Yükleniyor...
İstanbul, Türk Dünyası’nın Avrupa’ya açılan kültür kapısı… Fatih Sultan Mehmet Han’ın tutuşturmuş olduğu ve o günden bugüne alev alev yanan ve yanmaya devam edecek olan kutlu münevverler ocağımız, o bizim şairlerimizin şiirlerine konu olan İstanbul’umuz…
Bu yazıyı ilk olarak İstanbul’un tarihî mekânlarını anlattığım bir yazı olarak zihnimde kurguladım. Ama birden( Ne hikmetse!) aklıma bu şehrin bana Fatih’ten ve Atatürk’ten bir emanet olduğu geldi! Ben de bu şehrin dâhil olduğu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin! Bir ferdi olarak İstanbul’umuzu farklı bir açıdan ele almaya gayret ettim. Yazıya başlarken Nedim’in bir şiiri ile başlayayım zîra gündem karşısında Nedimane tavır sergileyenlerin belki ilgisini çeker.
Bu şehr-i sitanbul ki bi misl ü behâdır
Bir sengine yek pâre acem mülkü fedâdır
Zamanında uğruna Acem mülklerinin feda edildiği bu şehir için acaba biz bugün neyimizi feda ediyoruz ya da edebiliriz? Bu soruya düşünmeden önce bu kutlu münevverler ocağında pişmiş, bu şehre bu ülkeye ilmiyle irfanıyla katkı sağlamış bir ismin gözünden şöyle bir İstanbul’a bakalım.
İstanbul ağacı, gölgesinden gelip geçenlerden, boylarının yettiği miktar kendisine uzananlara, meyvelerini esirgememiş, hatta tırmanıp uzanmayı külfet sayıp da dallarına budaklarına taşlar atıp sopalar vuran küstahları bile nasipsiz bırakmamıştır. Fakat bir dolaşık saç kadar birbiri içine kenetlenmiş tepelerini ne kimse merak etmiş, ne kimse yetişmiş, ne de yoluna varıp sırlarını fethedebilmiştir. Böylece de İstanbul, hırpalanmış güzelliği, hakarete uğramış şahsiyeti, kırılan gururu, hiçe sayılan irfanı ortasında, kocasını evlendirmek için görücü gezen bir kadının hazin kahramanlığı ile sabırlı, hazımlı, iffetli temkin ve feragatinden bulduğu bir tok gözlükle hep başı yukarıda kalabilmiştir. (Samiha Ayverdi/İstanbul Geceleri syf-18,19/Kubbealtı/İstanbul)
Samiha Anne’nin İstanbul’a bakışındaki gerçekçilik, bir paragrafın içine ancak bu kadar zarif bir şekilde eklenebilirdi. Bir anne nasıl ki çocuklarına anlattığı masallarda gizli mesajlar vererek onun bilinçaltına hayatta başına gelebilecek olaylar karşısında dikkat etmesi gereken kuralları aşılarsa, Samiha Anne’ de bu sözlerinde bizlere bir şeyleri o zamandan görerek; kanaatimce bu dizeleri yazdığı zamanlardan bir şuur aşısı yapmaya çalışıyor. Bugün İstanbul her gelene dilini, dinini, rengini sormadan meyvelerini sunan kocaman bir ağaç. Ama bu ağaç artık dayanamıyor, her geçen gün bir dalı kırılıyor. Kıranlar ise eğlence ve lüks peşinde bu şehrin tepelerini yağmaladıklarının farkında bile değiller. Ama sen mi büyüksün ben mi? Sorusunun cevabına sessizce ben diyen İstanbul’un sesini duysalar, bu şehrin başının işgal edildiğinde de, yağmalandığında da tarih boyunca hep dik olarak kaldığının ve bu şehrin manen ve madden kendilerinden büyük olduğunun farkında olurlardı. Zaten onlar bunu anlayabilselerdi İstanbul’un içinde barındırdığı nankörler, yaklaşık altı asırdır bu şehrin mensubu olduğu Turan coğrafyasından ayrılamayacak kadar kökleri Türk Milleti’ne sarılmış bir Türk şehri olduğunu da anlamış olurlardı.
Bildiğiniz üzere Sodom ve Gomore Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, Üç İstanbul ise Mithat Cemal Kuntay’ın yazmış olduğu eserlerdir. Bu eserler Türk Edebiyatı’nda konusu İstanbul olan ve İstanbul’un hemen hemen aynı dönemlerinin sosyo-politik konularına ışık tutan temel eserlerdir. Bu eserleri okuduğunuzda karşınıza şöyle bir zümre çıkar: Yabancılara zihinlerini satmış müstemleke karakterlerden oluşan bir zümreyi net olarak bu eserlerde görürsünüz. Bu zümre milletimiz sıkıntılar çekse umurunda olmayan toplumun gerçeklerinden uzak bir zümredir. Bu zümrenin mensupları ve onların tebaaları âdeta hepsi bir mitolojik yaratık gibi zamanında İstanbul’da yaşamış, ama sonra yok olup mitlere ve romanlara konu olmuşlar gibi bir kanaat uyandırmayı istemem. Bilakis bu mitolojik yaratıklar bugün dahi etrafta yaşıyorlar. Ama bu mitolojik yaratıklar keşke Faunlar ve Kentaurlar gibi masum olsalar.Bu yaratıkların ne Faunlar gibi bacakları keçi üstleri insan ne de Kentaurlar gibi ayakları attan gövdeleri insandan. Bunların gövdeleri başka, ayakları başka gayrımilli yerden, ağızları ve elleri ise artık nereden ceplerini dolduruyorlarsa oradan ithal edilmiş yedek parçalardan oluşuyor. Hâliyle bu parçalar birleşince de ortaya bir hilkat garibesi çıkıyor. O garibeler ise bugün bu şehir üstünde, sanki bir de kendilerininmiş gibi söz söyleme hakkının olduğunu zannediyorlar. Ah! Ah! acıyorum sana İstanbul kahroluyorum…
Değişmeyen bir sözdür: İstanbul 7/24 yaşayan, uyumayan şehir! Doğrudur, İstanbul yüzyıllardır 7/24 ayakta olan, gece hayatının olduğu bir şehirdir. Peki bu şehrin sahibi olan bizler, İstanbul konusunda 7/24 uyanık mıyız? Bu şehrin nasıl bir cenderede olduğunu milletimiz fark edebiliyor mu? Bu soruların cevabını verebiliyor muyuz? Açık açık büyük bir tehlike geliyor. İnsan bedeninde kalp, kaburga kemiklerinin arasında atar. Yani en korunaklı alanda. Ülkenin beyni Ankara’dır ama kalp her zaman İstanbul olmuştur. O kalbi korunaksız bırakmak, bu şehre en büyük ihanettir. Bu gün bu şehirde bu şehre evvela kanını sonra ruhunu vermiş bir milletin evlatları olarak bu mitolojik yaratıklar karşısında uyanık olmak mecburiyetindeyiz.
Neyse!.. Bu şehirde hilkat ucubeleri olduğu kadar, bu şehre bu vatana kendini adamış insanlar da serdengeçtiler de vardır. Bu şehir de her zaman Turan’a dâhildir. Bir kez daha hatırlatayım bu şehir sahipsiz değildir. Biz bu şehrin ebenced bekçileriyiz. Yazımı Mehmet Akif’in bir şiiri ile bitiriyorum. Bu şiiri, bana bu yazıyı yazdıranlara armağan ediyorum.
Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz.
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz;
Düşer mi tek taşı sandın harim-i namusun,
Meğer ki harbe giden son nefer şehid olsun.
Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa,
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa,
Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar
Taşıp da kaplasa âfakı bir kızıl sarsa,
Değil mi cephemizin sinesinde iman bir;
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;
Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz,
Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz!