Yükleniyor...
Benden önce sayısız vatan evladının gelip geçtiği, sivil hayatına kavuşmayı beklediği günler için şafak saydığı, sevdiğinin adını bir şarkının içine gizleyip yazdığı, şiire merak sarıp sevmediği komutanlara mani yazdığı ve tabiî ki kendinden sonrakiler için Erzurumlu, Vanlı, Mersinli buradaydı Adanalı da buradaydı gibi gelip geçtiğinin izini bırakan askerlerin notunu düştüğü Hakkâri’den hudut karakolundaki ranzamdan yazıyorum bu satırları.
Hayatımızı öncesi ve sonrası diye ikiye ayırdığımız önemli olaylarımız, bunlardan çıkardığımız derslerimiz ve travmalarımız vardır. Hayat bizim için artık o olaydan öncesi ve sonrası diye ikiye ayrılmıştır. Burada ise öncesi ve sonrası değil; artık içerisi ve dışarısı şeklindedir. Sen içeridesindir ve dışarıdaki hayat sensiz akmaya devam eder.
Dışarıdaki hayatın tadını alıp, keyfini sürerken birden hayatımızın konfor alanının dışına çıkarak emir komutanın altına giriyoruz. Bundan sonrası için bir başka gerçek bir başka farkındalık başlıyor. Dışarısı için basit görünen, önemsenmeyen, büyük hatalar olduğunu düşündüren şeyler burada affedilir geliyor. Bütün yanlışlar düzeltilir, bütün eksiklikler tamamlanır geliyor. Sabah içtimasında, öğle yemeğinde, akşam yatışında bir ranzadaki arkadaşın bir de aklındakiler oluyor. Anlatıyorsun yahut dinliyorsun. Hayatları gördükçe, vatanın küçük bir örneğini altmış kişilik bir koğuş içine sığdırıp burada yeni bir ülke kuruyorsun. Çünkü dışarı diye bir şey şafak son kez senin için atıncaya kadar geçen süre içinde olmuyor.
Sabah ilk kalktığında, on dakika ertelenen uykuların artık yok. O on dakikalık sürenin yerini kalk emri aldı. O emir ile on dakikada tıraş olup, botlarını boyayıp hazır ol vaziyette beklediğin sabahın ayazında, kimileri için bir incelik kimileri içinse söylenecek, ağız dolusu sövülecek detaylar gizli. Mantığın her alanı sardığı, gizli bir elin bunu kurduğu hissinin yanında, ki biz buna 2229 yıllık tecrübe diyoruz, bunu anlamayıp yanlış uygulamalar ile askerliğin mantık dışı olduğunu iddia edenlere fırsat veren uygulamalar da oluyor. Bunlar aslında konuşacak, söylenecek ve bir suçlu bulacak olmanın vermiş olduğu rahatlığın peşinde koşanların vakit geçsin diye ‘askerde mantık ne gezer’ muhabbetlerine ve klişesine sebebiyet verdiği herkesin dönüşte anlatacağı trajikomik olaylar. Ancak burası asker ocağı, ham giren pişmeden çıkmaz. Günden güne bunun anlaşıldığı ve pişip vatana hizmetin sadece elde silah olmadığı, yapılan her görevin en iyisini yapmanın içeride ve dışarıda en büyük vatan hizmeti olduğunu bilen, bilinçli ve sorumluluk sahibi komutanlar aracılığı ile sirayet edeceğini düşünüyorum.
Ve tabiî ki gizliden gizliye kimseye bahsedilmeyen, sır gibi saklanan o karanlık saatler…
Bir saat geçmişse beş saat zannedilmesi… Düşünülmesi, düşünülmesi ve düşünülmesi… İnsan pişmesin de ne yapsın?
Bir yanda sert coğrafyanın tehdidi, diğer yanda silah arkadaşlığının sorumluluğu öte yanda terörün senden önceki aldığı canlar ve onların aziz hatıraları ile görevini yerine getirmek için hiçbir zorluğa boyun eğmeyip dağlara ve taşlara haykırdığın; Türk askerinin ruhunu ruhunda, milletin bölünmez bütünlüğünü yüreğinde hissettiğin ve gözündeki pırıltının içinden çıkardığı o haykırış: Beni öldürecek kurşun daha dökülmedi!
İşte içeride günler böyle geçerken, dışarıda ne oluyor diye bir bakma imkânı bulduğum zaman, beni niye ile başlayan sorulara sevk eden olaylar ile karşılaştım ve bu da beni, bu ranzalarda yatmış, bedenlerini vatan toprağına, isimlerini kalbimize gömen şehitlerimizin hikâyelerini düşünmeye götürdü. Bana ağır bir görev yükledi.
Türk milletinin asker bir millet olduğu sır değildir. Mehmetçik; yüz yıllardır vatan uğruna kanını akıttığı canını verdiği milletinin gözünde kutsal bir varlıktır. Mehmetçiğin insanüstü güç gerektiren o kadar çok başarısı var ki, bu zaman zaman ancak mistik güçlerle açıklanabiliyor. Çanakkale’den Millî Mücadeleye, Büyük Taarruz’a kadar bunun sayısız örneği hâlâ capcanlı zihnimizde yaşıyor. Ranzamda bunları düşünürken “Şehit Komando Er Murat Akman- 1996…” başlıklı bir mektup ve fotoğrafı hatırladım. Bunu biraz araştırınca bunun büyük bir ihtimalle Bölük filmi için yaratılmış anonim bir halk ürünü olduğu sonucuna vardım. Zîra kaynaklarda ve resmî kurumlarda bu isimde bir şehide rastlamadım. Genel ağda kullanılan fotoğrafın gerçek sahibi de “Ben şehit olmadım, fotoğrafımı şehit diye kullanmayın!” beyanatında bulunmuştu.
Halk efsanesi olduğuna inandığım, çok düşük bir ihtimalle de olsa gerçek olma umudunu taşıyarak düşündüren, düşündürürken günümüzün fotoğrafını da çeken bu efsaneyi sizlere de anlatmak istedim.
1996 yılının terörle mücâdelesi Anadolu’nun dört bir yanından kurbanlık koç olarak evlatlarını askere gönderen nice anne ve babanın yürek yakan hikâyeleri ile doludur. Bir efsane hâline gelen kaynağı meçhûl Şehit Murat Akman’ın mektubu hikâyesi de bunlardan birisidir. 1996 yılında doğdu mu, şehit mi oldu onu bile anlamak imkânsız. Ama terörle mücâdelede yer alan kahramanlarımız da sizin, benim gibi etten kemikten insan. Onlar da tıpkı bugün benim bir hudut karakolunda olduğum gibi, Türkiye’ye dair bazı konularda endişe duyuyor, ülke meselelerine kafa yoruyordu.
Acılar yarıştırılmaz tabiî ki ancak efsanedeki Murat Akman’ın hayatı bizlere ders vermesi açısından özenle incelenmesi gereken bir hayattır.
Mektubun hikâyesi ise; henüz yeni doğmuş bir bebekken annesi tarafından çöplüğe atılan ve ölüme terk edilen Murat Akman’ın bulunarak çocuk esirgeme kurumuna teslim edilmesiyle başlıyor. 18 yaşını doldurduktan sonra da artık burada da barınamazsın denilerek yetimhane serüveni bitmiş ve askerlik serüvenine başlamış.
Zorlu geçen hayat mücâdelesine rağmen sevgiyi tek doğruluk olan gören Murat Akman, bu hayata kanlar içinde kalmış bedenini bırakırken ruhunu ise ebediyete bırakıp gitmiştir. Giderken de gönlümüzü kırmadan gitmek istemiş. Her ne kadar böyle yapmaya çalışsa da bizim yanağımıza okşayarak vurduğu o mektup yürekleri dağlamaya yetmiş yüreklerimizde yaşamaya devam etmiştir. İşte bundandır ki doğan her canlının yaşama iç güdüsü, kişiyi hangi hâl ve şart içinde olduğuna bakmaksınız dürtülerini harekete geçirip hayatta kalmaya zorlar. Buna ölümden sonra yaşamak da dâhildir. Bu dünyada yaşarken bir eser bırakarak gitmek, o eser sayesinde de en azından akıllarda, halk türkülerinde yaşamak, en olmadı bir mektupta yaşamaya devam etmektir. Komonda Er Mektubu tam böyle bir dürtüdür. Üstelik kendi hayatını feda ederken yaşatacağı hayatları da hesap eden ve düşünen ince bir yüreğin hikâyesidir. Mektupta düşünceler böyle açıklanmış:
“Bu yazı bir komando er mektubudur ve siz bu mektubu gazeteden okuyorsanız ölmüşüm demektir. Bir ailem olsaydı bu mektubu onlara yollamak isterdim ama yok…
Size koğuştaki ranzamdan yazıyorum. Şuan etrafımda adana, Ağrı, Sivas, Edirne, Diyarbakır, Ankara, Antalya, İzmir, Urfa, Trabzon… Türkiye’nin dört bir yanından birbirini tanımayan ama birbirlerinin canını korumaya yemin etmiş bir sürü asker var. Birazdan operasyona gideceğiz, tek dileğimiz kayıp vermeden geri gelmek…
İlerde ölürsem diye bir mektup yazmak çok zor. Aklına getirmek istemez ya insan ölümü, hani her zaman bir umut vardır ya… Askerliğim bittikten sonra yırtıp atacaktım bu mektubu ama şu an okuyorsanız yırtıp atamadım demektir.
Zaten pek de kalem tutmaz elim. Silah tutmayı daha iyi bilirim… Sizi korumam için siz öğrettiniz silah tutmayı.
Tuhaf olan siz bu mektubu okurken ben neden öldüğümü bile bilmiyor olacağım… Ya bir mayına bastım ya da yediğim birkaç kurşun… Bileniniz var mı ben nasıl öldüm?..
Kışlada her televizyona bakışımda birbirinizi öldürdüğünüzü birbirinizin canını yaktığınızı gördüm.. Müziğin sesini çok açtı diye komşusunu vuranlar. Gücü kadına yetenler. Cebindeki on lirası için adam vuranlar… Kız arkadaşına baktı diye alayını bıçaklayanlar.
Bileniniz var mı ben kimi korumak için öldüm?..
Eti az pişti diye garsona çıkışan adam; sen rahat uyu diye kurşunlar başımın üstünden geçerken ben dağda her bulduğumu kesip yedim.
Arabasını solladılar diye levyesini kapıp arabadan inen adam, beni bir çöp bidonuna atıp giden anam; söylesene ben kimin için öldüm?..
Yetimhanede ve askerde en güzel şeyin ekmeğin bölmek olduğunu öğrendik biz… Peki size neyi bölmeyi öğrettiler?..
Sizi önce Allah’a sonra birbirinize emanet ediyorum. Ben sizden razı odum Allah da sizden razı olsun!” Bu hikâyenin filmini izlemek isterseniz Aytaç Uğurlar’ın 2017’de vizyona soktuğu Bölük filmini de izleyebilirsiniz.
Uzun bir zaman sonra gündemi yeniden takip etme imkânı yakaladım. Gördüğüm şeylerden sonra aklıma hemen Murat Akman efsanesi geldi. O, niye diye sormuştu mektubunda. Ben de haberleri görünce niye diye sorarken buldum kendimi.
Gülay, Melisa, Pınar ve daha nicelerinin başına gelenler epey düşündürdü beni. Söz ile ne söylesek bazen kifayetsiz kalıyor. Bu yüzden hâl ve hareketlerimiz ile bunu göstereceğiz. Bu konuyla ilgili bir gün kalem oynatma cüretinde bulunurum belki ancak duygularıma tercüman olan bir yazı var ve onu buradan okuyabilirsiniz.
Habertürk’e katılan Dış İşleri Bakanı Çavuşoğlu, Lozan’a atıfta bulunarak “Geçmişteki anlaşmaları büyük başarı öyküsü diye ders kitaplarında, ilkokulda anlatmaya çalıştılar bizlere ama maalesef işte görüyoruz.” demiş. Bu sözleri ile bulunduğu konumun ciddiyetine yakışmayan bir açıklama yapmış. Doğu Akdeniz’in bu kadar hararetli olduğu bir dönemde söylediği bu sözler tam bir hayâl kırıklığıdır.
1911 yılında Trablusgarp’ı(Libya) işgal eden İtalya, burada düzensiz birlikler bulunduğunu hesap ederek sömürgesi yapmak istemiştir. Mısır İngiliz işgali altında olduğu için karadan silah, asker ve muhimmat desteği yapılamamıştı. Ancak o zamanlar “vatan toprağı” olan Trablusgarp’ın göz göre göre elden çıkmasına razı olmayan Binbaşı Enver Bey, Kolağası Mustafa Kemal, Fuat Bey (Bulca), Nuri Bey (Conker), Fethi Bey (Okyar), Albay Neşet Bey’in aralarında bulunduğu Türk subayları, yerel halkı teşkilatlandırarak gayr-i nizamı harp ile İtalya’yı kıyıdan içeriye sokmamıştır. Bunun üzerine önce Çanakkale’ye donanma gönderen İtalya, Osmanlı Devleti’nin boğaz girişini mayınlaması sonrası gözünü Anadolu’nun doğal uzantısı olan 12 Ada’ya dikmiştir. Biz her ne kadar 12 ada desek de esasında bu adalar 14 tanedir. Bunlara birtakım küçük adaların katılması ile de bu sayı 20’yi bulmaktadır. (1)(Rodos, Herke, İlyaki, Sömbeki, İncirli, İstanköy, Kilimni, Leros, Patmos, Lipsos, Koçbaba, Kerpe, kaşot ve Meis.)
Boğazı geçemeyeceğini anlayan İtalya 12 Ada’yı işgal etmiştir. Balkan Savaşı patlak verince Uşi anlatması ile bu adalar İtalya’ya bırakılmıştır. Daha sonra da Birinci Paylaşım (Cihan) Savaşı çıkmış ve geçen bu uzun süre içinde de İtalya adalara tamamen yerleşmiştir. Yani Lozan Antlaşması imzalandığında bu adalar için yapılacak çok bir şey kalmamıştı. Kaldı ki Donanmamızın Haliç’te çürütülmesi de Lozan’i imzalayan heyetin suçu değildi. Donanmasız denizlerde söz sahibi olunamayacağına ise hiç girmiyorum.
İkinci Dünya Savaşı sırasında özellikle Mussolini’nin “Bizim sular” diyerek iştahını kabartarak baktığı ve Yunanistan’ın, Almanya teslim olmadan(7 Mayıs 1945), Japonya da(2 Eylül 1945) teslim olmasına henüz 4 ay varken Yunanistan, 28 Nisan 1945 tarihinde adaların İtalya’nın elinden alınarak kendilerine verilmesi için bir muhtırayı Dışleri Bakanları Konseyi’ne sunmuştur. Bu durum Yunanistan’ın iştahını göstermektedir.
Özellikle, İngiltere’nin de yoğun baskıları ile İtalya Barış Anlaştması imzalandığında adalar bu antlaşma ile Yunanistan’a bırakılmıştır. Kaldı ki savaş sonrası barış antlaşmalarını hazırlayan bu konsey İngiltere, Fransa ve Sovyet Rusya’nın Dış İşleri Bakanları tarafından kurulmuştur. Yani bizim buna müdahale şansımız zaten yoktur.
Burada antlaşmanın 12. Maddesi ise önemlidir. (2) “İtalya işbu antlaşma ile, Oniki Ada üzerindeki tüm egemenliğini Yunanistan’a devreder. Bu adalar gayri askeri hâle getirilecek ve öyle kalacaktır.” maddesi eklenmiştir.
Adaların silahsız olması gerekirken, Yunanistan tarafından sözde kamu düzeni adı altında silahlandırılması ve jetler için havaalanı inşa edilmesi gibi gelişmelerle bir yanda duruyor. Bu adalara asker çıkaran Yunanistan’ın antlaşma hükümlerine uymadığı tezi üzerinden gitmek gerekirken, Lozan’ı ısrarla tartışmaya açmak ve yanlış anlatılmış bir başarı öyküsü gibi göstererek Yunan tezlerini haklı çıkarırcasına bir açıklama yapıldığını görmek, uluslararası ilişkiler mezunu olarak beni büyük bir üzüntüye sevk etmiştir.
Kendi tezlerimizi, tarihî şahsiyetlerimizi ve cumhuriyetimizin kurucularını saygı ile anıp gerekli dersleri çıkarmak varken Prof. Dr. İskender Öksüz’ün Kimler sevgi, kimler nefret yolcusu? yazısında da dediği gibi sevmek yerine niye nefret ediyor, ettirmeye çalışıyoruz?
Niye?
Bizler hep soracağız, niye?
Halkın efsanesi hâline gelen tüm şehitlerimizin ruhun şad olsun!..
Kaynakça:
1- Fahir Armaoğlu – Türk Siyasi Tarihi s. 125
2- a.g.e s. 146