. Adeta normal bir kitap yoktu.

Küçük olsalar da, CTP. TKP gibi komünist partiler gündeme hakimdi. Meclisinde dehşetli tartışmalar yaşanıyor, Denktaş’a, Türkiye’ye ve milletimizin değerlerine akıl almaz ağır suçlamalar yapılıyordu. Planlı olduğu anlaşılan bu sistemli kampanyalar gazetelerin sayfalarına da taşıyor, bir bardak suda kıyamet koparılıyordu. Mecliste, sokakta, evde çoğunluğu teşkil eden normal Kıbrıs Türk’ü bunlara bir anlam veremiyordu. Kafalar son derece karışıktı.

Doğrusu benzer durum Türkiye’de de yaşanıyordu, ama buradaki azgınlık bambaşkaydı. Bir ara “Bozkurt” unvanını taşıyan Kıbrıs’ın en yetkili komutanı Çetin Paşanın bizimle görüşmek istediğini öğrendik ve Mücahitler’den Kürşat beyin evinde buluştuk. Ben kendisine “Paşam burada gördüklerimize inanamadık. Sosyalist ve komünist azgınlık almış başını gidiyor. Bunun önüne geçilmezse, Kıbrıs’ı Rumlardan önce bunlar çökertecek” dedim. Paşa da, “Meclisin en azgın bir milletvekili ile bugün 6 saat konuştum. Biz durmuyor, çalışıyoruz…” faslından cevap verince öfkeyle, “Eyvah, sivrisineklerle teker teker uğraşarak bu saldırganlığın önlenebileceğini mi düşünüyorsunuz? Bir plan, bir yol, bir siyasetiniz yok mu?” deyince ortalık elektriklendi. Rahmetli Galip ağabey araya girerek bizi yatıştırdı.

Bu ortamın oluşmasını araştırınca gördük ki,  1974 müdahalesinde Başbakan olan Ecevit, Kıbrıs işini Maliye Bakanı Ziya Müezzinoğlu’na vermişti. Bakan’ın önündeki proje şöyleydi: Kuzey Kıbrıs, Devlet Üretme Çiftliği gibi işletilecek, “hakça üretim, hakça bölüşüm” olacak, kimseye mülkiyet hakkı verilmeyecekti. Sanki kolhoz gibi işletilecekti. Bunun için neredeyse her bakanlıktan seçilmiş aşırı solcu memurlar gönderilmişti.

Yine bu gezide gördük ki Güzelyurt narenciye bahçeleri susuz kaldığı ve mahsul toplanamadığı için ağaçların altına düşen asitli narenciye kabukları yüzünden ağaçlar kuruyordu. Oradakilere sorduğumuzda,  “Buraların sahipleri yok. Müdahale edemiyoruz. Çünkü suç oluyor” dediler.

Bu tablodan sonra 1977’ye gelelim. Rahmetli Başbakan Yardımcısı Türkeş’in başkan olduğu, Dışişleri Bakanı Çağlayangil, diğer bazı Bakanlar, Devlet Bakanı olarak benim ve bazı bürokratların üyesi olduğum KKTC Koordinasyon Kurulu toplanmıştı. Magosa derin su limanı. Lefkoşa-Magosa yolu ve memur maaşları gibi ödenek konuları tamamlanınca söz alarak; 1975’te gördüğümüz manzarayı anlattım. “Tedbir alınmazsa, Kıbrıs’ı kendi elimizle kaybedeceğiz” dedim. Rahmetli Çağlayangil, yüksek bir ses tonuyla,  “Ne yani, bağımsız Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin iç işlerine mi karışacağız?” şeklinde konuştu. Söz alarak, “Biraz önce ödenek tahsis ederek ne yapmış olduk?” dedim. Tekrar Çağlayangil, “Komünistler burada da var. Ne yapabiliriz” dedi. Ben “Evet burada da var ama mücadele ediyoruz. Hiç olmazsa Kıbrıs’a gönderdiğimiz aşırı solcu memurları çekerek, yerlerine devletine milletine bağlı memurlar gönderemez miyiz” cevabını vermiştim.

1974 sonrasında Kıbrıs’ta birçok parti kuruldu. Bunlar içinde CTP gibi Türkiye karşıtı, Rumlarla işbirliği siyasetini açıktan yapan, Sosyalist-Marksist partiler vardı. Aynen 28 Şubat 2011’de muhalefet partilerinin desteğiyle sendikalar tarafından yapılan mitingde, “Türkiye ne seni, ne memurunu ve ne de askerini istiyoruz. Çek git” diyenler gibileri. 
CTP ilk defa 1993’te kurulan koalisyon hükümetinde yer aldı. Partinin Genel Başkanı Talat, Eğitim ve Kültür Bakanı oldu. Bu bakanlığı 2002’ye kadar sürdürdü. 2002- 2004 arasında Başbakan Yardımcılığı yaptı. 2004’te Başbakan, 2005’te %56 oyla Cumhurbaşkanı oldu. Başbakanlığa CTP Genel Başkanı Ferdi Sabit Soyer’i getirdi.

Talat 2009 seçimlerine kadar bu görevde kaldı.

Bu dönemi kısaca değerlendirecek olursak, Kıbrıs Türk’ü; 1974 (Federe devlet) döneminden 1983 – 2011 KKTC dönemine kadar aşırı sola itibar etmemiş, hep sağduyudan, vatanseverlikten ve Türkiye’den yana hareket etmiştir. CTP hükümet kuracak güce ilk defa (koalisyon) 2004 yılında ulaşabilmiştir. Bu da açıktır ki, AKP iktidarı sayesinde olmuştur. Hem de Denktaş arkasından hançerlenerek, milletin önünde istiskal edilerek devlet CTP ve Talat’a teslim edilebilmiştir.

Bir diğer husus ise, açıkça Marksist-Sosyalist ideolojiyi benimsediğini, Türkiye’yi anavatanı saymadığını ve çözümü Rumlarla kendilerinin bulacağını söyleyebilen CTP ve Genel Başkanı Mehmet Ali Talat’ın görevi ve süresidir. Bu süre; 1993-2002 arasında 9 yıl Eğitim ve Kültür Bakanı, 2002-2004 arasında 2.5 yıl  Başbakan Yardımcısı, 2004-2009 arasında 5 yıl Başbakan ve Cumhurbaşkanı olmak üzere, ortalama 16 yıl ediyor. 35 yılın yarısına yakını demektir. Sorumlu arayanlar duysun.

Sözümüzün özü; bazılarının 28 Ocak 2011 mitinginde, Türkiye’ye hakarete yeltenen bir avuç Rum bozuntusunun çıkardığı rezaleti fırsat bilerek, KKTC’nin Kurucu Cumhurbaşkanı, millî kahraman Denktaş’ı sorumlu göstermeye kalkışmasıdır. Neymiş, efendim Denktaş gençliğin millî ve manevî değerlerle yetiştirilmesinin önemini görememiş, hata yapmış. Yaşananlar bunun sonucuymuş. Sanki  Türkiye farklıymış, hatta daha zorda değilmiş gibi.

Denktaş televizyonda, biz yedi düvelle uğraşırken bunları göremedik dedi. Ayrıca KKTC Anayasasına göre, iç işlerinde  Cumhurbaşkanının yetkisi hiç yok.

Önceki yazımızda, 1974 Barış Harekâtından sonra, Ecevit Hükümeti’nin Kuzey Kıbrıs’ı “Devlet Üretme Çiftliği” gibi yönetmek istediğine, bunun meydana getirdiği ağır tahribata, 1975’te Kıbrıs’ı ziyaretimizde karşılaştığımız endişe verici manzaraya işaret etmiştik. Yine 1977’de toplanan  “Kıbrıs Koordinasyon Kurulu” nun üyesi olarak, tehlikeli gidişe, ısrarla parmak basarak, işlerin bugünlere geleceğini vurgulamıştık.

Tabiî Kıbrıs Türk’ünü anlamak için, Ada’nın 1878’den-1960’a kadar İngiliz idaresi altında kaldığını, hep akılda tutmalıyız. Bu 82 yıl içinde Türkler, stratejik olarak ekonomik yönden bitirilmeye ve Ada’dan uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Mesela; bir Türk İngiliz İdaresine  1 kile buğday teslim etmişse 1 sterlin, Rum teslim emişse 2 sterlin alıyor. Bu işlem de açıktan yapılıyor. Sokağa çıkıldığında giyilmek üzere Türklerin evinde, genellikle bir çift ayakkabı bulunuyor. Nöbetleşe kullanılmak üzere.
1878’de Adaya gelen İngiliz valiyi karşılayan Rum heyetinin başındaki Papaz,  “Kıbrıs’ı, Mora gibi bize ne zaman teslim edeceksiniz” diye soruyor. Yani Rumların davası ve hedefi var. Bizim var mı?..

1878’den 1974’e kadar Türkler hiç devlet yönettiler mi? Hayır. Buna rağmen KKTC, Türkiye’den daha demokratik, daha hoşgörülü, sürdürülebilir bir rejimi işletebilmektedir.
Bu tarihî bilgilerin 28 Ocak miting rezaleti ve ihaneti ile ne ilgisi olabilir diyebilirsiniz? Çok ilgisi var. Hatta meselenin özü buradadır. Mesela, Türkiye dahil, Türk tarafında Rumcu, şucu, bucu var da,  büyük tahribatlar yapıyor da, Rum tarafında niçin yok?

Kıbrıs Türk’ünü değerlendirirken Türkiye’yi, Kıbrıs’ın tarihî, siyasî, ekonomik ve sosyal şartlarını ve nihayet karşımızdaki Rum ve Yunan ikilisi dahil Haçlıları dikkate almak zorunda olduğumuzu bilmeliyiz. Denktaş’a gelince, Allah’ın bir lütfu olarak gördüğümüzü söylemeliyiz.
 
 

Yazar

Sadi Somuncuoğlu

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar