Yükleniyor...
7 Mart 2018
Son beş on yıllık dönemde toplumumuzdaki bölünmüşlük ve ayrışma, artık milli birliğimizi ve bütünlüğümüzü tehlikeye düşürecek boyutlara ulaştı. Ayrışma konuları demokrasilerde normal karşılanması gereken, İktidar yanlıları ve muhaliflerinin çok ötesine geçerek, Laik-Antilaik, Modern-Gelenekçi, Dindar-Laik, Sünni-Alevi, Türk-Kürt gibi alanlara yayıldı.
Böyle bir ortamda Ülkemiz sınırlarımız ötesinde beka mücadelesi niteliğinde bir harekat yapılıyor, terör gruplarının vekaletinde ABD başta olmak üzere başka devletlerle savaşıyoruz. ABD belli ama Suriye, İran, Rusya ve hatta İsrail ile de savaşıyor muyuz? Net değil.
Hem iç ve hem de dış şartlar itibariyle çok zor günlerden geçerken bile, siyasi ve askeri nitelikli birçok hatanın yapılıyor olması insana ister istemez benzer hataların yapıldığı “Balkan Bozgunu” günlerini hatırlatıyor.
Siyaseten yapılan yanlışlar
Ordu dışarda bir harekât yaparken, iç cephenin yani milletin bütünlüğünün sağlam tutulması gerekir. Biz bunun hayati bir gereklilik olduğunu, Dünya tarihinin kaydettiği en büyük kurtuluş savaşını verirken, yaşayarak öğrendik. Kadın-erkek, yaşlı-genç, fakir-zengin, Alevi-Sünni demeden omuz omuza savaşmadık mı? Savaştığımız güçlerin yerli işbirlikçisi hainler dışında, Türk milletinin ezici çoğunluğu birlik ve bütünlük içinde değil miydi?
Ordumuz zor şartlarda şehitler verirken bile siyasilerin ayrıştırıcı, kavgacı tavırları üzücüdür. Balkan savaşının bize bıraktığı çok ders vardır, onlardan biri de şudur; “Muhalefet-İktidar çekişmesi olağanüstü şartlarda ertelenir. Milletin yarısı ile tarih yazılmaz”
Bir diğer yanlış, olur olmaz her toplantıda savaşın konuşulmasıdır. Savaş polemik konusu yapılmamalıdır. Siyasi konuşmaların yapıldığı salonlarda “bizi Afrin’e gönder” benzeri sloganların atılması, “Önce biz gideriz” gibi cevaplar, cephedeki askerimize en hafif tabirle haksızlıktır. Moral bozucudur. Onlar görevini yapamıyorlar mı? Gencecik canlar toprağa düşüyor. Savaş, sokaktaki adamın yapacağı iş değildir. Bir, hatta birkaç türlü eğitimden geçmeden insanlar savaş alanlarına sürülemezler. Bu ülkede askere alınmanın kuralları vardır. Mevcut askerimiz sayıca yetersiz kalırsa, ihtiyat güçleri oluşturmanın da kuralları vardır. Milis gücü toplamıyoruz. Düzenli ordu ile bir harekât yapıyoruz. Popülizm kokan bu tür söylemlerin, gerçek hayatta karşılığı da yoktur. Siyasilerin görevi, savaş meydanlarında değil, diplomasi masasında zaferler kazanmaktır.
Bir diğer istismar konusu, ülkemizdeki Suriyelilerin, savaşa gitmek için yaptıkları gösterilerdir. Bunların da kamuoyundaki Suriyelilere yönelik tepkileri yumuşatmak için maniple edildiği akla geliyor. Eğer bu Suriyeliler samimi iseler, sınırlar açık, vatandaşları Afrin’de ÖSO adı altında savaşıyor. Gidip katılmalarının önünde hiçbir engel yoktur. Devletimiz de bunlara yardımcı olmalıdır.
Askerimizin yanlışları
Türk milleti ordu millettir. Ben de ordumla gurur duyarım. Düğüne gider gibi savaşa gidişleri, gurur vericidir, her türlü takdirin üzerindedir. Tırnaklarına taş değmesin, Tanrı yardımcıları olsun. Salimen yuvalarına dönmeleri için milletçe dua ediyoruz. Ama keşke savaşan askerimizi eleştirmek zorunda kalmasaydım. Basında ve sosyal medyadaki resimlere bakınca, sevgili askerlerimizin kimisinin “rabia”, kimisinin “bozkurt”, kimisinin de “bir eliyle rabia, diğer eliyle bozkurt” işareti yaptıkları görülüyor. Bozkurt Türk milletinin sembolüdür, ama günümüzde bir siyasi parti algısı yaratmaktadır. Bu çocukların heyecana kapılarak iyi niyetle yaptıkları bu hareketlerin, arkalarındaki milletin bölünmesinden ve korkarım zaman içinde kendi aralarında ayrışmaya neden olmasından ciddi olarak endişe edilmelidir. Balkan bozgununda subaylarımızın bölünmesini yaşadık. Şimdi bölünme tabana mı indi? Komutanlar derhal bunu disipline etmelidirler.
Bir diğer yanlış, harekât alanına giden generallerimizin ÖSO mensupları ile resim çektirmeleridir. İki bin yıldan fazla bir geçmişe sahip Türk ordusunun generalinin ne idüğü belirsiz, yarın nerede olacağı da bilinmeyen bir âdemle aynı karede görünmesi, yanlıştır. Bunun başkaca sakıncalarına burada girmek istemiyorum. Kendileri takdir etmelidir.
Tarihten ders almalıyız
Yakın geçmişte hain FÖTO örgütünün ordumuza sızarak onu nasıl felç ettiğini gördük. Bu konu herkesin bildiği taze bir konu olduğu için girmeyeceğim. Ancak ordumuzda, Balkan bozgunu öncesinde yaşadığımız trajik bölünmeyi, hafızalarımızı tazelemek ve ders almak bakımından hatırlatmak istiyorum.
İttihat ve Terakki
3 Haziran 1889 da İstanbul’da 5 tıbbiye öğrencisi “İttihad-ı Osmani Cemiyeti”ni kurarlar.. Cemiyet 1895 te yurt dışına, Paris’e taşınır. Paris’te iken yapılan kongrede ikiye bölünür. Merkeziyetçi görüşlere sahip Ahmet Rıza ve arkadaşları “Terakki ve İttihat Cemiyeti”ni kurarlar.
Bu arada Talat Bey ve arkadaşları tarafından 1906 da Selanik’te “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” kurulur. Enver Bey bu cemiyete12’nci üye olarak katılır. 15’nci üye Resneli Niyazi’dir. Cemiyet Manastır ve Ohri çevresinde yayılır. Ohri kolağası Eyüp Sabri ve Ohri müderrisi Mustafa Efendi ve Kesriye mevki komutanı Fethi (Okyar) Bey’in katılımı ile cemiyet güçlenir. Bu cemiyet, “Terakki ve İttihat Cemiyeti” ile 1907 yılında birleşerek “İttihat ve Terakki Cemiyeti” adını alır.
Enver Bey silahlı isyanını ilan ederek, Tikveş tarafında dağa çıkar. Resneli Niyazi ise Manastır dağlarına çıkar. Saray, ayaklanmayı bastırmak için Şemsi Paşa’yı Manastır’a gönderir. Şemsi Paşa, teğmen Atıf Bey tarafından vurulur. Resneli Niyazi de Manastır’ı basar ve Ordu Müşiri Tatar Osman Paşa’yı dağa kaldırır.
Olaylar üzerine 23-Temmuz-1908 de II Meşrutiyet ilan edilir. Cemiyet partiye dönüşür.
1912 seçimlerini ordunun da yer yer desteği ile İttihat ve Terakki Partisi kazanır.
Ordu içinde İttihat ve Terakki Partisine karşı “Halaskaran-i Zabitan grubu” kurulur. Buna bir de “Mektepli subay” ve “Alaylı subay” karşıtlığı, eklenince, ordu karpuz gibi ikiye bölünür. Ordu siyasetin tam içindedir. Bu arada bu tehlikeli gidişin önünü kesmek için, ordunun siyasetle uğraşmasını yasaklayan bir kanun teklifi, Meclis-i Mebusan’dan geçmez.
Bölünmüşlük o kadar ileri götürülür ki;
1912 deki Arnavut ayaklanmasını, askerin siyasallaşması bağlamında, bazı asker ve sivil muhalifler desteklerler. Bu olayla ilgili Rıza Nur; “Arnavutlar memleketi ittihatçılardan kurtarmak için ayaklandılar“ diyebilmiştir. Selanik Ordumuz, 26 bin askeri tek kurşun atmadan Selanik’i, Yunan’a teslim eder.
Bir başka çarpıcı örnek; Edirne’nin düşmandan alınışının, Enver beye sağlayacağı itibarı kıskananlar, “Edirne’yi Enver alacağına Bulgar’a kalsın” diyebilmişlerdir.
Ordunun bu derecede siyasetin içinde olduğunu gören Abdülhamid, Selanik’te sürgünde olduğu dönemde yaverliğini yapan Ali Fethi Okyar aracılığıyla Talat Paşa’ya bir mesaj ileterek, bazı tavsiyelerde bulunmuştur. Bunların en önemlisi;
“Orduyu siyasetten uzak tutunuz” uyarısıdır.
“Balkan bozgununun nedeni asker azlığı değil, askerin bölünmüşlüğüdür”. Ordumuz bu utancı Çanakkale Savaşlarında ancak telafi edebilmiştir.
Bu arada çok tartışılan ve üzerinde tezvirat yapılan Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki ilişkisine de bir açıklık getirelim:
Mustafa Kemal, 1905 Haziran’ı ile Ekim’i arasında görev yaptığı Suriye’de, “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”ni kurmuştur. Mart 1906’da, Selânik’e gitmiş ve buradaki Ömer Naci, Hakkı Baha, Hüsrev Sami, İsmail Mahir ve Bursalı Tahir gibi arkadaşlarıyla Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin Selanik Şubesi’ni kurmuştur.
Mustafa Kemal 1906 Mayıs’ında acele olarak Suriye’ye dönmek zorunda kalınca, kendisine yeminle söz vererek Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin Selanik Şubesi’ni kuran yakın arkadaşları, daha sonra, İttihat ve Terakki kurucusu ve ilk üyeleri olmuşlardır. Daha sonra bu gizli cemiyete, 29 Ekim 1907’de, yani Enver’den bir yıl kadar sonra, 322 sıra numarası ile girişi, sevdiği ve güvendiği arkadaşı Ali Fethi (Okyar)’nin ısrarlı daveti üzerine olmuştur.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1909’da Selanik’te toplanan genel Kongre’sinde, bir oturuma Trablus delegesi sıfatıyla, Mustafa Kemal başkanlık etmiştir. Toplantı yerinin her defasında değiştirilmesi ve her toplantıya sıra ile delegelerden birinin başkanlık etmesi, usuldendir.
Ancak, Mustafa Kemal’in: “Ordu artık siyasete karışmamalıdır. Ordu kışlasına dönmelidir” tezini her yerde ve açıkça savunması, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin merkez çevrelerinde yavaş yavaş kendisine karşı öfkeli bir havanın doğmasına neden olmuştur. Enver, iyiden iyiye Mustafa Kemal’in aleyhine dönmüştür. Mustafa Kemal’in sert tenkitleri üzerine Hafız Hakkı’ya: “Mustafa Kemal fazla ileri gidiyor, buna bir çare bulalım“ demiştir. Bu kuruluş içinde bir ayrı kanat oluşturduğu arkadaşı Ali Fethi Sofya’ya Büyükelçi ve M. Kemal de askeri ateşe yapılarak uzaklaştırılmışlardır.
Bundan sonraki dönemlerde, “asker olarak ordudan ayrılmayan” ve Sofya dönüşü doğrudan savaş meydanlarına koşan, Mustafa Kemal’in artık İttihat ve Terakki Cemiyeti mensubu sayılması mümkün değildir.
Anadolu’da kurtuluş hareketi başlayınca Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın bu hareketi, Bolşeviklik ve İttihatçılıkla suçlaması üzerine; Sivas Kongresinde İttihat ve Terakkinin ihyasına çalışılmayacağına dair yemin edilmiştir.
Mustafa Kemal, Ankara’da Büyük Millet Meclisinin açılışından sonra da siyaset yapmak isteyenlerin ordudan kesinlikle ayrılmalarını sağlamıştır.
İttihat ve Terakki Fırkası hakkında Atatürk’ün son hükmü de şudur: “İttihat ve Terakki vatansever bir kuruluştur, kusurları, yanlışları ve zararları olmuştur. Ama vatanseverliği, tartışmaların üstündedir.”
Son sözler olarak şunu vurgulamak gerekir ki; Türk ordusu bir bütündür. Her ferdi, Türk milletinin en sevgili evladıdır. Askerlik savaşma sanatıdır. Asker, kışlanın nizamiyesinden girerken siyasi düşüncesini kapıda bırakmalıdır.