Bir yol hikayesi

Seni bu yola ben çıkarmadım. Sen kendini arıyordun ve buraya geldin. Hâlâ daha bulmuş değilsin. Eğer bir gün kendini bulursan emin ol kimsenin seni burada tutmak için gayret sarf etmesine gerek kalmayacak. Yok eğer kendini bulamazsan hiçbir çaba seni burada tutamayacaktır.


Paylaşın:

Yolcu: Burda beni kimse tanımıyor. Aslına bakarsan galiba beni kimse tanımıyor. Peki ben? Ben kendimi tanıyor muyum?

Buraya neden geldim? Biliyor muyum gerçekten? İstikametini bilmediğim, bu yola niçin girdim?

Rehber: Ahh sorular sorular!.. Sormaktan başka bir şey bilmez misin sen? Ne var yani geldiysen. Madem girdin bu yola, ilerle işte. Sana buraya neden geldiğini soran mı var? Etrafına bir bak bakalım bu yolda var mı senin kadar acemisi? İnsanlar için yola neden girdikleri değil, hedefe ne zaman varacakları önemli. Hatta bazen o bile önemli değil. Sense her adımında kendini bir böcekle, bir yaprakla hatta toprakla kıyaslıyorsun. Ve kendi içinde cevabını bulamayacağın sorularla boğuluyorsun. 

Yolcu: Çok garip! Sen hiç sormaz mısın buraya neden geldiğini? Ya da yolun sonunda ne olduğunu?

Rehber: Hayır dostum, sormam. Benim için yolda olmam yeterli. Bugün buradayım ve yürümem gerektiğini biliyorum. Bu kadarı bence yeterli. 

Yolcu: Zahmetsiz ve acısız diyorsun?

Rehber: Zahmetsiz ve acısız diyemem tâbi. Sonuçta her şey bizim için ve ben buradayım. Acıdan da, sefadan da payımı almak için buradayım. 

Yolcu: Doğrusu çok ilginç bir felsefen var. Bu düşüncen yolculuğu kolaylaştırıyor mu peki?

Rehber: Benim için yolculuğun her hâli güzel. Yola çıktığımda yolun her türlü acısına, çilesine talip olmuşum.

Yolcu: Peki bu yolda yaşadığın acılar, çektiğin çileler yılgınlığa yol açmadı mı? Vazgeçmek istediğin olmadı mı hiç?

İki yanı selvilerle donanmış, toprak bir yoldu bu. Zaman zaman yağmur sularının doldurduğu çukurlarlardan atlıyor, yer yer balçığa dönmüş toprakta  bata çıka yürüyorlardı. Yolcu, kıyafetlerinin kirlenmesinden muzdarip bir hâlde sürekli üstünü başını silkeliyordu. Yolun çamurlu kısmı sonunda bitmiş, iki yanında yeşermiş kır çiçeklerinin sağdan soldan fışkırdığı güzel kısmı görünmeye başlamıştı. Önünde gördüğü güzel manzara karşısında biraz heyecanlansa da geride bıraktığı yola bakınca içinde bir burukluk hissetti. Garip bir ruh hâli içindeydi. 

Rehberin gözleri denizi andırıyordu. Kimi zaman hırçın dalgalı, kimi zaman huzur veren bir sakinlik. Oysa bir kere göz göze gelmişlerdi. O gün bugündür hiç  deniz görmemiş taşralı bir çocuğun deniz karşısındaki ürkekliğini ve hayranlığını duyuyor, doğrudan gözlerine bakmaktan çekiniyordu. 

Rehber kısa bir sessizlikten sonra cevap verdi. Mavi gözleri gittiği istikamete kilitlenmişti:

Oldu tâbi olmaz mı? Sen hiç bir yakınını kaybettin mi? Hani bedenin sağlamken göğsünü diri diri açıp ciğerini sökmüşler gibi… Aldığı nefes kurşun gibi çöker ya içine insanın. Elin kolun kırılmış gibi olursun. Yediğin içtiğin her şeyin tadı yok olur. Her şey bir anda yavanlaşır, anlamsızlaşır. İşte böyle bir zamandı. Onu kaybettiğimde yaşamak için bir amacım kalmamıştı. Sanki hayatım onunla başlamış, o gidince bitmişti.

Bir daha yola çıkmak istemedim, vazgeçtim… Ama biri vardı yanımda. Varlığını çok sonra fark ettim. Hâlimi görünce tuttu kolumdan. Ne yapmak istediğimi anlamıştı. Hiç soru sormadı, sadece gözlerime bakıp: “Her şeye rağmen devam et.” dedi. Dedim: “Mecalim yok. Yürüyemeyeceğim. Benden bu kadar!” Dedi “Şimdi vazgeçersen sonsuza dek Tanrı’nın rahmetinden mahrum kalacaksın, üstelik o da seni asla affetmeyecek.”. Sonra durdum… Sesi sanki uhrevî âlemden geliyor gibiydi. Epey etkilendim.  Yapamadım… Olduğum yere öylece çöktüm ve ağlamaya başladım. Sonra günlerce, haftalarca, aylarca düşündüm. Nasıl devam edecektim?

Bir gün, bir bankta yapayalnız otururken hemen önümde bir karınca yuvası gördüm. İnsan olmak o an gözüme çok garip göründü. Küçücük hayvanlar boylarından büyük yiyecek parçalarını taşımak için olanca güçlerini kullanıyordu. Üstelik ayağımın hemen ucunda görmeden üzerine basıp öldürdüğüm karıncalara rağmen, ölüm riskinin kendilerine bu kadar yakın olduğunu bilmelerine rağmen. 

Sonra bir tanesi gelip ayağımın yanından ikiye bükülmüş ölü bir karıncanın ucundan tutup sürüklemeye başladı. O zaman anladım ki karıncalar için hayat bu: “Her şeye rağmen devam et.” Çünkü görevin bu. Sonra bir dize geldi aklıma. “Ayrılıklar da sevdaya dahil… Düşündüm… Evet, öyle olmalıydı. O sadece fiziken yanımda yoktu. Oysa ben onu her hücremle hissedebiliyordum. Birlikte verdiğimiz mücadele çok kıymetliydi. Mücadelemizin sonucunu o göremese de mücadelede yer almak onun için muazzam bir mutluluk kaynağıydı. Hatta sonucunu görmek gibi bir derdi bile yoktu. Böyle düşüncelerle hatıralara daldım. Ve onu yaşarken hiç anlamadığımı fark ettim. Oysa şimdi daha iyi anlıyorum onu. Eğer vazgeçtiğim gün orada olsaydı, tüm gücüyle yüzüme kuvvetli bir tokat aşkedip kendime getirebilirdi. Böyle bir sahne hayalimde canlandı. Kendime gelmeli ve mücadeleye devam etmeliydim. Yoksa bu bedenin içinde çürüyüp gidecektim. O gün uyandım, vazgeçişimden utandım. Ayağa kalktım, tekrar yola koyuldum ve işte buradayım.

Sözlerini tamamladıktan sonra gülümsedi. Yolcu bu kez rehberin yüzüne bakmaya cesaret edebildi. Gördüğü manzarada acıdan eser yoktu. Aksine karar vermiş ve inanmış insanların huzuru vardı.

Yolcu: Etkileyici bir hikâye. Sen anlatırken kendimi bu kez seninle kıyasladım. Ben bu yola çıktım ama ne kendimi biliyorum, ne de yolu biliyorum. Sanki bir rüzgâr esti ve beni bu yola sürükledi. Sence ben bu yolda tutunabilecek miyim? Ya başka bir rüzgâr eserse ve ben başka bir yola savrulursam? Sen de bir gün karşıma geçip suratıma kuvvetli bir tokat aşkeder misin?

Yolcunun cesareti artmış, rahatlamıştı. O mavi gözlerde onu burada tutacak bir kararlılık arar gibi, biraz da sabırsızlıkla yeniden rehberin yüzüne baktı. 

Rehber: Seni bu yola ben çıkarmadım. Sen kendini arıyordun ve buraya geldin. Hâlâ daha bulmuş değilsin. Eğer bir gün kendini bulursan emin ol kimsenin seni burada tutmak için gayret sarf etmesine gerek kalmayacak. Yok eğer kendini bulamazsan hiçbir çaba seni burada tutamayacaktır. O yüzden bu senin sınavın. Vazgeçmek, geri dönmek ya da kalmak… Hepsi senin elinde. 

Bu kısa sohbetin üstüne bir daha konuşmadılar, rehber yolda olmanın keyfi ile gözünü yoldan ayırmadan görevine devam etti. Yolcu ise önünde ve arkasında yürüyenlere aldırmadan, yeşilin tüm tonlarının usta bir ressam eliyle serpiştirildiği, pembeli morlu, sarılı beyazlı kır çiçeklerinin vazifesini düşünür vaziyette kendine doğru yeni bir yolculuğa çıktı…

Yazar

Şadiye Okur

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar