Yitiriş vagonu

Eski zamanlarda âdâb-ı muaşeret vardı. Ve tabi bunun anlamını bilen bir nesil. Adab-ı muaşeret gibi bir çok şeyi yitirdik; kırık düşlerimizi, yitik hayallerimizi ve tükenmiş ümitlerimizi...En ağırı da insanlığımızı...


Paylaşın:

“Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken… Ben bağda üzüm bekler, derede odun yükler iken, bir varmış bir yokmuş… Masalın yalanı mı olurmuş? O yalan, bu yalan, fili yuttu bir yılan… Bu da mı yalan? Derken; sabahleyin erken, keçiler koyunları tıraş eder iken, tahta kurusu saz çalar, sıçan cirit atar iken çıkmış bir kocakarı ortaya… En sonunda açmış ağzını, yummuş gözünü. Bir laf etmiş, bir laf etmiş ki… Bakalım ne laflar etmiş…”

Eski zamanlarda âdâb-ı muaşeret vardı. Bu söz kullanıldığında kimse boş boş bakmazdı. Bilirdi ki âdâb-ı muaşeretin anlamı, görgü kurallarıydı. Toplumsal hayatın içindeki insan ilişkileri bu kurallar çerçevesinde şekillenirdi. Neyin yapılır olduğuna ve neyin yapılmaz olduğuna; ayrıca neyin de yapılamaz olduğuna karar vermedeki yazısız, dilsiz başvuru aracıydı. Yaptırımı toplumun dışına itilmek, yalnızlığa itilmek, ayıplanmaktı. Bugünün yazılı birçok yaptırımından çok daha korkutucuydu.

Şimdilere gelecek olursak artık ne görgü kaldı ne de kuralı. Acı ki artık “görgüsüzlük” kural halini almış durumda. Ahlaksızlık gündelik hayatları sardı. Duyarsızlık ve bencillikle örülü insan ilişkilerinde sahte sıcaklıklar, yalandan sevgiler, sanal aşklar, şaka gibi dostluklar sardı dört bir yanı. Saf ve temiz duygular adeta tarihe karıştı. Buhar olup uçtu hoşgörü. Nadiren görülür oldu saygı. Ahlak; artık fıkralara konu oluyor sadece ya da karikatürlere. Belki zamana yenilmedik henüz, hâlâ nefes alıyoruz ama kendi insanlığımıza yenik düşeli yüzyıllar olmuş gibi. Vicdan ve ahlak duygularını anahtarı olmayan bir sandığa kilitleyip evrenin kuş uçmaz kervan geçmez bir yerlerine fırlatıp yerini unutalı öyle çok olmuş ki sanki aslında hiçbir zaman ahlak ve vicdan sahibi olmamışız gibi. Kendine saygısını yitiren insanlar öyle çoğaldı öyle çoğaldı ki artık tüm ahlaksızlar ve ahlaksızlıklar normalleşti. Adeta “Sigara kullanmıyorum.” diyen insanlara uzaylı gibi bakılmasına benzer bir durum ahlaklı insanların günümüz toplumunda yaşama çabası.

Evlerimizde, okullarımızda ya da iş yerlerimizde biten değerlerin yozlaştırdığı insan ilişkileri doğrultusunda ne aile kaldı doğru dürüst ne de komşuluk. Egolarımıza yoldaş ettiğimiz bencilliğimizle paradan hızlı harcar olduk insanları. Belli bir fikre kendini adayan, ne olursa olsun fikrinden ayrılmayan, uğrunda ödül kadar cezaya da razı olan insanlar bugün bir masalın satırlarında bulunur hale geldi ancak. Başka biri gelip de kendi kardeşine zarar vermesin diye temkinle ve kesin uyarılarla yetiştirilen oğullarımız yok artık. Babasına laf gelmesin diye giyiminden gezmesine kendi kontrolünü kendi sağlayan ve ayakları yere basan kızlarımız da kalmadı tabi. Evine ve ailesine bağlı babalar, kendini ailesine adayan anneler, birlikte yenen akşam yemekleri ya da gece yarısına kadar süren aile sohbetleri tükendi. Hamileye, evliye, yaşlıya, engelliye ya da çocuğa saygıdansa bahsetmiyorum bile. Komşusunu, çalışanını, iş ya da sınıf arkadaşını kardeşi sayıp kollayan da yok, öğretmene, bakkal amcaya, komşu teyzeye, duraktaki amcaya saygı da. Peki nedir bu yaşama merakı? Ne için, ne uğruna yaşamak? Manevi bir miras bırakamadıktan sonra yatlar, katlar, bankalarda milyonlar bırakmanın kime, ne faydası var ki? Nasıl kapandı bunca göz gerçeklere?

Oysa biz dünyaya kafa tutmuş ve bin bir yokluğa rağmen tarih sahnesinde başı dimdik durabilmiş bir neslin torunlarıydık. Bununla övünürken bu yozlaşmışlık, bu yoldan çıkmışlık niye? Ne zaman kendi değerlerimizi bir kenara bırakıp başka değerlere, başka kültürlere merak saldık? Televizyon dizileri, yarışma programları ne zaman girdi bu denli bilinçaltımıza? “Yemek nimettir.” derken yemek masasında kavga kıyamet gırla giden programlara, evlenip “yuva” kurmak için aile büyükleriyle çiçek, çikolata alıp kız istemeye gidilirken ekranlarda ‘eş arıyorum’ diye çarşaf çarşaf kendimizi satmaya ne zaman bu denli alıştık? Neyle uyuşturulduk bu denli? Çalışkan ve üretken bir toplumken yalana dolana, alavere dalavereye ne zaman alıştık? Ne ara tembelleştik? Karıncayken ağustos böceğine nasıl dönüştük? “Komşun açken tok yatma.” düsturundan “Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür.” anlayışını ne vakit benimsedik bu kadar? Ne çok şey kaybettik daha iyi yaşamak adına. Oysa yaşamak, nefes almaktır sadece, sevilerek ve severek. Biz paraya ve mala tapınmaya başlayalı bereketsizleşti hem evlerimiz hem de gönüllerimiz. Her şey düzelir sanırken gittikçe çoğaldı yitirdiklerimiz.

Sırasıyla yükledik “Kaybedilenler Treni” vagonlarına kırık düşlerimizi, yitik hayallerimizi ve tükenmiş ümitlerimizi. En ağırı da insanlığımızı yüklediğimiz vagondaydı. Öyle çok uzantısı vardı ki her parçasını farklı bir vagona yüklemek zorunda kaldık. Sürekli yeni vagonlar ekliyorken biz, tren de durmadan uzuyordu. Son vagon “Yitiriş Vagonu” oldu. Saygı, ahlak, vicdan, hoşgörü; yani ne görgü kuralı ne âdet kaldı ona yüklemediğimiz. Ardından el sallarken gözleri nemlenen belki de son nesildik. Yazık ki çocuklarımız ya da torunlarımız ya kitaplardan öğrenecek bu değerleri ya da hiç duymadan göçüp gidecek dünyadan. “Biz” olmanın hazzını duymadan, sürekli yalnız, sürekli tek başına ve sürekli savunma pozisyonunda. Güvende olma hissini hiç tatmayarak. Sırtını asla gerçek bir arka taşa (arkadaş) dayayamadan. Kimseye umut olmadan ve hiç umutlanmadan. Ne acı… Yasımız büyük çünkü dünümüzdeki değerleri gömdüğümüzden beri yarınımızdan vazgeçmiş olduğumuzu daha yeni anladık. Hele o hâlâ anlamayan çoğunluk… Yazık…

Yazar

Demet Yener

1 Yorum

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar