Yükleniyor...
Esas konuya girmeden önce bir şeye aydınlık getirmemiz uygun olur. “Türkiye-İran İlişkileri” hem yeni anlayış itibarı ile hem yeni Sosyal-Psikolojik, Ekonomik, Siyasal yapı yönünden hem de Terminoloji olarak çok kısa bir geçmişe sahiptir. Bu terminoloji ve yanı sıra kaydedilen faktörler, I. Dünya Savaşı’nın (1914-1918) galipleri olan Müttefik Kuvvetlerin (İngiltere, Fransa, Rusya, ABD ve kısmen İtalya) Orta Doğuyu işgalinden sonra ve onların egemenliği altında kurulan yeni düzenin getirmiş olduğu politik, ekonomik ve sosyal-psikolojik çıkar yapılarının daha çok etkisi altında şekillenmiştir.
Tarihsel yapıda “İran-Türkiye İlişkileri” diye bir terminolojiye (istenilen Tarihsel belgede) rastlamadığımız gibi mesela Türkiye-Suriye, Türkiye-Irak, Türkiye-Arabistan vb. terminolojilere de rastlamamaktayız. Ancak önemli olan şu ki müttefiklerin bölgeyi işgalinden sonra kurulan “Yeni Düzen”de, Türkiye ve İran olarak tanımlanmakta olan bu iki derin siyasi yapılanmaya sahip Müslüman ülkenin karşılıklı ilişkileri hem küresel hem bölgesel hem de içsel olarak oldukça büyük önem arz etmiş ve diğer bölge ülkelerinden birçok açıdan farklı olmuştur. Mesela 19. yüzyılın sonlarına gibi Osmanlı’nın bir parçası olan Şam-Şamat, Halep, Irak’i Arap, Hicaz eyalet ve vilayetlerinin karşılıklı ekonomik, sosyal ve siyasal ilişkileri son yüz yıldaki ilişkilerle kıyaslandığında istenilen açıdan farklı olduğunu görmekteyiz. Osmanlı-Gacar (Qécér –Qacar) ilişkileri de tamamen, son yüz yıldaki yaklaşım tarzı ile örtüşmeyecek kadar farklı olmuştur.
Ek olarak şunu da söyleyelim; Suriye, etimolojik olarak “Surien” yani; Suryaniler, Suriler, A+suriler(Asuriler) gibi isimlerden kaynaklanmıştır. 19. yüzyılın sonlarına kadar İslami kaynaklarda “Suriyen veya Suriye” ülke, vilayet veya eyalet adı olarak kullanılmamıştır. Tarihi belgelerde asla kullanılmamış ve tarihsel esası yoktur, Avrupa Tarih tezinin Asuriler üzerinden Arap, Türk ve İslam karşıtı ürettiği bir siyasi-tarihi kavramdır. O bölge tarihi belgelerde Şam, Şâmat, Halep olarak geçer.
Biz, Hazar-Khézér (651-1048), Gazneli (963–1186), Selçuk (1037-1194), Harezmşahlı (1097-1231), İlhanlı (1256- 1335), Timurlu (1370-1507), Akkoyunlu (1378-1501), Karakoyunlu (1375 -1475), Osmanlı oğulları (1299-1922), Babür Türk İmparatorluğu (1526-1858), Memlükiler (1370-1507) ve diğer bu sıradan devlet ve imparatorlukların dönemlerine baktığımızda, ülke ve devlet adı olarak ne Türkiye’nin nede İran’ın söz konusu olduğunu görmeyiz.[1] Bütün İslam topraklarında çeşitli çıkar gruplarında birleşmiş olan, Türk ağırlıklı Müslüman Türk egemenliklerini görmekteyiz.
Diğer bir konu da “İran” adının nasıl gündeme taşındığı ve nasıl günümüze kadar süregeldiğidir. Tarihi kaynaklardan belli olduğu gibi “İran” adı, ilk kez Firdevsi’nin 11. yüzyılda yazmış olduğu “Şahname” efsanesinde “Turan”a karşı bir bölgenin adı olarak geçer. Türk, Arap ve İslamiyet karşıtı bir efsane olduğu için Farisiye tarikatına mensup Yahudilerin ve Katolik kilisesinin desteği ile Haçlı Savaşları döneminde, bütün İslam dünyasında en çok propagandası yapılan ve en çok nazirelerin yazıldığı eser olmuştur. Haçlı Savaşları’ndan sonra ardı bırakılmıştır. Ancak sonradan Büyük Cengiz Hakanın oğulları arasında bölünen Türk-İslam dünyası ve düşmanlığa varacak kadar derinleşen rekabetleri sonucu, bu İran-Turan deyimi yeniden gündeme taşınmıştır. Hülagu Hakan’ın torunları olan “İlhanlılar Ulusu”, Orta Asya’da Çağatay Hakanın torunları olan “Çağatay Ulusu” arasındaki rekabet ve düşmanlık “İran-Turan” deyimini yeniden gündeme getirmiş oldu. Bu dönem İlhanlı, Çağatay ve Memlüklerin imparatorluklarındaki yazarlar tarafından “İran-Turan” konusu ile ilgili yüzlerce eser yazıldı.[2]
Böylelikle bir efsane üzerinden İran adı gündemde kaldı. İran, bazı etimolojik çözümlemelere göre “Khunyers – Hunyeri- Hunların toprağı” anlamında kullanıldığı bilinir.[3] Sonraları, Orta Asya’nın üzerinden “Turan” adı kaldırılsa da “İlhanlı Ulusu”nun üzerindeki “İran” adı, Safeviler döneminde edebiyat sahasında geniş biçimde yeniden ele alındı ve zaman aşamasında kullanılır hal aldı ve 1935 tarihinden itibaren Pehleviler tarafından resmi biçimde ülke, devlet adı ve Türklük karşıtı pan Farsist eğilimli bir cereyanı temsilen kullanılmaya başlandı. Tabi bu sadece bir ad olmamış, adın ötesinde ülkenin sosyal-psikolojik ve etnik yapısını da Türklüğün aleyhine değiştirecek genel bir sürecin tezahür biçimi olmuştur. Bu süreç, tamamen İran’ın Türklüğünü ve İran-Türk egemenliğini olumsuz etkileyen esas faktörlerden biri olmuştur. Kısacası bütün vücuduyla Türklüğü temsil eden İran ve İranlılık Türklüğün aleyhine dönüştürülmüştür.[4]
1918 tarihinde müttefikler, doğuyu işgal ettikten sonra Türklere karşı – Osmanlılara özellikle Gacar Türklerine (İran Türklüğüne) yönelik oldukça korkunç ve soykırım niteliğinde bir vahşet uygulamışlardır. Soykırım olarak nitelendirebileceğimiz bu vahşet ve katliamdan sonra kurmak istedikleri “Yeni Düzen”de, İran’da Türklerin etkisizleştirilmesi, manen yok edilmesi ve Pers kimliğine dayalı bir devlet kuruculuğuna gidilmiştir. Men’hus Pehlevi denilen hükumetin kurulmasından sonra da Rıza han tarafından kabul edilen yeni bir kanunla 1935’de ülkenin adını resmi şekilde Türk karşıtı (söz konusu Türkiye değil, İran Türklüğüdür. Türkiye ile gayet iyi ilişkiler kurulmuştur.) olarak nitelendirilmeye başlayan “İran” ve “İran-Pers” ilan etmişlerdir.[5]
Son yüz yılda üzerinde durulmaya çalışılan “Türkiye-İran İlişkileri”, tarihsel yapıda esasen Safevi-Osmanlı ihtilaflarına dayanarak gündem bulmaktadır. Bir tarafta Türkleri o kadar da önemsemeyen, kendi kimliğini arkaya, Arap kimliğini ön plana alan, Arap edebiyatı ile konuşarak Türk ülkesini “Acem” veya “Acemistan”[6] olarak adlandıran, en çok Firdevsi’nin övüldüğü ve en çok Şahname’lerin yazıldığı, Şah İsmail’in Türkçe mektubuna Farsça cevapların verildiği Osmanlı İmparatorluğu vardı. Diğer tarafta ise Şii mezhebini resmi devlet dini ilan ederek doğudan Hindistan Türk Devleti’ni, kuzey doğudan Orta Asya Türk Hanlık ve emirliklerini ve batıdan Osmanlı İmparatorluğu’nu karşısına alarak kendini yalnızlaştıran ve zaman aşamasında zayıf düşüren Safevi Türk İmparatorluğu söz konusudur. Burada esas konumuz Safevi devletinin genel komşuluk ilişkileri olmadığı için bunun üzerinde durmayı uygun görmüyoruz. Fakat şunu diyelim ki Safevi Türk İmparatorluğu’nun bu Mezhepsel seçimi zaman aşamasında yalnızlaşmasına ve zayıflamasına neden olmuştur. Bu yalnızlaşma ve zayıflama süreci, Safevi devletini, ayakta kala bilmesi için Kuzey Hindistan’daki gayri Türk aşiretlerin ve toplulukların İran’a göç ettirmeye sevk etmiştir. İnsan gücüne olan ihtiyaçları, Savefiler esasen Hindistan üzerinden almış oldukları göçle gidermeye çalışmışlar. Tabi bu da zamanla kendi Türk etnik yapısının bozulmasına neden olmuştur. Bu konuyu ele aldığımız “İran’da Soykırım ve Etno Jeopolitik İnhilal” kitabı, yakında yayınlanacaktır.
