Yükleniyor...
Birinci Dünya savaşını (1914-1918) kaybettik. 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesiyle teslim olduk, ordularımızı dağıttık. Vatanın her köşesi işgal ediliyordu. Türk Milleti yokluk içinde çaresiz ve zulüm altındaydı; şartlar çok ağırdı, kara günlerdeydik. Mustafa Kemal Paşa’nın “asla esareti kabul etmemiş Türk Milleti” inancıyla istiklâl mücadelesini düşündüğü günlerde Saray, Şeyhülislam ve İstanbul merkezli münevverler ümidini İngiliz ve ABD mandacılığına bağlamıştı. Hatta bazıları açıktan düşman (İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan, Ermeni, Rum)’la işbirliği halindeydi. Vatanı savunan Kuvvacıları (Milli Kuvvetleri) ise düşman olarak görüyor, mücadele ediyordu. Bu dehşet verici manzara karşısında Haçlılar, “bin yıldır beklediğimiz fırsat gelmiştir. Hep birlikte kuşatır bastırırsak Türkleri geldikleri Orta Asya topraklarına süreriz” diyorlardı. Yurt içinde ve dışında her şey bitti denildiği sırada, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının Samsun’a çıkışıyla beraber eşi görülmemiş bir bağımsızlık ateşi yakıldı, milliyetçi duygular bütün yurdu sardı.
Yüksek fedakârlığa dayanan bu kutlu mücadele ile bir yıl geçmeden 23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM teşkil edildi. Meclisin ilk önemli kararı, 10 Ağustos 1920’de aralarında başta İngiltere, Ermenistan, Hicaz, Yugoslavya ve Yunanistan’ın da bulunduğu 13 ülke tarafından belirlenen (Osmanlı Hükümetinin kabul ettiği) Sevr’i reddetmek oldu. TBMM, “bu antlaşmayı kabul ve imza edenleri vatan haini saydığını, işgalleri tecavüz sayacağını ve silahla karşılayacağını” ilan etti. Bunun üzerine uygulanamayan Sevr ”ölü” doğmuştu. 29 Ekim 1923’de Türkiye Cumhuriyetini kurdu. Egemenliğimiz ve vatanımız, üç sene gibi kısa bir sürede kazanıldı. Büyük Atatürk’ün “2. Ergenekon” adını verdiği bu millî diriliş, esir milletlere ümit kaynağı oldu. 24 Temmuz 1923’de galip devletlerle Lozan Antlaşmasını imzaladık. Böylece Türkiye Cumhuriyetinin tapusu uluslararası antlaşmayla kazanılmış oldu.
Varlığımız niçin tartışılıyor?
1918’e gelindiğinde Büyük Osmanlı Türk Devleti tarihten silinmişti. Bugünkü Türkiye’nin dışında Türklerin çoğunlukta olduğu bir yurt parçası kalmamıştı. Asırlarca kardeşçe yaşadığımız diğer milletler haçlılarla beraber oldular. Türklerin çoğunlukta olduğu bu vatanı nasıl kazandığımızı, ödediğimiz bedelin ne olduğunu biliyoruz. Bu gerçeklere rağmen aradan 96 yıl geçtiği halde Lozan tartışılıyor. Üstelik devletimizi yönetenlerin öncülüğü ve güçlü desteğiyle belli bir ideolojik grup tarafından. Açıktır ki devletimizin temellerini tartışmak, onun yıkılmasını, değişmesini istemektir. Dünyada böyle bir ülke var mı bilmiyoruz. Dikkat çekici bir diğer husus ise, Osmanlı’yı tarihten silen Sevr’i tartışmıyoruz. Neden? Hatta aynı grubun elemanları tarafından Sevr alenen savunuluyor. Egemenliğimize, canımıza, iffetimize, namusumuza, malımıza – mülkümüze, cami gibi kutsallarımıza neler yapıldığı ortada iken “Keşke Yunan kazansaydı” diyenler çıkabiliyor ve itibar görüyor. AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan diyor ki; “Tarihte bize ne yaptılar. 1920’de bize Sevr’i gösterdiler, 1923’te Lozan’a bizi razı ettiler. Birileri de Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştı. Her şey ortada… İşte şu an Ege’yi görüyorsunuz değil mi? Bağırsan sesinin duyulacağı adaları biz Lozan’da verdik. Zafer bu mu? Oralar bizimdi. Oralarda bizim camilerimiz, mabetlerimiz var ama şu anda hala Ege’de kıta sahanlığı ne olacak, havada, denizde ne olacak bunları konuşuyoruz, hala bunun mücadelesini veriyoruz. Niye? İşte o anlaşmada masaya oturanlar sebebiyle. O masaya oturanlar, o anlaşmanın hakkını vermediler. Veremedikleri için şimdi onun sıkıntısını biz yaşıyoruz.” (29 Eylül 2016’da muhtarlar toplantısında Lozan konusunda yapılan açıklama)
Lozan’da hiçbir ülkeye ada vermedik. Verildi denilenlerin hepsi Cumhuriyet öncesine aittir. “Bağırsan sesin duyulur” denilen adaların (18 ada bir kayalık) 2004’den itibaren işgali başlamış, şimdi de Küçük Çuha adası gündemdeymiş (E. Albay Ümit Yalım’ın belgeli yazıları). İktidarın sessizliği anlamlı!
*Erdoğan’ın “1920’de bize Sevr’i gösterdiler, 1923’te Lozan’a bizi razı ettiler” iddiasını tersine çevirsek, “bize Lozan’a aitmiş gibi gösterip Sevr’i uyguladılar” desek, ne olur?
Lozan’da Türkiye’ye ait olan bu adalar, Sevr 84. ve 122. Maddelerde Ege’deki adalar Yunanistan’a ait diyor. Yunanistan’ın 2004’den bu yana işgal ettiği ve iktidarın görmek istemediği18 ada ve 1 kayalığın Lozan’la değil Sevr ile ilgili olduğunu görebiliriz.
* Sevr’de, ırk, din ve dil azınlığı vardı. Aynı talep Lozan’a da getirildi. Türkiye sadece din azınlığını kabul etti. Bugünkü iktidar ise Türk vatandaşlarını Sevr’deki gibi (din, ırk ve dil) şeklinde çok parçalı “topluluklar” halinde görüp bunlara millî-üniter yapıya aykırı olarak “özerklik” verme peşine düşmüştür.
* Sevr 144/3 Madde; “Bir topluluğun 1 Ocak 1914’den beri mirasçısız olarak ölmüş, ya da yitik bulunan üyelerinin bütün taşınır ya da taşınmaz malları… devlet yerine topluluğa aktarılabilecektir” diyor. Lozan’da ise, milli ve uluslararası hukukta geçerli olan varisi olmayanın varisi devlettir ilkesi benimsenmiş, azınlık vakıflarıyla ilgili düzenlemeler, Lozan’da var olanlara göre yapılmıştır. Buna rağmen 2008’de yürürlüğe giren “Vakıflar kanunu” ve 2011’de yayımlanan KHK ile bütün düzenlemeler yok edilerek, vakıflar tek tipleştirilmiş, siyasi birer derneğe dönüştürülmüştür. Bu düzenlemeler üzerinde duracağız.
Devam edecek…