Medine’den Lozan’a

  Taha Akyol’un “Medine’den Lozan’a”  kitabı, Ülkemizin 54 üncü Hükümeti (Refah-Yol) döneminde özellikle Refah Partisi yanlısı ideologların ortaya attığı “Çok Hukuklu Sistem” (herkesin kendi hukukunu seçme özgürlüğü) tartışmalarına açıklık getiren bir eserdir.  Kitapta, Çok hukuklu sistemin üniter devlet yapısını ortadan kaldırdığı, devletin egemenlik haklarını zaafa uğrattığı, bu yolla Osmanlı’nın nasıl parçalandığı anlatılmaktadır. Çok hukukluluk olgusunun tarihi […]


Paylaşın:

  Taha Akyol’un “Medine’den Lozan’a”  kitabı, Ülkemizin 54 üncü Hükümeti (Refah-Yol) döneminde özellikle Refah Partisi yanlısı ideologların ortaya attığı “Çok Hukuklu Sistem” (herkesin kendi hukukunu seçme özgürlüğü) tartışmalarına açıklık getiren bir eserdir.

 Kitapta, Çok hukuklu sistemin üniter devlet yapısını ortadan kaldırdığı, devletin egemenlik haklarını zaafa uğrattığı, bu yolla Osmanlı’nın nasıl parçalandığı anlatılmaktadır. Çok hukukluluk olgusunun tarihi seyri, Medine Vesikası’ndan başlayarak Lozan’da noktalanıncaya kadar kronolojik olarak verilmektedir.

 Kitapta, tarihe sevda getirmeden ve nefret de etmeden “uzun zamanlar” olarak bakıldığında fikirlerin, siyasetlerin, kurumların adeta bir laboratuvardan geçerek test edildiğine vurgu yapılmaktadır.

Kitap, ana fikir olarak aşağıdaki üç konuyu işlemektedir;

1-Tanzimat’tan cumhuriyete hukuk serüvenimiz,

2- Osmanlı’nın kapitülasyonlarla oluşturduğu çok hukuklu sistemin, onu çöküşe götüren önemli nedenlerden biri olduğu,

3-Lozan’ın önemli kazanımları yanında Irak sınırının kötü çizilmesi, Musul ve Hatay’ın kaybı gibi birkaç önemsiz eksiği nedeniyle “hezimet” gibi gösterilmesinin büyük haksızlık olduğu, Lozan’da Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusunun tescil edildiği vurgulanır. Ayrıca Lozan’da en çetin tartışmaların Kapitülasyonların kaldırılmasında, yani çok hukuklu sistemin lağvedilmesinde yaşandığına özellikle dikkat çekilir.

 Kitabın içeriğini birkaç başlık altında derleyerek ve özetleyerek, yazarın anlatımı ile vermeye çalışalım.

Medine Vesikası

Medine Vesikası ile Peygamberimiz, Yahudi ve müşriklere tam bir din hürriyeti, yargı ve yönetim konularında ise bir tür kabile otonomisi tanımıştır. İslam devletiyle ilişkileri itaata dayanır. Zaten ulaşım ve haberleşme imkanlarının kısıtlı olduğu, medeni ilişkilerin çok yoğun olmadığı dönemlerde sadece İslam dünyası değil, diğer toplumlar da çok hukuklu idi.

Türkiye’de çoğulculuk kurgusu İslamcı kesimi öylesine etkilemiştir ki, çok-hukuk savunucuları Hindistan’da Müslümanlarla Hindular arasında niye hala büyük gerginlikler yaşandığını, Pakistan’da ahalinin ümmet bilinci ile birleşmek yerine niye hala cemaatlere, mezheplere, etnisitelere göre çatıştıklarını, bir sosyolog gözüyle görememektedirler

 Ancak tarihi seyir içinde dinler arası ticari ve sosyal ilişkiler yoğunlaştıkça dünyevi işlerde cemaati de aşarak hukuk birliğine yönelmek, zaruret haline gelmiştir.

 Milletin hukuk sahasındaki ifadesi, temel yasalarda hukuk birliğidir. Kişilerin dinlerine, aşiretlerine, yörelerine, mesleklerine, … v.s. göre farklı hukuklara değil, vatandaş olmalarına göre tek hukuka tabii olmaları esastır.

 Osmanlı’da Çok Hukukluluk

 Fatih’in sistemleştirip devlet için bir esas teşkilat hukuku kaidesi haline getirdiği dini cemaat (millet) sistemi, her dini cemaatin kendi dini kurallarına göre idare edildiği “çok hukuklu” bir sistemdi.

 Çok hukuklu sistem zamanla ciddi sorunların kaynağı olmuştur. Bu Osmanlı toplumunun din farklarına göre bölünmesi anlamına geliyordu. Bu olgu, Osmanlı’nın zaafa uğraması ve Osmanlı milletlerinin (cemaatlerinin) uluslaşmasını hızlandırmış ve Osmanlı’nın parçalanmasında birinci sebebi teşkil etmiştir. Bu gidişe tepki olarak Tanzimat Fermanı ile bütün Osmanlı tebaasının bir “Osmanlı vatandaşlığı” konsepti içinde mütalaa edilmesi düşünülmüştür. Bu sisteme göre Osmanlı Devleti çeşitli uluslardan oluşan bir mozaik görünümündeydi.

 Osmanlı’da Yargı Birliğini Sağlama Çabaları

 Tanzimat süreci din farklarına dayanan çok hukuktan, vatandaşlık esasına dayanan bir hukuk birliğine geçiş çabasıdır. Hukuk birliğine geçmek için de 19 Şubat 1869’da “Tabiiyet-i Osmaniye Kanunnamesi” çıkarılmıştır.

 1876 da ilan edilen ilk yazılı anayasamızın 8. Maddesi aynen şöyledir; “Devleti Osmaniye tabiiyetinde bulunan fertlerin cümlesine hangi din ve mezhepten olursa olsun bile istisna Osmanlı tabir olunur.”

 Kapitülasyonlar gereği Osmanlı’da “Şeriye Mahkemeleri” (Müslüman halkı yargılayan),” Kilise Mahkemeleri”, (azınlıkları yargılayan), “Konsolosluk Mahkemeleri” (yabancı devlet tebaasını yargılayan)nden oluşan üçlü yargı vardı. Bunun yerine bütün Osmanlı vatandaşları ve Osmanlı ülkesinde iş yapan yabancıların tabi olacağı “Nizamiye Mahkemeleri” nin kurulmasıyla yargı birliğine geçişin ilk adımı atılmıştır. İşte bu mahkemelerde uygulanacak temel yasaların en önemlisi ise bir hukuk şaheseri olan “Mecelle” dir. Mecelle, din farkı gözetmeksizin tüm Osmanlı’lara uygulanmak üzere bilgi temelini Fıkıhtan kamu hukuku temellerini vatandaşlık kavramından alan bir kanundur. Mecelle 1926 yılında İsviçre’den adapte edilen Türk Medeni Kanunu’na kadar yürürlükte kalmıştır. Cevdet Paşa, İslam hukukunda şeriatın ilgi alanı dışında kalan, devlete yasama ve yargı yetkisi veren geniş bir alanın bulunduğuna dikkat çekmiştir. Bu olgu Türkiye’de laikçilerin de, siyasal İslamcıların da görmezlikten geldiği bir gerçektir.

Mecellenin hukuk tarihimizdeki en önemli işlevi, bütün vatandaşlara uygulanması ve modern mahkeme ve adalet arama fikrinin yerleşmesini sağlamasıdır.

  Osmanlı bir yandan ülke içinde bir entegrasyon sağlamak için, öte yandan dışarıya karşı kapitülasyonları kaldırmak için yargı birliğine yönelmek mecburiyetini hissetmiştir. Yargı birliğinin kapitülasyonlarla ilgili boyutu Lozan’a kadar devam etmiştir.

 Büyük Cevdet Paşa’nın açtığı kapıdan 1917 ye gelindiğinde artık bütün Osmanlılar için geçerli ve kanunların mülkiliği ilkesine dayalı Nizamiye Mahkemeleriyle yeni kanunlarla, mecelle ile ve adliye vekaletine bağlı aile hukuku ile yargı birliği epeyce sağlanmıştı.

İstisna baş belası kapitülasyon mahkemeleriyle, azınlık (kilise) mahkemeleriydi, onlar da ancak Lozan’da çözüme kavuşacaktır.

 İçerde bu gelişmeleri şeriata aykırı sayan yobazlar, dışarıda kapitülasyonları ve azınlık mahkemelerini sürdürmek isteyen devletlerin baskıları nedeniyle, yargı birliği yönündeki bu gelişmeler kolay olmamıştır.

 Tanzimat devrinde hukuk alanında yapılan reformlarla, Abdülhamid zamanında atılan adımlardan sonra, ittihat ve terakki hükümetinin önünde konumuz bakımından iki önemli sorun kalmıştır; Kapitülasyonlar ve Patrikhane’nin halen devam eden yargı yetkisi.

 5 Eylül 1914 de Bakanlar Kurulu Kapitülasyonların kaldırılması ve bunun bir nota ile ilgili devletlere bildirilmesini kararlaştırdı.

 Bu sırada itilaf devletleri (İngiliz, Fransız, Rus) kapitülasyonların kaldırılmasına itiraz ederler ama Osmanlı’yı Almanya’nın yanına itmemek için yumuşak bir dil kullanırlar. Kapitülasyonlar kalkmıştır ama Sevr ile daha kötüsü yürürlüğe konacaktır.

 Aile hukuku alanında devletin ilk hakiki reformu 25 Ekim 1917 tarihli “Hukuk-u Aile Kararnamesi”dir (HAK). HAK devletin kanunu olarak Müslümanların ve azınlıkların aile hukukunu ayrı ayrı düzenlemiş, böylece hukuk birliğini sağlayamamış ama kanun birliğini sağlamıştır. Ayrıca yargı birliği de sağlanmış oluyordu.

 Ancak Tttihat ve Terakki yıkılıp liderleri İngilizler tarafından Malta’ya sürülünce 4 Mayıs 1920 de Şeriye mahkemeleri, Adalet Bakanlığından alınıp tekrar şeyhülislamlığa bağlandı. Paralel olarak Rum ve Ermeni Patrikhaneleri de aile hukuku alanında tekrar yargı haklarını aldılar. İşte Damat Ferit hükümeti, güçlükle ve uzun çabalarla sağlanmış hukuk birliğini yeniden parçalamıştı. HAK da ilga edilmiştir. HAK ın ilgasında fanatik İslamcıların muhalefeti ve azınlıkların işgal devletleri (İstanbul’u işgal eden) nezdindeki teşebbüsleri rol oynamıştır.

 Patrikhane hukuk birliğinin parçalanmasını sağladıktan sonra, bunu Sevr Antlaşmasının 149. Maddesine koydurmayı başarmıştır.

 Hukuk birliğinin parçalanmasını sağlayan iki işbirlikçiden biri, Sadrazam Damat Ferit öteki ise Şeyhülislam Mustafa Sabri idi.

Sevr’de Çok-Hukukluluk

Osmanlı 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesini imzalamıştır. 12 Ocak 1919’da Paris Konferansı (Galipler Zirvesi) toplanmış ve özetle haçlı bilinçaltı ortaya konulmuştur. 12 Şubat 1920’de Londra Konferansı toplanmış, bu arada İstanbul ve İzmir işgal edilmiştir.

Sevr’e hazırlık olmak üzere Londra ve San Remo Konferanslarında toplanan itilaf devletleri, azınlıklar ve kapitülasyonlar konusunda aldıkları kararları Osmanlıya kabul ettirmek için Yunan’ı Anadolu’ya salmışlardır. İstanbul hükümeti Sevr’i imzalamış, fakat Meclis-i Mebusan onaylamayacaktır. Sevr hukuken geçersizdir, ancak bir utanç belgesidir. Bir şark meselesi evrakıdır.

 Çok hukukluluğun sonu: Lozan

 Lozan’da itilaf devletleri çok hukuklu sistemi istemektedirler. En çok da HAK’ın( Hukuk-u Aile Kararnamesi’nin) getirdiği hukuk ve yargı birliğine hücum etmektedirler. Ama iç hukuku bütünleştirme ve kapitülasyonları kaldırma ve azınlıklar sorununu devletin egemenliğine uygun biçimde çözüme kavuşturma Lozan’da mümkün olabilmiştir.

 Gene Lozan’da Patrikhane’nin Osmanlı’ya büyük problemler açan idari, siyasi, yargısal yetkilerine son verilmiş ve sırf bir dini kurum olarak kalması sağlanmıştır.

 Hilafet ve saltanata bağlı ittihatçı bir hükümet HAK’ı çıkardığına göre arkasına milli mücadeleyi almış, hilafeti ve saltanatı kaldırmış T.C. Hükümetinin bir aile hukuku düzenlemesi yapması kaçınılmazdı. 17 Şubat 1926 “Türk Medeni Kanunu” Mecliste kabul edildi.

Sonlarken

  Yazımızı, millet olmanın temel şartlarından birinin herkesin vatandaşlık bazında aynı hukuka bağlı olması gerektiğinin altını çizerek ve  bunun dışına çıkılmasının sakıncalarını gene kitaptan alıntılarla bitirelim;

 Aradan 150 yıl geçip büyük bir sosyal ve ekonomik değişim yaşandıktan sonra, tekrar çok hukuklu sisteme dönersek, siyasal İslamcıların bu uçsuz bucaksız denizden nasıl çıkacakları meçhuldür.

 Günümüzde çok hukuklu sistemi savunanların hukuk bilimi diye bir itinaları ve birikimleri olmayıp ideolog ve politikacı tipinde insanlar olmaları, savundukları soyut projede birçok boşluk meydana getirmiştir.

 Çok hukuklu sistem ideologlarının önerisi, dinamik rasyonel bir milli hukuk oluşturmak değildir. Hukuk kabileleri oluşturmaktır. Vatandaşların din ve inanç farklarına dayanan bir hukuklar sistemi sosyal gelişmeyi önler. Dahası toplumu kalıplaştırır, kabileleştirir. Osmanlı’da gayrimüslimlerle Müslümanların yakın ilişkilerini engelleyerek toplumsal entegrasyonu önleyen çok hukuklu sistemin, ne kadar vahim sonuçlar doğurduğuna tarih şahittir. Yugoslavya yakın tarihimizden örnektir.

 Globalleşme çağında milletlerarası hukuk ve milletlerarası kurumlar olabildiğine gelişirken milleti kendi içinde kabilelere ayırmak akıl alacak iş değildir. Günümüzde hukukun, çatışan, din, mezhep, felsefe ve etnisite farklarına değil, birleştirici vatandaşlık ve ülke esasına dayanması ve uygulanması şarttır.

Yazar

Aziz Bozatlı

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar