OSMANLI’NIN TÜRK’E BAKIŞI… Aziz Bozatlı yazdı

Bizim kuşak, ilk ve orta öğrenimimizde, Osmanlı’nın tarihteki en büyük ve en uzun süre hüküm sürmüş bir Türk devleti olduğunu okuyarak, Osmanlıyı ve zaferlerini yücelten marşları söyleyerek büyüdü. Yaşımız ilerledikçe okuduklarımızdan, Osmanlının Türk unsurunu ihmal ettiği, devletin yönetim kademelerinden uzak tutuğu, yolunda değişik kaynaklardan birçok bilgi edinmeme rağmen bunları öne çıkarmayı düşünmezdim, gereksiz bulurdum. Gerçek […]


Paylaşın:

Bizim kuşak, ilk ve orta öğrenimimizde, Osmanlı’nın tarihteki en büyük ve en uzun süre hüküm sürmüş bir Türk devleti olduğunu okuyarak, Osmanlıyı ve zaferlerini yücelten marşları söyleyerek büyüdü.

Yaşımız ilerledikçe okuduklarımızdan, Osmanlının Türk unsurunu ihmal ettiği, devletin yönetim kademelerinden uzak tutuğu, yolunda değişik kaynaklardan birçok bilgi edinmeme rağmen bunları öne çıkarmayı düşünmezdim, gereksiz bulurdum.

Gerçek şu ki,  tüm Türk devletleri hanedan değişiklikleri ile birbirinin devamı olarak, Türkün devlet geleneğini ve devamlılığını sürdürmüşlerdir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş ise emperyalistlere karşı tarihin kaydettiği en büyük kurtuluş savaşı verilerek, rejim de değiştirilerek sağlanmıştır. Toplum aynı toplumdur. Benim babam Osmanlı vatandaşı sıfatıyla padişahımızın bir kulu idi, ben de Cumhuriyet’in onurlu bir vatandaşıyım. Osmanlı’yı inkar etmek, babamızı inkar etmekle eşdeğerdedir. Ama bir gerçek daha var ki; Osmanlı, doğal ömrünü doldurmuş, tarih sahnesinden çekilmiş ve yerini Türkiye Cumhuriyetine bırakmıştır. Biri birinin rakibi veya alternatifi değildir. Osmanlı, Türkiye Cumhuriyetini doğururken ölen ana gibidir. Ananın ölümü kaçınılmazdı. O çocuğu salimen dünyaya getirenler de, Osmanlı okullarında eğitim görmüş, Osmanlının bir avuç subay ve aydını, yani Mustafa Kemal ve arkadaşlarıdır. Cumhuriyet, canla başla verilen bir kurtuluş savaşı ile <mümkün olabilendir>. Yumurta tokuşturur gibi Osmanlı ve Cumhuriyeti tokuşturmayı, anlamsız bulurum.

90’lı 2000’li yıllara gelince ülkemizde kendini “İslamcı” olarak tanımlayan kesim, yönetimde ve medyada çok önemli bir güce eriştiler. Böylece eskiden dile getiremedikleri bazı konuları yazılı ve görsel medyada, her fırsatı kullanarak topluma empoze etmeye çalıştılar. Bunlardan birkaçı;

Türk tarihinin Osmanlıdan ibaret gibi gösterilmesi,

Ecdat denince sadece Osmanlının kastedilmesi,

Hiçbir pratik değeri olmadığı halde “Osmanlıca”nın ihya edilmek istenmesi,

Arapçanın tıpkı Osmanlı’daki gibi kutsanarak, Türkçenin horlanması,

Türk diye bir ırkın olmadığının iddia edilmesi… vb.

Acaba, günümüzde, Cumhuriyet’e Atatürk’e, Türklüğe, Türk milliyetçiliğine mesafeli duran bu kesimin Osmanlı tutkusu ile Osmanlı’nın Türk’e bakışındaki olumsuzluk arasında bir ilişki, bir benzerlik var mıdır? Gene bu kesimin son yıllarda depreşen Arapça ve Osmanlıca tutkusu ile geçmişte Osmanlı’nın Türkçeyi horlaması arasında bir ilişki var mıdır? Diye sormaktan kendimi alamadım.

Günümüzde vilayetlerden, okullardan “TC” ibaresinin kaldırılmasından başlayıp, Türk Tabipler Birliğinden “Türk”, Türkiye Barolar Birliğinden “Türkiye” adlarının silinmesi noktasına ulaştık.

Maksadım günümüz tartışmalarına tarihten malzeme toplamak değildir.  Ama gururla “Ne Mutlu Türküm Diyene” dediğimiz günlerden, Türk adının silinmesi için her fırsatın değerlendirildiği günlere gelince, bunların nedenlerini sorgulamak doğal hale geliyor.

Türk’ün ve Türklüğün zor bir dönemden geçtiği günümüzden geriye giderek, Osmanlı’da Türk’ün durumuna bir göz atmak ihtiyacı duydum. Yazının hacmini şişirmemek için ancak bir kısmına yer verdiğim aşağıdaki referanslarımdan da görüleceği üzere, Osmanlı’nın çöküşünün önemli nedenlerinden biri de kurucu unsur Türk’ü ihmali ve horlamasıdır.

“OSMANLI’NIN TÜRK’E BAKIŞI” KONUSUNU KİM NASIL ANLATMIŞ?

“Osmanlı’nın Türk’e bakışını” anlatırken, Osmanlı şairlerinin Türk’ü aşağılayan, küfürlerle dolu marjinal şiirlere, Türkleri hunharca öldüren “Kuyucu Murat Paşa” gibilerinin eylemlerine veya tartışılan benzer uç örneklere yer vermeyeceğim. Daha ılımlı, daha tartışmasız ve daha güvenilir kaynaklara başvuracağım. Sizleri rakamlara boğmaktan da kaçınacağım. Ancak bir fikir vermek için, İstanbul’un alınmasından IV. Murat’ın ölümüne dek geçen 187 yıl içinde devşirmelerden 66, Türk kökenlilerden de 10 kişinin sadrazamlığa atandığını, aynı dönemde, devşirmelerin toplam 167 yıl, Türk kökenli sadrazamların da 17 yıl görev yaptığını belirtmekle yetineceğim.

Abdülmecit’in Sadrazamı Ali Paşa’nın görevden ayrılırken 7-Eylül- 1871 de, tarihe not düşmek için yazdığı, uzunca vasiyetnamesinin iki maddesini ilgisi nedeniyle aşağıya alıyorum;

“Müslüman teba devlete hizmet ediyor, ötekiler para kazanıyor… On yıl kışlalarda ömür tüketip köyüne dönen bir erkek ne işe yarar? Müslümanlar da Hıristiyan mesleklerine el atmalıdır.”

Yıkılışından tam yarım asır önce görev yapan bir Osmanlı sadrazamının bu görüşlerinden sonra sizleri, kendim bir yorum yapmaksızın, Ali Paşa’yı doğrulayan diğer bazı yazar, tarihçi ve bilim adamlarının görüşleri ile baş başa bırakıyorum:

Dr. Rıza Nur[1];

“Devlet ilk zamanlarda Türkmenlere dayanıyordu. Devletin direği onlardı… Müslümanlık anlayışı baskın gelince, Türk’ten başka unsurlar başat olmaya başladılar… Yabancı unsurlar saraylara sokulmuşlar, nüfuz kazanmışlar, yönetimi ellerine almışlardır… Türk, kellesini koltuğuna alır, savaş meydanlarında ömrü geçer. Bin bir zorlukla yoksulluğa katlanır, uykusunu bile at üstünde uyur, didinir vurunur, bir devlet kurar getirir, iki gün sonra yabancı unsurlar mikroplar halinde devlete üşüşürler. Bakarsın ki devleti yemeğe koyulmuşlar. Yapışmış emip dururlar. Yalnız yeseler, emseler o da bir şey değil! Üstelik bir de Türk’e hakaret yağdırırlar.”

Bernard Lewis[2];

“Bu tutum ve koşullar içerisinde Türk kimliği, yönetimin merkezi olan İstanbul’dan uzak, savaştan savaşa asker toplamak için anımsanan, Anadolu köylerinde kapalı bir kültür içinde dili ve töreleri ile yaşamıştır. Zaman içinde “Türk”, yöneticisine o denli yabancılaştırılmış ki, kimi kez Osmanlı efendisine, Türk demek hakaret sayılmış, “Türk” sözcüğü, Anadolu köylüleri için kullanılır olmuştur.”

Cengiz Özakıncı[3]

Tarihçi-Araştırmacı yazar, çöküş döneminde Ülkemizde görev yapan yabancı misyonun ülkelerine gönderdikleri raporlardan ve yabancı kaynaklardan verdiği birçok örnekten ikisini buraya alarak, yabancı gözüyle bakışa devam edelim;

İngiltere’nin İzmir konsolosu Charles Bulunt’un 28 Temmuz 1860 tarihli raporundan;

“Bölgenin durumu gün geçtikçe iyileşmekte… Ancak, bu iyileşmelerden yararlananlar Türkler değil, onları soyup soğana çeviren Hıristiyanlar. Gülhane hattı şerifinden sonra Hıristiyanlar tarımla ilgilenmeye başladı. ..Askerden dönen Müslüman tarlasını işletmek için Hıristiyan tefecinin pençesine düşüyor… Sonunda toprağını satmak zorunda kalıyor. … İzmir yakınlarında topraklar yabancıların eline geçti… (Gâvur İzmir denmesinin nedeni A.B.)”… Müslüman halk sorumsuz merkezi İstanbul hükümetinde kesinkes temsil edilmiyor. Padişahın Müslüman teb’asının başkentte derdini anlatabileceği hiç kimsesi yoktur… Hıristiyanların dertleri can kulağı ile dinleniyor… Üstelik hiçbir şikâyetleri olmadığı zaman da onlar adına hayali şikâyetler uyduruluyor… Burada 1830-1860 yılları arasında Türk nüfus 80 binden 41 bine düştü. Rum nüfusu aynı dönemde 20 binden 75 bine yükseldi…”

Fransız coğrafyacı Elise Reclus’ın 1884 de yayınlanan coğrafya kitabından bir cümle;

“Askerlik görevi yalnızca Türklere yükletilmiş olup, Türk gençleri ailelerinden alınır ve pek uzun bir süre için, çoğunlukla sonsuza dek ayrılır. İmparatorluğun en değerli halkı böyle tüketilir mi?”

Prof Dr. Çetin Yetkin[4]

Üç ciltlik eserinde bu konuda çok sayıda bilim adamına da atıfta bulunur, onlardan birkaçı;

Vasiliev’e göre Osmanlı devleti, “Greko-Slavo-Türk” bir devlet niteliğindedir.

H.A. Gibbons ve onun görüşüne katılan M. Fuat Köprülü şu tespitte bulunur. “Osmanlı Hıristiyan unsurlarla kendisini güçlendirdikten, ama bu arada Türk devleti olma özelliğini de yitirdikten sonra, Anadolu Beylikleri üzerine yürümüştür.”

Prof. T. Timur, “Osmanlılar Balkanları fethederken, Balkan Aristokrasisi de Osmanlıyı fethetti” Der.

İttihatçı Tunalı Hilmi şöyle der; ” Osmanlılık Türklük demek değildi. Ne kimseye zarar verir, ne de kimseye dokunur. Böyle olunca kim Osmanlı olamaz ki?”

Koçi Bey, IV Murad’a sunduğu risalesinde özetle der; “……Şimdiki halde reaya fukarasına olan zulüm hiçbir yerde, hiçbir iklimde, hiçbir  padişah memleketinde olmamıştır……Devlet-i Aliye’ye faydalı olanı söylememek elimde değil”

Ziya Gökalp Şöyle der; “İdare eden bütün kozmopolitler Osmanlı sınıfını, idare olunan Türkler de Türk sınıfını teşkil ediyorlardı. Bu iki sınıf birbirini sevmezdi. Osmanlı sınıfı kendini millet-i hakime (hakim sınıf), suretinde görür, Türklere de millet-i mahkure (Hor görülen millet) nazarıyla bakardı.

Paul Ricault ise; ” Yönetici kesim, her ulustan açgözlülükte en önde gelenlerden oluşur..” der ve birçok devşirme paşanın Rumeli’ye gittiğinde önce eski çevrelerini ziyaret ettiğini, ailelerine kol kanat gerdiğini,  örneklerle isim ve yer belirterek anlatır.

Prof. H. R. Tankut’a göre; Celali direnişleri giderek “Eşkıyalığa” dönüşür, ama halk eşkıyayı da Osmanlı mütegallibe ve bürokrasisine tercih eder.

Casim Gürbüz[5]

Bir de yakın zamanda bu konuya değinmek gereği duyan bir köşe yazarına kulak verelim. Şöyle diyor köşe yazısında;

“…Ve Osmanlı’yı bir dönem sonra soyu-sopu karmakarışık padişahlar ile dönme-devşirme ittifakı yönetir oldu, Türk hep aşağılandı. Bir dönem geldi ki, Türk devlet felsefesinden iz bile kalmadı, Bizans’ın mirasını sahiplendi Osmanlı.”

Mehmet Sarıtaş[6]

1999 da Türk ocakları genel merkezi, Osmanlı’nın kuruluşunun 700’ncü yılı münasebetiyle çok kapsamlı bir ”Türk Yurdu özel sayısı” çıkarttı oradaki bir makaleden alıntı;

“…Devşirme sistemi Türklerle devletin arasına aşılmaz bir engel olarak girmiştir; devşirme sistemi kuvvetlendikçe ve özellikle de yeniçerilerle kendi ordusunu kurunca, devletin halktan uzaklaşması süratlenmiştir. Bu ise çöküş sürecine dönüşmüştür. ‘Cumhuriyet Türkiye’sinde Türklüğe dönüş konusunda bilinçli bir politika hakim olmuştur…”

Prof. Dr. Remzi Oğuz Arık[7]

Hem siyasetçi ve hem de Bilim adamı kimliği ile Osmanlı’nın çöküşünün nedenlerini sayarken en tehlikelisi ve önemlisi olarak;

“Anadolu’nun Osmanlı’nın sonraki yönetimlerince müstemlekelerin uğramayacağı ihmale uğrayıp, istinatgâhını (dayanağını) kaybetmesidir.” der ve ekler;

“Osmanlı, Anavatanı müstemlekeler yolunda inanılmaz bir gafletle, (yahut başında bizzat müstemleke çocukları, dönmeler hüküm sürdüğü zaman) şuur parçalayıcı bir hıyanetle harcamak; bizim imparatorluğu başka imparatorluklardan ayıran en mel’un özellik olmuştur.”

Osmanlının Türkçeyi dışlayıp, Türk kültürünü horlayıp, Arap-Acem dil ve kültürüne sarılarak, üç dilin karışımı çorba bir “Osmanlıca” yaratmasının arka planındaki mantığı, gene Remzi Oğuz Arık’ı referans alarak okuyalım;

“Allame olmak için Arapça, Acemce bilmek şarttır. Üstün insan olmak için, Arap, Acem diyarından gelmek yeterlidir. Buralardan gelen kılıksız dilencilerin bile, yakın zamana kadar(1920’lere)nasıl bir bürokrasi meydana getirdiği, şark kozmopolitleri tarafından nasıl himaye gördükleri bilinir. Acemce basit bir gazel, sefil bir kaside, bir şaheser gibi payeler almıştır. Türk ve Türk kültürü, Türk folkloru aşağılanmıştır. “Alaturka” deyince Türkün hayatı, zekâsı, zevki, sanatı değil, tebası olmuş şark milletlerinin adetleri, telkinleri ve bulanık zevkleri kastedilir.”

Prof. Dr. Orhan Türkdoğan[8]

Sosyal bilimci kimliği ile sn. hocamızın tespitleri önemli olmakla beraber, başka birçok bilim adamına da atıfta bulunur. İşte tespitleri;

“Osmanlılar, toplumun temel elemanlarını savaşlarda dolaştırdılar. Bu suretle de kendi öz benliklerini bozdular…

Türkler, diğer etnik gruplar içinde kaybolmuştur. 1500-1850 yılları arasında 350 yıl böyle geçer. Türk maarif tarihi yazarı Osman Nuri Ergin’e göre; Kurulduğundan 18 yüz yıla kadar yüksek memuriyetlerde “Türkoğlu Türk”e az rastlanırdı…

Osmanlı benliğini, soyunu, kültür değerlerini ve coğrafyasını bir ümmet uğruna feda etmişti. Oysa İslam “kavmini sev” kuralını getirmişti…

Merkez kozmopolit bir tabakanın eline geçerek nepotik (akraba kayırmacı) bir konuma düşmüştür. Merkezin bu kozmopolit karakteri, ulus devlet olmayı, milli bir aydın tabakanın yetişmesini, engelleyerek, ülkenin bütüncül kimliğini dağıtmış ve etnisiteleri güçlendirmiştir.

Prof. Türkdoğan, yukarıdaki kitapta çokça değindiği bu konuyu, “Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı”nın yayın organı olan “Tarih” dergisinin Kasım 2016 sayısında çıkan “Osmanlı Kimliği veya Türk Toplumunun Etnisite Serencamı” başlıklı makalesinde, güncelleştirerek şöyle vurgulamıştır:

“Türk toplumu niçin Asyatik kökenlerini temsil eden öz kimliğini dışlayarak, Osmanlı ile kozmopolit yöneticilere teslim olmuştur?  Ermeni’yi “Kavmi Sadıka”, Arap’ı “Kavmi Necip” kendi öz halkını da “Kavmi Ecnebi” konumuna getirmenin anlamı ne olabilir? … Günümüzde Türklük bilincini dışlayarak Türkiye’yi “Osmanlı tipi” bir benzeşimle yönlendirmeye çalışan “Yeni Osmanlıcılık” akımı, artık tarihten ders alarak, kendine dönüş yapmalı ve demokratik bir yaklaşım içinde kurucu kültürün norm ve değerlerine sadakatlerini göstermelidirler…  Atatürk’ün kurduğu milli devlet, Türk milletinin hak ve yetkilerini serbestçe kullanması iradesine dayanır.”

Tarihçi Yusuf Akçura, 1910 da kurulan “Osmanlı Tarih Encümeni”nin, Türk adına yer vermemiş olmasını kasıtlı bularak eleştirir.

Yazımızı Osmanlı’nın Türk’e bakışını şiirleştiren değerli meslektaşım, kültür adamı, şair Prof. Dr. Osman Gökçe’nin bir dörtlüğü ile sonlandıralım;[9]

“Şu Osmanlı güya bizim devlettir

Adı mı Türk, dili mi Türk, nesi Türk?

O devleti kuran bizim millettir.

Ölen kalan şehit gazi hepsi Türk.”

 

KAYNAKLAR: (Metindeki sıraya göre verilmiştir)

[1] Dr. Rıza Nur-Türk Tarihi-cilt 3, 1924-Sy 122, Türkçe çeviri- Atatürk’ün okuduğu kitaplar-2001 cilt 1 sy-342

[2] Bernard Lewis-Modern Türkiye’nin Doğuşu. Türk Tarih Kurumu Yayını-Ankara

[3] Cengiz Özakıncı-Bütün Dünya- Başkent Ünv. Yayını-Kasım-2016/11-Ankara

[4] Prof Dr. Çetin Yetkin- -Türk Direniş ve Devrimleri- Cilt-I-II-III- Otopsi yayınları-2003 İstanbul

[5] Casim Gürbüz- Yeniçağ Gazetesi-ağ-2017

[6] ) Mehmet Sarıtaş-Türk Yurdu dergisi-Özel sayı-1999 Aralık-2000 Ocak-sy; 148

[7] Prof Dr. Remzi Oğuz Arık- Coğrafyadan Vatana- MEB Bin temel eser-1968

[8] Prof. Dr. Orhan Türkdoğan- Kemalist Sistem ve Sosyo-kültürel Yapısı- Çizgi kitabevi, 2015 Karatay-Konya

[9] Prof. Dr. Osman Gökçe-Baytaran -şiirler– Zeus kitabevi- Ocak 2018 İzmir.

Yazar

Aziz Bozatlı

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar