Yükleniyor...
Kadına karşı şiddet her gündeme geldiğinde ya da kadınların cinsiyetleri üzerinden karşılaştıkları sorunlara her şahit oluşumda şunu düşünürüm: Acaba bir sabah uyandığımızda dünya üzerindeki tüm erkekler kadın, tüm kadınlar erkek olsa ne olurdu ya da ne değişirdi?
Aslında bu sorunun cevabı meselenin cinsiyet mi yoksa şahsiyet temelli mi olduğunu da gösterecektir.
Bu soruyu şimdilik bir kenara bırakarak yıllar öncesine gidelim.
9 Ağustos 1917’de Yeni Mecmua dergisinde Ömer Seyfettin’in bir hikâyesi yayımlanır: Eleğimsağma
Oldukça kısa bir hikâyedir. Ömer Seyfettin’den beklenildiği üzere ilginç bir olay örgüsüne sahiptir.
Şahıs kadrosunu; Ayşe, köyün imamı Kurt Hoca, Hasan, Gülsüm, Ayşe’nin annesi ve babası oluşturur.
Ayşe on yaşında küçük bir kız çocuğudur. Ama yaşından büyük göstermektedir. Bu yüzden köyün imamı Ayşe’nin örtünmesini salık vermiştir. Ata binmeyi, silah atmayı, esir almaca oyununu çok seven Ayşe, toplumun kendisine biçtiği rolleri sahnelemek için sevdiği şeylerden mahrum kalacaktır. Bu yüzden haklı olarak erkek olmak isteyecektir. Erkek olma hayalini kurarken çok yakın mevkide bir eleğimsağma yani gökkuşağı görür. Ayşe aradığı fırsatı bulmuştur. İnanışa göre gökkuşağının altından geçen kişiler cinsiyet değiştirmektedir. Heyecanla gökkuşağının altından geçer. Artık erkek olmuştur. Erkek olan Ayşe hemen eve gelir, üzerini değiştirir ve derhal köydeki şenlik alanına gider. Köyde Gülsüm ile Hasan’ın düğünü vardır. Ayşe bu düğüne engel olmalıdır. Çünkü Gülsüm’le evlenmeyi planlamaktadır. Düğün yerinde kendini göstermek için pehlivanlarla ikişer ikişer güreş tutar ve hepsini yener. Köylü şaşkın bir şekilde bu efenin kim olduğunu öğrenmeye çalışır. Ayşe kim olduğunu, gökkuşağının altından geçerek nasıl erkek olduğunu köylüye anlatır. Hasan’a zor kullanarak onu Gülsüm’den boşatır. Gülsüm ile kendi nikâhını kıydırmak için Kurt Hoca’ya baskı uygular. Kurt Hoca, bunun dinen caiz olmadığını söyleyerek nikâhı kıymaz ve halkı Ayşe’nin üzerine kışkırtmaya başlar. Ayşe Kurt Hoca’yı tam öldürecekken birinin kendini uyandırdığını görür. Bu üç saattir Ayşe’yi arayan ve bulamayan öfkeli babasıdır. Gördüklerinin bir hayal olduğunu anlayan Ayşe, hüngür hüngür ağlayarak eve döner.
Ömer Seyfettin bu hikâyesinde zamanın ruhunu ve yaşam biçimini ironik bir şekilde anlatmıştır. Hikâyede kız ve erkek çocukları arasındaki farklılıklar küçük bir kız çocuğu olan kahramanın gözünden okuyucuya aksettirilmiştir. Ayşe’nin daha çocuk yaşında farkına vardığı durum şöyledir: Kadınlar ev işlerini yapar, kontrol altındadır, eş seçemez, fiili ve sözlü şiddete uğrar, erkeklerin çizdikleri sınırlar içinde yaşar. Erkekler ise özgürdür, eş seçer, hayatlarını ev dışında farklı mekânlarda geçirir, ata biner, ava çıkar.
Hikâyede dikkat çeken durumlardan biri, babasının 2-3 saattir ortalıkta görünmeyen Ayşe’yi bulduğunda öfkeli bir tutum takınmasıdır. Bu durum toplumsal cinsiyet ayrımcılığının bir göstergesidir, üzücüdür ki yüzyıl önce olduğu gibi şimdi de şahit olunmaktadır. Erkek çocuk eve geç gelebilir fakat kız çocuğunun eve geç gelmesi yasaktır. Erkek çocuğu kızlarla gezdiğinde ailesi için gurur duyulacak bir harekete sebep olmuşken, kız çocuğu erkeklerle gezerse utanç kaynağı olarak görülür. Erkek gezer, dolaşır, kendini korur, erkeğe bir şey olmaz bakış açısı karşısında her zaman korunmaya muhtaç, kendi başına bir iş yapamayan, güçsüz ve göz önünde bulundurulmak istenen bir kız çocuğu anlayışı ile karşılaşılmaktadır.
Bu tabloyu görüp de Ayşe’nin “-Ah, erkek olsaydım” demesine şaşmamak gerekir.
Hikâyede ilginç olan bir nokta, Ayşe’nin erkek olduğunda fırsattan istifade etmesidir. Yani erkek olmanın verdiği cesaretle güç gösterisinde (zor kullanması, güreş tutması, baskı yapması) bulunmasıdır.
Ayşe toplumu değiştirmektense bir erkek gibi davranarak düzene ayak uydurmuştur. Kız çocuklarının ve kadınların neler çektiğini bildiği hâlde onları bu durumdan kurtarmak için eyleme geçmek yerine çarkın bir dişlisi olmuştur. Bu da meselenin aslında cinsiyet değil şahsiyet meselesi olduğunun ispatıdır.
21. yüzyılın ilk çeyreğinin sonuna yaklaşılırken kadın-erkek eşitliği üzerinde konuşmak ve sırf toplumun biçtiği rollerinin dışına çıktıkları için şiddet gören kadınlara rastlamak hakikaten acı verici.
Mesele ne yazık ki salt cinsiyet temelli değil. Eğer öyle olsaydı teorik olarak sorunu çözmek pekâlâ mümkündü. İnsan neslinin devamını tehlikeye sokmak pahasına erkekleri yok ederdik, olur biterdi. Şimdiye kadar cehennemi yaşayan kadınlarımıza kısa bir süre de olsa cenneti yaşatmak için bu fedâkarlığı kendi adıma yapardım.
Ama ne yazık ki teorik olarak erkekleri ortadan kaldırsak bile zihniyet değişmediği için gücü tekeline alan yine zorbalığa başvuracaktır. Ortada tek bir cinsiyet de olsa güçlü ve güçsüz yine ayrışacaktır.
Meseleye sonuç odaklı yaklaştığımızda çıkarılan bir yasanın, yürürlükteki bir sözleşmenin, ceza yaptırımlarının fayda getireceğini zannedebiliriz. Ama bana kalırsa kötü duygularının esiri olanların sırf cezasını çekeceği için yapacağı şeylerden vazgeçeceğini düşünmek fazla safdillik olur. Bu yüzdendir ki bizim kökten çözüm için yasalara ve sözleşmelere değil bilakis onlara gerek kalmadan hareket edebilecek bireylere ihtiyacımız var.
Uzun yıllar –iyisiyle kötüsüyle- yazısız hukuk kuralları ile yaşamış bir toplumun yasalardan ve uygulayıcılardan medet umması çok şaşırtıcıdır. Ayrıca, dünya üzerinde uygulanmış hiçbir ceza şeklinin yaşam ‘Pınar’larımızı geri getirmeyeceği de açıktır. Bu yüzden ‘Pınar’ları kaybetmemek için birey ve devlet eşgüdümünde harekete geçilmesi elzemdir. Eşgüdümden kastım şudur: Devlet destekli olmayan ve devleti yönetenlerin içselleştiremediği hiçbir adımın başarı şansı yoktur. Bu da demektir ki; kadın-erkek eşitliğine ilkesel olarak inanmayan, kadınların sadece anne rolüyle kariyer yapabileceğini söyleyen kişilerin söz sahibi olduğu toplumlarda bu meseleyi çözmek imkânsızdır. Yine aynı şekilde, medeni insan vasfına erişememiş bireylerin çoğunlukta olduğu toplumlarda devleti yönetenlerin tüm iyi niyetli çabaları boşa gidecektir.
Karşımızdaki fotoğrafa baktığımızda terazinin her iki tarafında da dengesizlik olduğu açık bir şekilde görülüyor. Medeni insan vasfına erişememiş bireyler çoğunlukta değil kuşkusuz. Ama küçük bir sinek mide bulandırır misali varlar ne yazık ki. Onlar çiçeklerimizi her solduruşunda içimizdeki yaşama sevinci örseleniyor, kanımız donuyor, canımızdan can gidiyor.
Terazinin diğer tarafındaki durumu ise uzun uzadıya anlatmaya gerek duymuyorum. İçler acısı durumu bakan gözler görüyor, duyan kulaklar işitiyor.
Bireysel olarak hiçbir şey yapamıyorsak bile söylemlerimizi değiştirelim derim. Çünkü eylemler ya söylemlerden doğar ya da söylemlerden cesaret alır. Cinsiyetçi tüm sözlere, ayrımcı tüm konuşmalara zihinsel mesafemizi, zihinsel mesafe koymayanlara da fiziksel mesafemizi koyalım.
Ömer Seyfettin ile başladık onun Fon Sadriştayn’ın Oğlu adlı hikâyesinin girişinde yer alan edebî bir cümlesinden ilham alarak bitirelim: Bir genç kız kahkahası kadar berrak, saf ve aydınlık yarınlarda görüşmek umuduyla…