Yükleniyor...
10.10.2010
Teröre öncelikle meşruiyet bu açıdan bakmak zorundayız. Çünkü ne maksatla olursa olsun masum insanların öldürülmesi kabul edilemez. Bunun için terör, insanlığa karşı işlenen suçlar grubunda yer almakta ve soykırımdan sonra gelmektedir. Nitekim ABD ve AB üyeleri başta pek çok ülke, pek samimi olmasa da PKK’yı terör örgütü olarak kabul etmiştir. Kısaca, bir tarafta meşru olan devlet, öbür tarafta cinayet makinesi gibi çalışan gayri meşru terör örgütü vardır.
Bu güne kadar yapılan değerlendirmelerde, hayati derecede önemli olan bu hususun yeterince ele alındığını söyleyemeyiz. Böyle olunca da, bu tabii engel kolayca aşılmış ve terör örgütünün işi kolaylaşmıştır. Mücadelede yapılan hatalar, özellikle de bir olan milleti ayrıştırıp etnik temelde siyasallaşmasını, “demokratikleşme” ve “özgürleşme” sayan siyaset ve buna uygun düzenlemeler ülkeyi bugünlere getirdi. Örgüt meşrulaştı, muhatap alındı ve bir olan millet, milli devlet ve vatanı, iki kimlikli federal bir rejime dönüştürmeyi amaçlayan şartlar pazarlık masasına kondu. Açık bilgilere göre de anlaşma tamamlanmış, seçimlerden sonra gündeme gelecek anayasa ile gereği yapılacakmış.
Bugün medyada ülkenin bütünlüğü yoğun bir şekilde tartışılmaktadır. Üzülerek söylemeliyiz ki tartışmalarda, tamamen haklı ve meşru konumda olan devletimiz ve milletimiz yeterince ve gereğince savunulamamaktadır.
Bu acı tespitlerden sonra, varlığımızın dayandığı 3 meşru güç kaynağını özetle ifade etmek isteriz.
Bunlar:
• Devletin ve milletin tarihi, kültürü ve değiştirilemez olan temel yapısı,
• Ülkemizin dahil olduğu uluslar arası hukuk (Dünya düzeni),
• Bugün yaşanan dönemin iç ve dış şartları.
Bulara sırasıyla temas edelim. Malumdur ki Türk milleti ve devleti, birden bire mantar gibi yerden bitmedi. Tarihin derinliklerinden gelen, sosyal hayatin, kültürün, hukukun, siyasetin ve çevre şartlarının sonucu olarak oluşan kimyasal ve fiziksel bir terkip ve organizasyondur. Bu millet, bu aziz vatanda da bin yıldan beri kesintisiz egemen güç olarak dünyanın en büyük medeniyetlerinden birini kurmuştur. Türkiye Cumhuriyeti gibi Selçuklu ve Osmanlı’nın da Türk milletinin eseridir ve kimliği birdir.
Bu tarih içinde ister başlangıçtan itibaren birlikte olsun, ister sonradan katılmış olsun, bütün topluluklar kaynaşıp, Türk milletinin, eşit, şerefli üyesi olmuşlardır. O günden bu güne kadar meydana getirilen ne varsa hepsinin ortak sahibi ve yaşatıcısıdırlar. Millet bir bütündür bölünemez ve devrin şartlarına göre biçimlenen göçebe ve aşiret yapısı gibi farklı yaşayış biçimleri, bu gerçeği değiştiremez.
Milletimizin en büyük eseri Osmanlı Cihan Devleti de bu yapıdadır. Dünyayı yönetmiş ama egemenliği Türk Milleti adına temsil ettiği padişah otoritesini kimseyle paylaşmamış; merkezi yönetimi hakim kılmıştır. Bunun için devlet milli, yönetimi üniterdir. Kimliği ise, 1876 Anayasasında açıkça yazıldığı gibi; devletin dili Türkçedir, milletvekili ve memur olabilmek için Türkçe bilmek şarttır. (Cumhuriyet dönemi anayasalarımız da böyledir.)
İşte bugün bu kimlik, milli devlet, tarih, kültür ve medeniyet, kısacası Türk Milleti saldırıya uğramıştır ve pazarlık konusu yapılmak istenmektedir. Anayasamızın 4’üncü md. Yazsa da yazmasa da, bu gerçek varlık sebebimizdir, değiştirilemez. Direnme hakkı da buradan geliyor.
Bir parçası olduğumuz uluslar arası hukuka gelince: Burada insan, millet, devlet, demokrasi ve hürriyet gibi temel değerler, belli ölçülere göre düzenlenmiştir. (Aynen yukarıda anlatıldığı gibi.)
Batı toplumları asırlar boyu, ırk, etnisite, din, mezhep gibi faklı grupların egemenlik iddiası uğruna kanlı çatışmalar yaşadı. Bilim, düşünce ve devlet adamları bu sorunları çözmek için çok uğraştı. Sonunda, bugün adına uluslar arası hukuk düzeni dediğimiz çözümü buldu. Burada egemenliğin temeli, bir millet, bir devlet ve eşit bireye dayanmaktadır. Devletler azınlık veya etnik dillerden eğitim, öğretim ve yayın yapmak zorunda değildir. Dili, kimliği birdir.
Bu düzenin istisnası olan ülkeler vardır. Ama kimseye örnek gösterilemez. Genellikle nüfusça az, tarihi gelişimi, dönemin şartları ve büyük güçlerin etkisiyle kurulmuşlardır. Balkan ve Baltık ülkeleri, Irak gibi. Geleceklerinin ne olacağı bilinemez. Hedef seçildiklerinde kolayca bölünebilirler.
Dünya düzeni denilen uluslar arası hukukta; devletlerin bağımsızlığı, siyasi eşitliği ve sınırların dokunulmazlığı, yani toprakların kutsallığı esastır. Bu temel yapı çıkar uğruna ihlal edildiğinde, (SSCB’nin Afganistan’ı, ABD’nin Irak’ı işgali gibi) bütün sistem alarm vermeye başlar ve ülkeler teyakkuza geçer. Sonra da bu işgal bir şekilde kaldırılır, sistem şeklen de olsa rahatlatılır. Uluslar arası hukuk geç de olsa işler.
Dünya düzenini tehdit eden bir diğer ihlal ise, bir millet esası üzerine bina edilmiş olan devletlerin, yine çıkar uğruna terör ve benzeri yollardan, etnisite/ırk, din, mezhep gibi toplulukların kışkırtılmasıyla ortaya çıkıyor. Eğer bu etnisitenin egemenlik kurma iddiaları yaygınlaşırsa, ülkeler bir kargaşa ortamına sürüklenebilir. Yaygınlaşması ise, terör ve bölücülüğün örnek alınacak bir sonuca ulaşmasına bağlıdır.
Meşruiyetin 3. temel kaynağı ifadesiyle, içinde yaşadığımız dönemin bu iç ve dış şartlarına karşı, haklı olan dayanaklarımızı kastediyoruz. Bu çerçevede PKK terör saldırılarına bakalım. Hepimiz biliyoruz ki, Türkiye’yi bölmek isteyen ve bütün bölgeyi kapsayan bir Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) var. Resmi haritası da elimizde. Buna göre Irak’ı parçalayan BOP, Türkiye’nin bir bölgesini de koparıp, “Büyük Kürdistan” ı kurmak istiyor. Böylece ikinci bir İsrail yaratarak, yeni bir köprü başını inşaya çalışıyor.
BOP’un ikinci ayağı ise, Türkiye’nin AB’ye üye yapılma oyunudur. Üyelik için bugüne kadar önümüze konan siyasi şartlara baktığımızda, bir olan millet hukukunun çözülüp, ülkenin etnik/ırk hukukuna dayalı yeni egemen unsurlara paylaştırılmasını görüyoruz. Başbakanın, “Aslında biz ‘açılım’ sürecini AB’ye uyum çerçevesinde 2002’den itibaren başlattık” diyerek anlatmak istediği tam da budur. Gerçekten bu yolda hukuki ve psikolojik hazırlıklar tamamlanma safhasına gelmiş, şimdi sıra devletin iki kimlikli, iki dilli ve iki bölgeli (Aynen Irak’ta olduğu gibi) bir yapıya dönüştürülmesine, anayasanın değiştirilmesine gelmiştir.
BOP’un üçüncü ayağını, Türkiye’yi kuşatan, PKK terör örgütünü himaye eden Irak’ın kuzeyindeki kukla yönetim, Ermeni saldırıları, Yunanistan’ın yayılma emelleri, Ege, Kıbrıs, Patrikhane ve hızla ihya edilmeye çalışılan kiliseler gibi meseleler teşkil ediyor.
BOP’un bir de iç ayağı vardır. Bu da malum olduğu üzere, PKK’nın KCK gibi illegal örgütleri, TBMM’de rahatça çalışmasına imkan tanınan legal siyasi partisi, sivil toplum örgütleri, belediyeleri, şirketleri ile küresel liberaller, Osmanlıyı ihya edeceğiz yalanıyla yollara düşen siyasallaşmış bazı dini cemaatler, maalesef milliyetçi olarak bilinen bazı kişi ve kuruluşlar, iktidar partisi, geniş medya gücü, eski tüfek ıslah kabul etmez Türk düşmanları vb.dir.
Özetlenen bu iç ve dış şartlara karşı, milletimizin birliğini, vatanımızın bütünlüğünü ve devletimizin tekliğini savunmamız için muhteşem tarihimiz, kültürümüz, uluslar arası hukuk bizimle beraberdir. Elbette bunlardan önce yenilmez ruha sahip büyük Türk Milleti ve dünyanın sayılı güçlerinden biri olan devletimiz vardır. Yeter ki, bu meşru gücümüzün ve milletin bir parçası olan etnisiteye hiçbir ayrıcalık tanımayan dünya hukukunun hakkıyla farkında olalım. Bu kaynakların karşımızdaki tuzak ve ihanetlere karşı nasıl kullanılacağını tam olarak bilelim.
Gücümüz yettiğine, haklı olduğumuza, tarihimiz ve dünya hukuku bizimle beraber olduğuna göre, bu tehlikelerin önüne neden geçemiyoruz? Meselenin can damarı da burasıdır. Kestirmeden söyleyelim. BOP projesinde olduğu gibi bizi yönetenlerin de buna uygun bir projesi vardır. O da milli ve üniter devlet yapımızın etnikleştirilerek, (adına ister federalleşme, ister özerk bölgeler veya kendi kendini yöneten yerel yönetimler densin fark etmez) tasfiyesinden ibarettir. Başbakan’ın bütün etnik kesimlerin Türk milletini meydana getirdiğini ifade etmesi gerekirken, “Türk, Kürt, Arap, Gürcü, Laz gibi” söylemde ısrar etmesinin, Türk’ü de bir etnik grup olarak göstermekten ve etnik grupların eşitliğine göre siyasi bir rejim inşasından başka ne amacı olabilir?
İşte bu anlayış sebebiyle imkanlarımızı kullanamıyoruz. Çaremiz, mülkün sahibi millettedir. Üşenmeden milletimizin ayağına giderek bu gerçekleri anlatabilirsek, tehlikeyi seçim sandığında yeneceğimizden kimsenin şüphesi olmamalıdır.
Yeniçağ, 10.10.2010