Görüldüğü gibi hukuki veraset dışında toplumsal ve siyasal zeminde “Türkiye-İran” ilişkilerinden bahsetmek istersek, İran’ı 1921 Türk karşıtı darbeden, Türkiye’yi ise 1923 Cumhuriyet döneminden sonra ele almamız daha uygun olacaktır. Tarihi ihtilaflar üzerinden konuya yaklaşmak istediğimizde ise Safevi-Osmanlı ilişkilerinden başlamamız lazımdır. Biz de bunları göz önünde bulundurarak İran-Türkiye ilişkilerini tarihsel yapıda ele almak için bir ayrı bölüm olarak “Safevi-Avşar-Gacar (Qécér) İmparatorlukları ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki İlişkiler” düzeyinde kısa şekilde ele alacağız. Sonra ek bölüm olarak bu 1500-1920 arası ilişkiler de esas objemiz olan Kürt aşiretlerine değineceğiz. Ardından 1920’lerden günümüze kadarki dönemi de “Türkiye-İran İlişkileri ve Kürt Aşiretleri” başlığı altında ek bölümlerle devam ettireceğiz. Sonunda da Büyük Ortadoğu Projesi dâhilinde kendi değerlendirmemizi vermeye çalışacağız.
İlk önce Osmanlı İmparatorluğu ile başlamamız daha uygun olur. Çünkü her üç devletin muhatabı Osmanlı İmparatorluğu olmuştur.
A. Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş tarihi 1299 ve yıkılış tarihi ise 1 Kasım 1922 olarak geçer. Türk, Oğuz, Kayı boyundan Osmanlı oğulları tarafından esası koyulduğu belirtilir. Bu muazzam imparatorluk, 620 yıl boyunca küçük Asya, Kuzey Afrika, Arap yarım adası ve doğu Avrupa’yı (Balkanları) idare etmiştir. Osmanlı tarihçilerine göre; 1299’dan, Vezir’i Ázem Sokullu’nun ölüm tarihi olan 1579’a kadar Osmanlı, topraklarını devamlı olarak genişletmiştir. 1579’dan 1699’a kadar olan dönem, Osmanlı İmparatorluğu’nun “Duraklama – Tevakkuf” dönemini teşkil ettiğine göre Osmanlı İmparatorluğu, kuruluşundan 400 yıl sonra en geniş sınırlarına ulaşmıştır. 1699’dan 1922’ye kadarki 220 yıl ise Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme ve dağılma sürecini oluşturmaktadır.[7]
Osmanlı İmparatorluğu, maalesef büyüdükçe kendi köklerine yabancılaşmıştır. Bunu 16. yüzyılın başlarından itibaren Anadolu Türklerine yönelik tatbik etmiş olduğu siyasetinden anlıyoruz. Bu acı ve ağır sonuçlar doğuran siyaset, sadece Anadolu ile kalmamış bütün Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Türklere uygulanmıştır. Türkler, çoğu zaman kendi devletlerinde layık yerleri alamamışlardır. Bunu, Türk Tarih Kurumu Eski Başkanı Prof. Yusuf Halaçoğlu’nun,[8] Prof. Faruk Sümer’in[9] ve diğer yerli tarihçilerin eserlerinde bile görmek mümkündür. Prof. Yusuf Halaçoğlu’nun Kayseri’deki konuşmasında haklı olarak konu ile ilgili şöyle söylemiştir: “1514 yılında Çaldıran Ovası’nda Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim ile İran’daki Türk Safevi Devleti’nin sultanı Şah İsmail kapıştılar. Savaşı, Osmanlı kesimi kazandı. Bu çatışmada Anadolu’daki göçebe Türkmenler (Alevî Türkmenler), Şah İsmail’in yanında yer almışlardı. Kürt aşiretleri ise Osmanlı Devleti’nin tarafında kılıç sallamışlardı. Kürtlerin bu yardımı yüzünden Yavuz Sultan Selim Doğu Anadolu’yu aşiret reislerine taksim etti. Kürt beyleri artık bulundukları şehrin hâkimi olacaklar; bu mülkiyet hakkı babadan oğula kalacak ve dışarıdan kimse onlara karışamayacaktı. Fakat Yavuz Sultan Selim’in bir isteği vardı: Kürt aşiretleri Şah İsmail adlı Kızılbaş’a yardım eden bu Türk aşiretlerin hakkından gelecekler; onlara aman vermeyeceklerdi.”[10]
Bu siyaset, tabi ki Anadolu’nun özellikle Güney Doğu Anadolu’nun Kürtleşmesinde azami rol oynamıştır. Bu siyaset, Padişah II. Abdulhamid’in 1894 yılında Doğu Anadolu’da Kürt aşiret reislerinden oluşan 26 kadar alay kurdurmasıyla Kürtlerin Türkler üzerinde yeniden güç kazanmasına neden olmuştur. Kısaca söylersek Osmanlı İmparatorluğu, 16. yüzyılın başlarından itibaren Şii (Alevi-Caferi) Türklere karşı sert tavır almıştır. Bu siyasetlerinde de esasen yerleşik yerleri olan Kuzey Musul ve Duhok bölgesindeki Kürt aşiretlerini kullanmışlardır. Bu da tabi Şafii Kürt aşiretlerinin bölgeye yayılmasına, güçlenmesine, tersine Türklerin zayıflamasına ve Diyarbakır Bölgesi’nin Kürtleşmesine neden olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun bu siyaseti, İran’ın Türklüğünü ve İran-Türk egemenliğini, özellikle Güney Azerbaycan arazisindeki Türkleri istenilen açıdan daha çok olumsuz etkilemiştir.
B. Safevi İmparatorluğu 1501-1736 yılları arasında hüküm süren bir Türk hânedanı olmuştur. Şah İsmail tarafından esası Tebriz’de koyulmuştur. Şah İsmail Türkçe eserlerinde mahlas olarak “Khatay’i, Khıtay – Hıtay” kelimesini kullanmıştır. Bu da birçok tarihçide Safevilerin kökeninin Hıtay (Çin – Doğu Türkistan) veya Hata şehri Türklerinden olması fikrini doğurmuştu.[11] Safevilerin en güçlü dönemi devletin kurucusu Şah İsmail ve Osmanlı tarafından ele geçirilen toprakları geri alan Büyük Şah Abbas dönemi olmuştur.
Prof. F. Sumer’in de belirttiği gibi Safevi Devleti bire bir yerli Türkler tarafından Türk devleti olarak kurulmasında ve Türk kültürüne özgü mezhepsel yaklaşımında kuşku yoktur. Fakat Osmanlı karşısında yenilmesi, büyük kayıplar vermesi, başkentini ve ele geçirilmiş diğer topraklarını kurtarmak için Büyük Şah Abbas döneminde bazı siyasal adımlar atılmıştır ki bunlar da tartışılır niteliktedir.
C. Afşar İmparatorluğu, 1736-1796 yılları arasında hüküm süren bir Türk hânedanlığı olmuştur. Nadır Şah, Avşar İmparatorluğu’nun esasını koymuş, Safeviler’den Şah Hüseyin ve Tahmasip Şah dönemlerinde kaybedilen toprakları kurtarmıştır. Şah Hüseyin’i, İsfahan’da kuşatarak saltanatına son veren Mahmut ve Eşref Han’ın cezalandırılması için onların yanındaki derebeyler olan Hindistan Türk Padişahı Muhammet Şah Gurgani’den talepte bulunmuşlardır. Ceza vermekte tereddüt eden Muhammed Şah’a karşı Hk. 1151 tarihinde Hindistan’a hücum etmiş ve başkent Dehli’yi fethetmiştir. Afkan derebeylerini cezalandırdıktan sonra yine Hindistan’ı Türk Hanedanından olduğu için Muhammed Şah Gurgani’ye armağan ederek geri dönmüştür. Avşar İmparatorluğu’nun en güçlü dönemi Nadir Şah’ın kendi dönemi olmuştur. Türk Oğuz boyunun Avşar elinden olmuşlardır.
Tahmasibgulu Han – Nadir Şah Avşar, belki 16. yüzyıldan günümüze dek gerçek anlamı ile dünya Türklüğünün ve İslam dünyasının birlikteliği için en yüksek makamdan ciddi şekilde çaba gösteren bir şahsiyet olmuştur dersek, aşırılığa kaçmamış oluruz. I. Mahmut dönemine ait Osmanlı arşivleri üzerine çalıştığımızda karşılıklı mektuplaşmalarına rastladım. Nadir Şah’ın Sultan I. Mahmud’a yazmış olduğu mektuplarda, Türk-İslam değerleri üzerinden kurulması istenen birliktelik ruhunu sezme mümkündür. Ülkenin Şii ulemasını, Ehl-i Sünnete saygının gerektiğine ve “Caferi Mezheb”inin ön plana alınmasına ikna etmiştir. Sultan I. Mahmud’a yazmış olduğu mektupta esas dört isteğinden biri ve en önemlisi “Caferi Mezheb”in Ehl-i Sünnet tarafından hak mezheplerinden biri olarak kabul edilmesi olmuştur. Sultan I. Mahmud, işi Ehl-i Sünnet ulemasına devretmiş; sonuç itibarı ile 5 Ekim 1736 tarihinde reddine dair mektup gönderilmiştir. Nadir Şah’ın Türk severliği ile ilgili bilgilere, Türk düşünürlerinin eserlerinde de ulaşılabilir. Mesela ünlü Türk düşünürü Ziya Gökalp’in “Türkçülüğün Esasları” kitabında konuyla ilgili değerli bilgiler vardır.[12]
D. Qacar-Gacar (Ghacar – Qécér – Türkiye’de yanlış olarak “Kaçar Hanedanı” olarak geçer) devleti, 1794-1925 yılları arasında hüküm süren bir Türk hanedanıdır. Devletin kurucusu, Büyük Ağa Muhammed Han Gacar’dır. Bugünkü İran, arazi itibarı ile Ağa Muhammed Han’ın tespit ettiği topraklar üzerinde kuruludur. Qécér-Gacar, Türk boyunun İlhanlı İmparatorluğu döneminde ülkeye yerleştikleri iddia edilmektedir ama bize göre bu, oldukça yanlış bir fikirdir. Çünkü hem Gacar adının etimolojik anlamı hem Gacar’ların yerleşim yerleri hem de tarihi veriler bizi başka çıkış yolu aramaya itmektedir. Gacar-Gécér, etimolojik olarak Khezer (Xezer – Xəzər – Gezer, Türkiye’de alfabe devriminden sonra “Hazar” olarak tasmiye edilmektedir.) sözünden türemektedir. İkincisi Gécér’lerin yerleşim yeri Hazar Türklerinin Azerbaycan’dan sonra en sık yaşadıkları ve Arap Hilafetine karşı en çok direniş gösterdikleri bölge olan Güney Hazar’dan yani, Teberiz’den (Teberistan’dan) bügünkü Mazenderan’dan olmalarıdır. Üçüncüsü tarihi verilerin ışığında Gacar-Qécér’lerin Hazar Türklerinden olması fikrinin tespit edilir nitelikte olmasıdır.[13]
Qécér’lerin kurucusu Büyük Ağa Muhammed Han, Gacar döneminde kabul edilmiş ve hanedanın sonuna kadar tamamen bire bir uygulanmış olan bilinir bir emri vardır: ”Sultan’ın Çocukları arasında Annesi tarafından Türk ve Qécér olmayanlar Veli’ehdlik hukukunu kaybeder.”
Önce de belirttiğimiz gibi Safevi Devleti’nin Şii (Alevi-Caferi) mezhebini resmi devlet dini ilan etmesi, onun Türk ve İslam dünyasında yalnızlaşmasına neden olmuştur. Safevi Türk İmparatorluğu’nun kurulma gereksinimleri ve Şiiliği resmi devlet mezhebi olarak kabul etmesinin arkasında, tartışılmaya açık üç faktörün durduğunu tespit edebiliriz. Birincisi, İstanbul’un fethinden sonra sarayda Türk etkisinin zayıflaması ve gayri Türklerin (İspanya Yahudileri, Balkan yarımadasındaki gayri Türkler, Rumlar vb.) ön plana alınmasıdır. İkincisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul’un fethinden sonra alternatifsiz ve kontrolsüz bir güce dönüşmesidir. Üçüncüsü, Türklerin esas kurucusu olduğunu gerektirdiği kadar önemsememeye başlayan Osmanlı İmparatorluğunun, İslam hilafetine talip olması olmuştur. Anadolu ve İran Türkleri, Safevi Devleti’ni kurmaya başlarken bu amaçlarla yola koyulmuşlardır diye biliriz. Ama zamanla Osmanlı İmparatorluğu’nun daha güçlü ve yıkıcı davranması ile Safevi İmparatorluğu hem doğudan hem kuzeydoğudan hem de batıdan ablukaya alınmıştır. Bu da Safevi devletinin, insan gücüne olan ihtiyacını gidermek için Kuzey Hindistan üzerinden gayri Türk göçler almasına ve devşirmelere başlamasına neden olmuştur. Zamanla bu göçler ülkenin etnik yapısını olumsuz etkilerken; Hindistan üzerinden Farisiye Tarikatına mensup Yahudilerle ve İngilizlerle işbirliğine gidilmesi ise fikri inhitatına getirip çıkarmıştır.[14] Başka bir ifade ile çıkar çatışması Şii-Sünni ihtilafları olarak doğdu, büyüdü. Osmanlı İmparatorluğu, yanında güçlü başka bir Türk devleti istemiyordu. Özellikle de bu devletin Jeopolitik konumu itibarı ile İslam ve Türk dünyasının kalpgah’ında (Heartland) yerleşmesine hiç tahammülü yoktu. Yeni kurulacak olan bu devlet, Uzak Doğu’dan Avrupa’ya uzanan ticaret yolu üzerinde kendi egemenliğini kuracak ve denetimini sağlayacak olması ve gerekirse de başka coğrafi mecralardan (mesela, Kenger – Basra Körfezi üzerinden) batı ülkeleri ile ticaret yapacak yolu olursa, Osmanlı’yı doğu ihracatının bir kısmından mahrum bırakabilirdi. Safevi Devleti’nin, Kenger-Basra Körfezi üzerinden alternatif bir ticaret yolu vardı. Bu alternatif yolun kullanılması Osmanlı’yı ekonomik olarak olumsuz etkileyebilirdi. Tabi bu çıkar savaşı, her iki taraftan mezhepsel düşmanlık boyutlarına tırmandırıldı. Şii-Sünni savaşı olarak İslam dünyasını kapsadı. Büyük Türk düşünürü merhum Turan Yazgan Hoca’nın da buna benzer gerçekçi tarihsel analizleri mevcuttur.[15]
Osmanlı-Safevi Savaşları’nı şöyle sıralayabiliriz. Şah İsmail’in 1507 tarihinde Anadolu toprağından geçme zorunluluğu, Bayezid Sultan’ın itirazı ve Şah İsmail’in özür dilemesi ile bitmesine rağmen Trabzon Valisi Şahzade Selim’in bir anda Azerbaycan’a saldırması ve Safevi ailesinden İbrahim Mirza’yı esir alması, savaşın fitilini yakmış oldu. Şahzade Selim’in 1512 tarihinde tahta oturduktan hemen sonra 100 bin kişilik ordu ile Şah İsmail’e saldırması, Tebriz’i ele geçirmesi, Anadolu’yu ve Azerbaycan’ı savaş meydanına dönüştürdü.
“Çaldıran Savaşı” kitabından bir alıntı: “1512 yılında tahta geçen Yavuz Selim Han, iç karışıklıkları düzelttikten sonra, ulemanın fetvasını alıp, İran’a karşı harbe karar verdi. 100.000 kişilik ordusuyla harekete geçen Yavuz Selim Han, üç aylık yorucu bir yolculuk ve uzun bir kovalamadan sonra 23 Ağustos 1514’de İran toprakları içinde yakaladığı Şah İsmail kuvvetlerini kesin bir yenilgiye uğrattı. Ordugâhının ele geçirilip hanımının esir edildiği bu savaş sonunda Şah İsmail canını zor kurtardı. Bu zaferden sonra İran’ın payitahtı Tebriz’i ele geçirip bir müddet burada kalan Selim Han, kış mevsimini geçirmek için Amasya’ya çekildi. Kış geçince de Safeviler elinde bulunan ve Şarki Anadolu’ya hâkimiyet bakımından çok mühim bir mevkide bulunan Kemah kalesini fethetti. Bundan sonra meşhur İslam âlimi İdris-i Bitlisi (!) hazretlerini, Safevilerin kontrolünde bulunan Diyarbakır yöresine göndererek, bölge halkının Osmanlılara tabi olmasını sağladı. Bu bölgeye gönderilen İran kuvvetleri üzerine de Bıyıklı Mehmed Paşa ve İdris-i Bitlisi hazretlerini gönderdi. İran kuvvetleriyle yaptığı çatışmalarda büyük başarılar kazanan Bıyıklı Mehmed Paşa; Ergani, Sincar, Çermik, Birecik gibi şehirleri ele geçirdi. Bir senelik bir kuşatmadan sonra Mardin de teslim olunca; Hasankeyf, Musul, Kerkük, Urfa, Rakka gibi yerler de kolayca fethedildi. İran’ın bu bölgedeki hâkimiyetine son verildi.”[16] Burada kaydetmem gerekiyor ki Çaldıran savaşı ile ilgili verilen bu bilgilerin medyada geniş yayımlanmasına rağmen güvenilir Osmanlı kaynaklarınca desteklenmemektedir. Mesela Şah İsmail’in savaşta kadınının esir düştüğü ile ilgili güvenilir bir kaynakta (bildiğim kadarı ile) bilgi bulamadım, hatta İslam Ansiklopedisindeki araştırmalarıma göre de bir şey bulamadım. T. Gündüz’ün “Safeviler” maddesinde Çaldıran savaşı dahil bütün savaşları ele aldığı çalışmada, Şah İsmail’in kadınının esir düştüğüne dair bir bilgi mevcut değildir.[17]Ayrıca İran’da, 1925’ten – İran’ın Türklüğü büsbütün etkisizleştirildikten sonra Türk ve Türklükle ilgili her türlü aşağılamaya, tahkir ve manen yok etmeye ve Osmanlı-İran Türklüğünün arasının açılmasına yönelik sistematik şekilde çalışılmıştır. Türkçe konuşanların Ahıra bağlandığı, her türlü işkenceye tabi tutulduğu bir dönemde bile Safevilerle ilgili özellikle Osmanlı-Safevi düşmanlığına dair Türklerin (İran-Osmanlı Türklerinin) arasının açılmasına hizmet eden böyle bir olay olmuş olsaydı, İran’daki Türk karşıtı Pan Farsist tarihçiler bin kez bu konunun üzerine gitmişlerdir. Hal bu ki, her türlü Türklükle düşmanlık eden Pan Farsist tarihçilerin eserlerinde bile bu konuya asla değinilmemiştir. Bize göre bu tür aslı esası olmayan Türk düşmanlığını esas alan sözde İslamcı düşünürlerin uydurmasıdır.
Safevi-Osmanlı Savaşları esasen 1533-1536, 1548-1549, 1552–1554, 1578–1590, 1603–1618, 1623–1639, 1723–1727 olarak belirtilebilir. Savaşlar bununla da bitmiyordu; Osmanlı, Safevileri kuşatma yoluna gitmiştir. Ömer Khalis (Halis) Bey, kendi eserinde şöyle izah ediyor: “Hk. 945 (m. 1538) tarihinde Süveyşte inşa ettirilen 80 gemi ile Hind’i zebt eden Mısır valisi Khadim (Hadim) Süleyman paşadan sonra ikinci bir emirle Hindistan’e teveccüh eden Donanma Şimali Hind’i (Kuzey Hindistan) istila için Sövkülceyşce (stratejik konumuna göre) Dev kalesini Mühasıra etmiş (Kuşatmış) ve fakat Keçrat Hâkimi Bahadır Hanın Vefatı ve oğlunun Vefasızlığı tesiri ile Zekhiresizlik (ehtiyat gıdanın ve malzemelerin olmaması), Kalenin zebtine mani olmuştur.”[18]
Bu dönem Birinci Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) dönemi olmuştur. Prof. Dr. Remzi KILIÇ, konuyla ilgili şöyle diyor: “Devamlı fetihler neticesinde devletin hudutları genişlemiştir. Hint Okyanusundan Umman Denizi, Basra Körfezi, Kızıldeniz ve Kuzey Afrika’dan Atlas Okyanusuna dayanılmıştır. Akdeniz fütuhatı neticesinde Atlas Okyanusunda her biri birer deniz kurdu olan, Osmanlı leventleri ve reisleri dolaşmaktaydı. Afrika sahilleri ile Batı Akdeniz’de Oruç ve Hayreddin Hızır Reisler, Akdeniz’de Turgut Reis, Piyale Paşa, Sinan Paşa, Salih Reis, Hint Okyanusunda Hadım Süleyman Paşa, Selman Reis, Süveyş’te Seydi Ali Reis, Murad Reis Osmanlı sancağını dalgalandırıp, fetihler yapıyorlardı.[19] Prof. Dr. R. Kılıç bey, Mısır Türklüğünün, Kenger (Basra) ve Hindistan Türk Müslüman Egemenliğinin Türk kanı akıtılarak topraklarının ele geçirilmesini Fütuhat sayabilecek kadar Osmanlıcıdır. Böyle Türk sevdası olmaz. Bu konuya bu çalışmanın kitap şeklindeki metnin de daha geniş biçimde değinilecektir. Kanuni Sultan Süleyman dönemi Safevi İmparatorluğunun padişahı Sultan Şah Tahmasib (1524-1576) olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman’da, Safevî Şah Tahmasb ile aynı bölgeler için hâkimiyet ve nüfuz mücadelesi yapmıştır.[20]
Görüldüğü gibi Osmanlı’nın Mısır-Memlük Türk Devleti’ni ortadan kaldırması, Halife’i-Müslim’in makamını Mısır Türk Memlüklerinden devralması, diğer taraftan Safevi imparatorluğunu böyle bir kuşatmaya tâbi tutması, sonralar Büyük Şah Abbas’ı (d. 27 Ocak 1571, Herat – ö. 19 Ocak 1629, Kaşan) Hindistan’daki İngilizlerle işbirliğine itmiştir. Bunlara rağmen sonunda Sultan Murat’ın Safevilerin elinde bulunan Bağdat’ı fethinden sonra, Osmanlı Devleti ile Safevî Devleti arasında 17 Mayıs 1639’da imzalanan, 1623-1639 Osmanlı-Safevi Savaşı’nı sona erdiren ve bugünkü Türkiye – İran sınırını orantılı olarak belirleyen Kasr’i-Şirin Barış Anlaşması imzalanmıştır.
Kasr’i-Şirin Anlaşması’na rağmen 1720’lerde Sultan Şah Hüseyn döneminde ülkenin zayıfladığını gören Osmanlılar batıdan, Ruslar kuzeyden, doğudan ise günümüz Afganistan’ı olarak bilinen bölge hanlarından Mahmud Han’ın isyanı ve İsfahan’ı işgal etmesi sürecini başlatmıştır. Osmanlı, 1730’ların başında tüm Azerbaycan’ı, Irak’ı Acem’i, Ardelan denilen Kirmanşah bölgesini ele geçirmiştir. Ruslar, Gilan ve Mazenderan’a kadar inmişlerdir. Nadir Şah bu dönemde Tahmasib Şah’ın başvekili görevine gelerek, bu işgalleri birer birer sonlandırmaya soyunmuştur.
Nadir Şah, kısa zamanda Osmanlı desteğini arkasına alan Afgan derebeylerini ülkeden çıkarmayı başardı. Ömer Halis Bey’in ifadesi ile söylersek: “Bu Föv’kul-âde beşer (Olağanüstü İnsan), az bir zaman’da Osmanlı’ların Sünni oldukları için Afganları ve Özbekleri desteklemesine rağmen hem Afgan’ları hem de Özbek’leri ülkeden çıkarmayı başardı.”[21] Burada şunu da söylemem yerinde olur; Ö. Halis Bey, Safevi Türk Devleti’nin Şii-Sünni kavgaları üzerinden yok edilmesi istenen ve kardeş Türk kanının akıtılmasını isteyen Osmanlı yöneticilerini yüksek bir sesle eleştirmektedir.[22] Halis Bey, “Türk’ün, Türk tarafından ezilmesini, kanının akıtılmasını, zayıflatılmasını ancak Fuzuli’nin bu şiiri ile anlata bilirim: Derd çok hem derd yok Düşmen Kavi Tale Zebun idi”[23]
İran’da Türk egemenliğinin zayıflatılmasında, Safevi Türklerinin, hatta Avşar’ların Hindistan kökenli kulların insan gücü olarak ülkeye sevk etmelerinde, Azerbaycan’ın merkezî konumunun ortadan kalmasında ve Tebriz’in başkent olmaktan çıkmasında Osmanlı hücumlarının ve daim işgal tehlikesinin olması müstesna rol oynamıştır. Avşar-Osmanlı Savaşları 1730–1732, 1735–1736, 1742–1746 yıları arasında olmuştur. Nadir Şah, Osmanlı ordularını bu savaşlarda yenerek, toprakları büsbütün geri almıştır. Toprakları geri aldıktan sonra Nadir Şah, kin ve nefrete yer vermeksizin, kaç yıl öncesine kadar merkezî Türk otoritesine karşı doğudaki gayri Türkleri ve kuzey doğudaki Özbekleri Sünnidir diye destekleyen, ülkenin batısını tamamen ele geçiren Osmanlılara bir kardeş Türk ülkesi gibi yaklaşmış ve mevcut sorunların ortadan kalmasına azami biçimde çaba sarf etmiştir. Rusları büsbütün Mazenderan, Gilan ve kuzey Azerbaycan’dan sürüp çıkarmıştır. Ancak Ruslarla ittifakı değil, Osmanlı Türkleri ile birlikteliği düşünmüştür. Maalesef o gün bu, mümkün olmamıştır.
Gacar devleti, ülkenin en hassas dönemini idare etmiştr. 1794-1925 yılları, Avrupa güçlerinin doğuyu nasıl zaptedecekleri ve kimin, nereyi, nasıl zapdedeceğini planladıkları ve bu planları için milyonlarca insanın ölümüne sebebiyet veren savaşları başlattıkları bir dönemde, İran gibi rakiplerine göre birçok açıdan geri kalmış bir ülkeyi, koruyup kollamaya çalışmışlardır ve gayet başarılı olmuşlardır. Hindistan üzerinden İngilizlerle, kuzeyden Ruslarla savaş halinde olan Gacar’lar, hem nüfus itibarı ile hem de teknolojik gelişim itibarı ile diğerleriyle kıyaslanamayacak kadar geri kalmıştır. Kendinden önceki devletler, memleketin nüfus ihtiyacını gidermek için Kuzey Hindistan’daki gayri Türk kökenli toplulukları ülkeye sevk istemişlerdir. Bu da zamanla ülkenin etnik yapısının Türklerin aleyhine değişmesine sebep olmuştur. Gazneli ve Selçuklulardan itibaren Kuzey Hindistan’dan ülkeye sevk edilen grupların sayı Safeviler döneminde daha çok artmıştır. Büyük Şah Abbas döneminde tarihi kaynaklara göre 60 binin üzerinde köle getirtilerek, köle ordusu kurulmuştur. Bu askeri siyaset, ilk defa Şah Abbas döneminde İngiliz misyonerlerinden Robert Şerli ve Antoni’nin yardımları ile uygulanmıştır.[24] Çünkü o güne kadar İran’da Türklerden başka hiçbir grup orduya alınmazdı. Hindistan kökenli grupların ilk defa orduya alınması, onların kölelik anlayışlarını ve bakış tarzlarını değiştirmeye başlamıştır. İran’ın güneyinde yavaş yavaş İngilizlerle iş tutmaya başlamışlardır. Tabi ülkeye köle olarak gelip, ülkeyi yabancı kuvvetlerin çıkarları icabınca parçalamak o kadar da kolay değildir.
Büyük Ağa Muhammed Han Gacar, böyle bir ortamda her taraftan işgale uğramış bir ülkenin başına geçti. Büyük Ağa Muhammed Han Gacar, Büyük Nadir Şah döneminde yaşasaydı belki daha başarılı olurdu diye düşünüyorum. Çünkü Ağa Muhammed Şah, hem savaş yöneticiliği hem devlet yöneticiliği hem de düşmanlarını iyi belirlemeyi beceren bir yeteneğe ve yüksek siyasi zekâya sahipti. Ağa Muhammed Han, uzun süre İngilizlerin himayesinde bulunan Kerim Han tarafından esarette tutulmuştur. Esaretten kurtulur kurtulmaz Teberistan, Azerbaycan ve Horasan bölgesinden Türk ordularını toplayıp, büsbütün ülkenin topraklarını derebeyliklerden ve işgallerden kurtarmaya soyunmuştur. Başka bir ifade ile ömrü düşman esaretinde ve savaş meydanlarında geçmiştir. Neyi, nasıl, nerde daha iyi yapabileceğini iyi bilen bir komutandı. Rusları Kafkasya’dan sürdü. Bakü’yü, Karabağ’ı, Gence’yi, sonra Kafkasya’nın merkezi sayılan ve bir Türk Müslüman ağırlıklı Şehir olan Tiflis’i, Rus destekli kuvvetlerden temizleyip, İmparatorluğun sınırlarını Safevi dönemindeki sınırlara ulaştırdı. Büyük Ağa Muhammed Han, 1794 tarihinde Gacar Türk Devleti’nin esasını koyarak, 1797’de Şuşa’da savaş meydanında suikast ile şehadete erdirilmiştir. İran’da Türk karşıtı Pan Farsist tarihçiler tarafından Büyük Ağa Muhammed Hanın şahsiyetini alçaltmak için bir dilim karpuz veya hizmetçilerin ses-küy etmeleri üzerine Hakanın sinirlenip onların idam edilmesine ferman vermesi ve sonra idamın Cuma gününe denk geldiğinden dolayı idam hükmünü ertelemesi ve bu durumdan yararlanan Hizmetçiler tarafından öldürüldüğünü iddia ederler. Ama bu sadece bir alçaltıcı yaklaşımın ibrazıdır. Bize göre bu suikastın arkasında Kafkasya topraklarını Gacar Türk devletinin elinden çıkarmayı düşünen Çar Rusya’sı ile işbirliği içinde olanlar veya güneyde (Kenger-Basra Körfezi çevresinde) Türk devletinin güçlü merkezi bir düzene sahip olmasını asla istemeyen İngiltere yanlıları duruyordu. Bu konularla ilgili bazı çalışmalarda mevcuttur.[25] C. Perri, G. Hembli, E. Lokhart gibi yabancı tarihçiler tarafından Büyük Ağa Muhammed Han Gacar dönemin en etkin şahsiyetlerinden biri olarak yüksek değerlendirilmiştir.[26] Fransız yazarı Jan Gevrin “Khace Şah” eserinde Büyük Ağa Muhammed Han Gacar’ı, ülkenin Bismark’ı olarak karakterize ediyordu.[27] Hatırlatalım ki Büyük Ağa Muhammed Han Gacar, daim büyük Çengiz Han’ın Yasalarına sadik kalmaya ve onların modern biçimde uygulanmasına özen göstermiştir. Gacar’lar, devlet saraylarında (Tebriz ve Tahran’da) çoğu Türk Devlet kurucularının özellikle Büyük Çengiz Han başta olmakla İlhanlı, Akkoyunlu, Karakoyunlu, Safevi, Avşar devletlerinin kurucularının heykellerini dikmişlerdir. Men’hus pehlevi dönemi bu heykeller ve çoğu saraylar tamamen ortadan kaldırılmıştır. Birçok seyyah o sıradan Fedor Fedorovich Korf “”İran Hâtıraları” eserinde saraylardaki bu heykellere değinmiştir.[28] F. Korf, bir yerde şöyle diyor: “Büyük bir bahçeden geçtikten sonra saraya girdik. Saray duvarları, Türk şehzâdelerin babası Abbas Mirza’nın resimleri, savaş tasvirleri ve aynalarla kaplıydı. Bu resimlerin her iki tarafında Cengiz Han, Şah İsmail, Rüstem Şah ve Nadir Şah gibi Türklerin dört büyük kahramanının portreleri asılıydı. Büyük salonun sonunda kabul edileceğimiz bir başka salona geçtik. Şehzâde, salonun sonunda hareketsiz bir şekilde ayakta duruyordu. Yanına gittik, önünde eğildikten sonra oturmamız için yer gösterildi. Mirza Kahraman oldukça garip giyinmişti. Çeneye kadar düğmeli kadife bir ceket, uzun yeşil tunik vardı üzerinde. Avrupa tarzı bir pantolon giyinmişti. Ayaklarında ise kaşmir çoraplar… Omuzlarındaki şeritlerde elmas yıldızlardan oluşan devlet nişanları, göğsünde ise devletinin arması olan Aslan ve Güneş (Aslanlı Güneş) kabartmalı altından büyük bir apolet vardı. Şehzâdenin gösterişli kiyâfetini, kılıfı altın ve elmaslarla işlenmiş göz alıcı bir kılıç tamamlıyordu.”[29]
Gacar döneminde esas savaşlar doğuda İngilizlerle Afganistan üzerinde, Kafkasya’da Ruslarla, batıda ise az da olsa Osmanlılarla çatışması olmuştur. Yani, Gacar Türk Devleti esasen iki taraftan savaş ve işgal tehlikesi ile yaşamış ve Osmanlılarla da daim sorunlar içerisinde idare etmeye çalışmıştır. Osmanlı İmparatorluğu ile olan esas çatışması 1821–1823 yıllarında olmuştur. Bu çatışma Irak ve Doğu Anadolu’da yaşanmıştır. Gacarlar bazı toprakların kendilerine ait olduğunu ve geri verilmesini istemiştir. Bu yüzden de II. Mahmut, Gacarlara savaş açmıştır ama İngilizlerle güney ve güney doğudan yüz yılı aşkın savaşmak durumunda kalmıştır. Ruslarla ise Büyük Abbas Mirza’nın komutanlığında 1804-1813, 1826-1828 yıllarında kanlı savaşlar olmuştur ve ağır yenilgiye uğramıştır. Abbas Mirza bu yenilgiyi sindiremeyip Veli-ehd’i olduğu amcası Fetelişah’ın selteneti döneminde genç yaşta hayatını kaybetmiştir.
Gacar Devleti kurulur kurulmaz bir sürü sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Bunları şöyle sıralaya biliriz:
Bu saydığımız sorunların içinde en önemlisi ve en etkin olanı, belki de Türklerin Tebriz üzerinden başını İngiliz ve Yahudilerin çektiği sözde Modernite ve Meşrutiyet Hareketi’ne katılmaları, liderlik misyonuna soyunmaları ve Gacar Türk devletine karşı oyuna gelmeleri olmuştur. Tabi bunu kesin söylemek için henüz erken.
Müzeffereddin Şah, Gacar Türk Devleti adına Meşrutiyeti 1906 (Hş. 14 Murdad 1385) tarihinde resmi kanunla kabul etti. Ancak meşrutiyeti kabul eder etmez, şüpheli biçimde ölmesi ve ardından Veli’ehd Muhammedali Şah’ın Tebriz’de kurmuş olduğu kabine ile Tahran’a gelmesi ve meşrutiyete sadık kalacağına ant içmesine rağmen İngiliz eksenli kesim tarafından suikasta uğratılması ve suikasttan cankurtaran Muhammedali Şah’ın, İngiliz ve Yahudi yuvasına dönüşmüş olan meclisi top ateşine tutturması, iç kargaşaları had sayfaya çıkardı. Ardından İngiliz ve Rusların müdahalesi ile Muhammed ali Şah, ülkeyi terk etmek ve sultanlığı oğlu, küçük yaştaki Ahmet Şah’a devretmek zorunda bırakıldı. İngilizlerle Ruslar bu iç kargaşaları kullanarak 1907 “İran’ı Taksim” Anlaşmasını imzaladılar. Bu anlaşma, Gacar Türk Devleti’nin güney doğudan İngilizlerle ve kuzeyden Ruslarla sürdürmüş olduğu direnişin son aşamasıydı. Bu gizli anlaşma, İran’ın kuzey bölgesi Rusların ve güney kısmının İngiltere denetimine girmesi anlamına geliyordu. Her şeye müdahale etmeye başlamışlardı.
1914-1918 arası Birinci Dünya Savaşı döneminde Gacar Devleti, bu “İran’ı Taksim Anlaşmasın”a rağmen “İttahad-i İslam” hareketinin yanında olmaya çalışmıştır. Türk-İslam birliği çizgisinde Gacarları şahzade Nizam’ül-seltene temsil etmiştir. Osmanlı belgelerinden de görüldüğü gibi Ahmet Şah, defalarca devlet olarak, İttifak Devletleri’nin yanında savaşa katılmayı, Rus ve İngiliz ordusuna karşı savaş ilan etmeyi esas siyasi çıkış yol olarak görmüştür. Ancak buna karşı çok büyük engeller vardı. İngilizler güneyden gayri Türkleri, Türklere ve merkezi hükumete karşı kullanıyordu. Ruslar, kuzey bölgesinde çıkış yolunu Ruslarla beraber yürümekte gören bazı Türk hanlarını destekliyordu. Ülkenin sözde yenilikçileri esasen İngiliz eksenli Türk düşünce karşıtı bir çizgiyi takip ediyorlardı. En önemlisi Osmanlıların müttefiki sayılan Almanların Osmanlı Türk ordusu ile İran Türklerinin ittifakta hareket etmesine en azından İngilizler kadar karşı olması ve hatta defalarca Osmanlı Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya konu ile ilgili sert itirazlarını bildirmeleri gibi sorunlar vardı. Gacar sultanı Ahmet Şah’ın, arazi bütünlüğünün tanınması, bir kısım maddi destek ve bir an önce verilecek silahların yetiştirilmesi karşılığında Büyükelçi Asım Bey ile Ateşemiliter Fuzi Bey’e müttefik kuvvetlerine karşı topyekûn savaş emri vereceğini beyan etmiştir ama müttefik kuvvetler bir tarafa, Almanlar bile bunu hoş karşılamamışlardır.[31] Bu karardan caymaya çalışmışlardır. 1916 yılındaki Kirmanşah, Hemedan bölgesinin Osmanlıların elinde olduğu dönem, Almanlar istediklerini yaptırmak için mali desteği kesmekle tehdit etmişler. Sonunda Başkomutan Vekili Enver Paşa, esas komutanları Almanlardan atamaya mecbur olmuştur. Böyle bir durumda Ahmet Şah’ın İttifakçılar (İttifak Devletleri) tarafında, ülkeyi 1907 ve 1915 tarihli anlaşmalarla kendi aralarında nüfus bölgesine bölen İngiliz ve Rus kuvvetlerine karşı nasıl savaş ilan edebilirdi ki…[32]
Osmanlı’da da durum çok farklı olmamıştır. Gacar, nasıl kendi canını kurtarmaya çalışıyordu ise Osmanlı İmparatorluğu da aynı sorunlarla belki daha ağır bir şekilde uğraşmaktaydı. 1821-1823 gereksiz sürtüşmelerinden sonra Osmanlı-Gacar arasında, üzerinde durulması gerekli olan ağır bir sorun olmamıştır. Aksine her iki devlet de kendi sonlarını görmeye başladıkları için yakınlaşmaya meyil etmişlerdir. Bir süre Muhammed ali Bab yanlısı Bahai katillerin Osmanlı topraklarında yerleşmesi ve oradan Gacar Türk devletinin aleyhine çalışmaları, geniş casus ağları kurmaları bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Bu sorun sonra Osmanlı’nın kendi baş belasına dönüştü. I. Dünya Savaşı’nda belli oldu ki bu Bahai Teşkilatı, müttefiklerin lehine Osmanlı – Gacar ittifakını sağlayan Nizam’ül-Seltene’nin (Gacar Şahzadesi) fedailerine karşı geniş casus ağı kurmuşlardır.[33] Bahai Teşkilatı’nın kurmuş olduğu bu casus ağı, İran’da Türk egemenliğinin yıkılmasında, Osmanlı ordularının bazı yenilgilerin de Türk fedailerinin terör edilmesinde ve Türk-İslam taraftarı bazı Kürt aşiretlerinin aleyhinde büyük rol oynamışlardır.
Burada yeri gelmişken söyleyelim; Gacar Devleti’ni İttifak Devletleri’nde Türk-İslam Birliği mefkûresi ile temsil eden Şahzade Nizam’ül-seltene ve çevresinin 1918 yenilgisinden sonraki hayatı ile ilgili elimizde geniş bilgi yoktur. Ancak 1918’lerde Osmanlı Başkomutan vekili Enver Paşa’nın, Halil Paşa’nın, Nuri Paşa’nın, Büyükelçi Asim Bey’in, Ataşemiliter Fuzi Bey’in, Kaymakam Ömer Naci Bey’in çok yakın dava arkadaşları olduğunu, karşılıklı inancın mevcut olduğunu Osmanlı arşivlerinde korunan karşılıklı mektuplaşmalarından görmekteyizdir. Osmanlı arşivlerinden bulduğumuz ve Nizam’ül-seltene’ye ait çoğu Türkçe mektuplar ve geçici hükumet adına yazıp hazırladığı ve Asim Bey veya Fuzi Bey ile imzaladığı Türkçe Anlaşma metinleri vardır. Oldukça değerli belgelerdir. Nizam’ül-seltene’nin kendi komutanlarından birçoğu 1918 öncesi savaş döneminde (Türk-İslam Mefkûresinin yenilgiye uğrayacağının kesinleştiğinden dolayı) döneklik yaparak, İngilizlerin güneyde Pers adına kurmuş oldukları Türk karşıtı ordulara katıldıklarına, Türk-İslam cephesine karşı yer aldıklarına dair de değerli belgeler bulunmaktadır. Yanı sıra bunu da kaydedelim ki Nizam’ül-seltene’nin kızı İngiliz yanlısı Şahzade Fermanferma’nın gelini olmuş, damadı da İngiliz yanlısı ileri gelen devlet hadimlerinden biri olmuştur. Buna göre 1918 sonrası müttefik kuvvetlerin işgalinden sonra Nizam’ül-seltene’nin ve çevresinin Türklükle ilgili bir direnişini görmemekteyiz.[34]
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki durum, Gacar Devleti’nden çok da farklı olmamıştır. Aynı sürecin farklı senaryoları Osmanlı İmparatorluğu’nda da oynanmıştır ama daha güçlüsü…
Osmanlı’da, ilk Osmanlı Mebusan Meclisi 20 Mart 1877’de açılmıştır. I. Meşruiyet, 23 Aralık 1876’da Jön Türklerin baskısıyla II. Abdülhamid tarafından ilan edilmiştir. I. Meşruiyet Dönemi, fazla uzun sürmemiştir. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın çıkması ve azınlık milletvekillerinin yıkıcı faaliyetleri üzerine Sultan II. Abdülhamid, Meşrutiyet’i kaldırmış ve Mebusan Meclisi’ni kapatmıştır. Meşruiyet taraftarı olan Jön Türkler, “İttihad-ı Osmanî Cemiyeti”ni kurmuşlar, sonra bu cemiyet, 1889’da “İttihat ve Terakki Cemiyeti” adını almıştır. İngiltere ve Rusya’nın 10 Haziran 1908’de Reval’de bir araya gelerek Makedonya’nın özerkliğine karar vermeleri İttihatçıları harekete geçirmiştir. Osmanlı Devleti’nin parçalanacağından endişe eden İttihatçılar, II. Abdülhamid’e Meşrutiyet’i ilan etmesi için baskı yapmışlar ve Rumeli’de ayaklanmışlardır. Hürriyet Taburları kurularak halk ayaklandırılmıştır. Resneli Niyazi ve Enver Paşa’nın isyanları üzerine, ülkenin iç savaşa sürüklenmesini istemeyen II. Abdülhamid, meşrutiyeti tekrar ilan etmek zorunda kalmıştır. Kanun-i Esâsî tekrar yürürlüğe konmuş, Osmanlı Mebusan Meclisi, tekrar oluşturulmuştur. Seçimlerde, İttihat ve Terakki üyeleri başarılı olmuştur. İttihatçıların, meşrutiyet ve ülke yönetimi için ciddi bir hazırlığı olmadığından beklenen sonuçlar alınamamış, meşrutiyete geçişte iktidar boşluğu ve kargaşa yaşanmıştır. İkinci Meşrutiyet 1908-1918 dönemini kapsar.
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki II. Meşrutiyet kanununun 1908’de kabul edilmesi ve II. Abdulhamid’in sürülmesi dönemin en acı olaylarından olmuştur. Abdulhamid, ne kadar büyük devlet adamı olmuş olsa da yıkılmakta olan bir imparatorluğu kurtarması mümkün değildi. Aynısı Gacar Devleti için de geçerli idi. Asırlarca Doğu uygarlığının bekçisi olan ve onu koruyup kollayan ve yöneten Türk milletinin egemenliğine son vermeyi amaç edinen müttefik güçleri ve hatta Osmanlı’nın müttefiki olan Almanlar bile Türk karşıtı fikirlerde İngiltere, Rusya ve Fransa ile aynı şeyi düşünmüşlerdir. Türkün egemenliğine her yerde son verilmesi ortak amaç olarak ele alınmıştır.
Gacar ve Osmanlı’nın bu Hristiyan ağırlıklı kuvvetlerin karşısında direnemeyeceğinin bir nedeni de toplumdaki Nüfus artışının çok az olması olmuştur. Bir de Türk nüfusunun büyük ve ezici çoğunluğunun Rusya ve Hindistan’da İngiltere’nin denetimi altında olması ve iki Türk devletinde Türk nüfusunun bu Batı kuvvetlerine karşı koyacak güçte olmaması olmuştur. Ekonomik ve teknolojik gerilik bir tarafa, nüfus açısından 1905’de dünya nüfusu 1.500.000.000’ün üstünde olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu İle Gacar Devleti ise 55.000.000’un altında olmuştur. Bu rakamlar toprak kaybından dolayı 1913 tarihinde 35 milyonun altına düşmüştür.[35]
Ülke[36] | Sömürge ülkelerin Nüfusu | Merkezi Hükumetle beraber Nüfus sayısı |
İngiltere | 350 Milyon | 398 Milyon |
Rusya | 32 M. | 128 M. |
Çin | Doğu Türkistan nüfusu [37] | 340 M. |
Fransa | 50 M. | 88 M. |
Almanya | 12 M. | 68 M. |
1914-1918 Muharebesi, sadece müttefiklerin işgali ile sonuçlanmamıştır. Bu işgalden sonra Türk dünyasında muazzam bir katliam, açlık ve kıtlıkla milyonlarca Türk yok edilmiştir. “Türk Dünyasında Soykırım ve Etn-ojeopolitik İnhilal” başlıklı çalışmamızda bu konuyu etraflı şekilde ele almışızdır. Arşiv belgelerinden elde ettiğimiz 1897-1926 Nüfus sayılarına göre Rusya’da (Büyük ve Küçük Tataristan’ın dışında) en az 12 Milyon, İran’da 1917-1921 nüfus analizlerine göre 10 milyon (Ölenlerin Ortalama %85’i Türk) ve Türkiye’nin 1910-1923 Nüfus sayılarını takip ve analizlerinden elde ettiğimiz bilgilere göre 4 ila 4.5 milyon İnsan kaybı söz konusudur. Yani, Doğu Türkistan, Hindistan vb. bölgeler dışında Rusya, İran ve Türkiye Topraklarında 1900-1933 tarihler arasında belirtilen bölgelerde en az 30 milyon Türk ve Müslüman kaybedilmiştir.[38] Başka bir ifade ile müttefiklerin işgalinden sonra onların çıkarları icabınca kurulacak olan Yeni Düzen, en azından 30 milyon Türk-Müslümanın katliamı ile mümkün olmuştur.
Bu bölümü, Yahudi kökenli Bahai olan, İngiliz darbesinden ve Türk katliamından sonra İran’ın başbakanı olan Muhammed ali Furugi’nin Şiilik üzerine bir saptaması ve bu saptamaya karşı Ömer Halis Bey’in cevabı ile bitirelim; M. Furugi: “İran’ın Mezheb’i Umumi ve resmisi olan Şiilik dahi Safeviler zamanın da İstikrarını bulmuş ve bu Haysiyetle bu memleketi sair Memalik’i-İslamiye’den Mütemayiz etmiştir.(!)” Buna karşılık Ö. Halis Bey ise: “Şiyeliğin bu kadar Taassüple iltizam edilerek asırlarca komşu ve kardeş milletin çarpıştırılmasında bir Ámil’i Manevi haline getirilmesi ve bugünkü Feci’e-ye vaolmuş olması bizce en büyük bir hatayi siyasi olup, İran’ın mütemayiz olması değil, düçar-i Taarüz ve inhitat olması sebeblerinden birini teşkil eylemişdir.”[39] Merhum Ömer Halis bey diğer konularda olduğu gibi bu konuda da oldukça haklıdır.
1500-1920 yılları arasında Safevi, Afşar, Gacar-Osmanlı, devletlerinin Hasmane rekabete dayanan ilişkilerinde Kürt meselesi daim bir kriz, bazen de bir koz olarak önem arz etmiştir. Önce de belirtildiği üzere 16. yüzyılın başlarından özelikle 1512’den, yanı Yavuz Sultan Selim döneminden itibaren kanlı savaşlar başlamıştır. Bu savaşlar esasen kuzey Irak, Kuzey Musul ve Duhok civarındaki Kürt aşiretlerinin Bölgeye yayılmasına, güçlenmesine, yerleşik ve göçebe Türklerin ise perişan edilmesine neden olmuştur.
Konu aydınlaşsın diye, Kürtlerin Mezhepsel inançlarına göz atarsak, Kürtlerin nerden nereye yayıldıklarının yol haritasını çıkara biliriz. Kürt aşiretleri, 10. yüzyılın başlarından itibaren haçlı savaşları sırasında Selçuklular tarafından günümüz Kirman’dan, Kirmanşah’a oradan ise kuzey Musul ve duhok bölgesine sevk edilmişler.[40]
16. yüzyılın başlarından itibaren Safevi devleti, kendi denetiminde bulunan Kürt aşiretlerini önce Kirmanşah’da, sonra da Kuzey Horasan’daki Kırmanc dilli Aşiretleri çoğunlukla Şiileştirmiştir. Yanı kendi ülkesindeki Kürt aşiretlerini Şiileştirerek kendine tabi etmiştir. O zaman bu Türklerin ve özellikle Avşar yurdu olan Sınankale (Sine-Senendec – günümüzdeki Kürdistan eyaleti) bölgesinde ve 20. yüzyılın başlarından itibaren batı Azerbaycan’da yerleşen Sünni Kürtler, nerden nasıl gelmişler sorusu ortaya çıkmaktadır.
Bilindiği üzere İran’daki Kürtlerin Şii olmayanları çoğunluktadır. Sınankale-Sınandaş (Osmanlı Belgelerinde Sine olarak geçer) ve Batı Azerbaycan’da yerleşiyorlar ve çoğunlukla Şafii mezhebine inanıyorlar. İran’da bir kısım azınlık olarak Ehl-i hakk (Türk ve Kürt grupları vardır), Sarlı, Yezidi vb. benzeri topluluklar vardır.[41]
Türkiye Kürtleri ise çoğunlukla Şafii mezhebine inanıyorlar, azınlık bir kısım da Hanefi’dir.[42] Irak Kürtlerinin çoğunluğu da Şafii’dir.[43]
Diyale bölgesinde yaşayan Fili aşireti ise Şii’dir, Lor kökenliler. Gorani Kürtleri esasen Şii ve Gurani ağzını konuşuyorlar, Kirmanşah ve Irak’ın Fili bölgesinde yaşamaktalar.[44]
Şafii’ler çoğunlukla Kırmancı ağzını konuşuyorlar, Kuzey batı Azerbaycan’da (İran’ın Türkiye sınırlarında), Kuzey Irak ve Türkiye’de sakinler. Kürtlerin ortalama büyük kesimini oluşturmaktalar. Surani ağzını ise daha çok Süleymaniye, Erbil ve İran Kürtlerinin büyük çoğunluğu (Sınankale bölgesi) konuşmaktalar.[45]
Görüldüğü gibi, Şafii mezhebine inanan ve Kırmancı ağzını Konuşan Kürtler, Türkiye, Kuzey Irak (Kuzey Irak-Duhok bölgesi), Batı Azerbaycan (İran) bölgesinde yaşayanlar, Surani ağzını konuşan Kürtler ise esasen Erbil, Süleymaniye, İran Kürdistan’ındakileri oluşturmaktalar ve esasen Osmanlı egemenliğinde bulunan Duhok civarından bölgeye yayılmışlardır.
Bu şu demektir ki İran’ın Şii olmayan Kürtleri tamamen Osmanlı yürüyüşleri ile günümüz Sınankale’ye ve batı Azerbaycan’a yerleşmişlerdir. Osmanlılar bütün Safevi, Avşar ve Gacar savaşlarında kuzey Irak ve Güney doğu Anadolu’ya yerleştirilmiş Şafii Kürt aşiretleri üzerinden yürümüşler, çünkü yerli Türk Topluluklarına asla güvenmemişler. Buda 18. yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın başlarına gibi bir sürede, İran’ın kuzey batısındaki Sınankale bölgesine Şafii mezhebine inanan bir Kürt kitlesinin esasen kuzey Irak’tan yürüyüşler sırasında gelip yerleşmesine neden olmuştur. Batı Azerbaycan’daki Şafii ve Kırmanc ağzını konuşan Kürtler ise esasen 20. yüzyılın başlarından itibaren yerleşmeye başlamışlardır. 1920’lerde İran Kürtlerinin sayısı tahminlere göre 400 bin olmuştur. Bunun da tahminlere göre %60’ni, Şafii mezhebine inananlar oluşturuyordu. İran’da günümüzde Kürtlerin sayısı 4 milyona ulaşmaktadır.[46] Osmanlının bu Alevi-Şii Türk karşıtı Sünni Kürtleri destekleme siyasetini, 1921 İngiltere eksenli Türk karşıtı darbeden sonra Men’hus Pehlevi Rejimi, yerli Türklere karşı Kürtleri desteklemeye ve Türkiye sınırlarının Kürtleştirilmesine devam etmekle sürdürmüştür. Bununla ilgili arşiv belgeleri mevcuttur. Yanı Osmanlıların Şii-Sünni üzerinden yürüttükleri Şii Türk karşıtı siyasetilerini, 1921’den sonra Pehlevi hâkimiyeti Türk-Pan Farsist ayrımı üzerinden yerli Türklere ve sonralar ise Türkiye Cumhuriyetine karşı kullanmak için devralmıştır diye biliriz.[47]
Hk. 1266 (Tahminen 1850) tarihinde “Hududi İrani’ye-ye Dair” Bab’i-Aliye teslim edilmesi üzere bir komisyon tarafından Gacar sınırlarına yönelik bir araştırma yapılmıştır. Gacar-Osmanlı sınırlarında daim yer değişmekte olan (Göçebe) Kürt aşiretlerin listesi alınmıştır. Bu bütün sınır boyu yapılmış bir araştırmadır. Gacar’lara tam tabi olmadıkları, zor dönemde yer değiştikleri ve iki ülke arasında büyük sorunlara neden oldukları görülmektedir. Örnek olarak, Sınankale, Batı Azerbaycan’ın “Bana”, “Serdeşt – Sarıdaş”, “Hana” vb. Türk bölgelerine göç edip yerleşmiş olan Şafii mezhebine inanan Kürtleri esas alarak Bab’Âli tarafından toprakların talep edilmesi önerilmektedir. Bu iddialar, eskiden Devlet-i Âli’ye-ye bağlı olması ile açıklanmaya çalışılır.[48] Eski dedikleri de yüz yıl öncesi, yanı 1730 Nadir Şah öncesi toprak ele geçirmeleri kast ediliyor.
Konu ile ilgili Rus Yüzbaşısı, B. Aderyanof, şöyle diyor: “Yavuz Sultan Selim, 1514 seferi ile Şah İsmail’e karşı başarılı bir zafer kazanır ve ele geçirdiği Diyarbakır’ın idaresini İdris naminde Bitlisli bir Kürd’e vermiştir. Bu adam kendisine todi edilen vazifeyi muveffekiyetle (Başarı ile) icra etmiştir. Rencber (ekinci), Sülh ve sükûnet içerisinde yaşayan ahaliyi gerek o zaman, kerekse şimdi şiddetli talanlarla izrar eden (zelil eden, çaresiz bırakan) köçebe Kürtlerin kısmı âzemi İdris’in emri ile Erzurum, İrevan (Yerevan) ve Kars yaylalarına naklettirilmiştir. Osmanlı hudutlarını çıkaracakları Mülebbis efrad ile Muhafaza etmek şartıyla bu çıkarılan Kürtler Tekalif Emiriyeden (Vergileri ve şiddet karşıtı cezaları da kapsaya bilir) muaf tutulmuşlar. Bu Sünni Ekrad (Kürtler), Aras (Araz) vadisinde iskan ettirilerek Şii Tatar (Türk) ve İranlılara karşı bir sedd teşkil etmiştir…”[49]
I. Aderyanof, Kürtlerin Ruslarla gizli ilişkilerine değinerek bazı Kürt aşiretlerinin yerli Türklere karşı kullanıldığına dair bilgiler vermektedir. Bu ilişkilerin 1802 tarihinde Gacarlara karşı Erivan’da Hüseyin Han’ı örnek göstermektedir.[50]
Görüldüğü gibi, Kürt aşiretleri Yavuz Sultan Selim tarafından bölgeye yerleştirildikten sonra, yalnız Safevi, Avşar veya Gacar – Osmanlı ilişkilerinde değil hem de Ruslarla olan ilişkiler de kullanılır taraflardan biri haline gelmişlerdir.
Bu süreç ister Safevi’ler olsun, ister Avşar’lar olsun veya ister Gacar’lar olsun hep tekrarlanmıştır. Sınırdaki Kürt aşiretlerinin bu yer değişimi bir sorun olarak devam etmiştir. Bazen de Kürt kartını kimin daha iyi oynamasına bağlıydı. Kürt aşiretleri de zamanla işlerini iyi öğrenmişlerdir. Daim güçlü tarafın yanında yer almışlar ve zayıf tarafta yer almamaya çalışmışlardır. Fakat B. Aderyanof, Safevi, Avşar ve Gacarların Kürtlerle daha yumuşak davrandıklarını tespit etmektedir.[51] Ama buna rağmen bir türlü bu Kürt aşiretlerinin göç, sınırlarda yer değişme ve yağma sorunlarına bir çözüm yolu getirememişlerdir. Osmanlılar bu Sünni Kürt aşiretlerinden, İran’ın kuzey batı Türk bölgelerine – Sınankale (Sine,”Senendec” bu gün İran Kürdistan’ının merkezi) ve bazı batı Azerbaycan arazilerinde yerleştirmekle sonradan toprak iddialarında bulunma ve siyasi vasıta gibi kullanma yöntemi olarak yararlanmıştır. Ne Osmanlılar ne de Safevi-Avşar-Gacar devletleri, bu bölgeye yayılmış olan masum Kürt aşiretlerinin sorunlarını çözememişler ve bir sorun olarak devam etmiştir. Tabi bu sorunu da her bölgeye dâhil olan güç kullanmaya kalkmıştır. Bu durum 19. yüzyılın başlarından itibaren devam etmiştir. Ruslar, İngilizler, Fransızlar, sonra da ABD kullanmaya çalışmıştır ve şu an bile bu süreç bitmek bilmemiştir.[52] B. Aderyanof, eserinde Rusya devleti için Kürtleri nasıl kullana bileceklerine yönelik yollar, yöntemler üretmektedir. Aynı zaman da Kürtler hakkında maalesef oldukça incitici, ağır şekilde aşağılayıcı ifadeler kullanmaktadır.
Kürt aşiretleri, I. Dünya savaşında her cephede bulundurulmuşlar diye biliriz. Hem Müttefik kuvvetlerin de, hem İttifak Kuvvetlerin de, hem ayrı ayrılıkta İran ve Kafkas cephelerin de (6. Ordu, 3. Ordu ve 13. Kolordu saflarında) hem İran Türk-İslam Fedaileri tarafında bazen ise tam karşı tarafta savaşmaya Aşiret reisleri tarafından sürüklenmişlerdir.
Savaş bittikten hemen sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Gacar devletinin ortadan kalması kesinlik kazanır kazanmaz Müttefik Kuvvetleri tarafından kullanılmış olan Kürt aşiretleri, Ermeniler, Asuriler Müttefik kuvvetlerin asıl yüzünü görmeye başladılar. 10 Ağustos 1920 tarihinde imzalanmış olan Sevr Anlaşmasının 62, 64 Maddelerinde ön görülen Ermenistan, Kürdistan devletleri, 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan anlaşması ile hukuki zeminde ortadan kalkmış oldu.[53] Kısaca, Niçin?
Çünkü Müttefik Kuvvetlerini ilgilendiren en esas mesele bölgedeki ortak çıkarları ve bir de kendi devlet çıkarları olmuştur.
Ermeniler için kısa zaman içinde Ermenileştirilmiş olan Türk Erivan Hanlığında ortak kararla bir Ermenistan kurulmuştur. İkinci bir Ermenistan’a gerek kalmamıştır. Ama burada Sovyet Rusya’sı Ermeni kartını nasıl Batıya karşı iyi oynamış ise Kürt kartını da kendi elinde tutmayı ihmal etmemiştir. Buna sonraki bölümlerde değineceğiz.
Burada kısa da olsa iç faktör olarak Mustafa Kemal Atatürk ve yaverleri olan Kuvayi-Milliyecilerin kahramanlıklarına değinmemiz gerekmektedir. 1918’sonrası özellikle de Mayıs 1919 İzmir işgalinden sonra Kuvayi Milliyeciler, Anadolu’da Erzurum (17 Temmuz – 7 Ağustos 1919) ve Sivas (4-11 Eylül 1919) Kongreleri ile varlıklarını belirtmişlerdir. Burada bir tarafta Türkiye Bağımsızlık mücadelesi söz konusu diğer tarafta ise koskoca Osmanlı’nın son Padişahı Vahdettin Paşa’nın Gacar Padişahı Muhammedali Şah’ın 5 Mayıs 1925’de öldürtüldüğü San Remo Şehrine İngilizler tarafından sürülmesi ve orada hazin ve acı dolu bir dönemden sonra, sefalet içinde ölmesi söz konusudur. Gacar Türk Devletinin Müttefik kuvvetlerine boyun eğmeyen Padişahı Muhammedali Şah’ın öldürtüldüğü şehir belki de aynı hotel, Osmanlı’nın son padşahının, son nefeslerini aldığı hotel olmuştur. Muhammedali Şah 5 Mayıs 1925’de San Remo’da kaldığı Hotel’de başı kesilerek öldürtülmüş, Vahdettin Paşa hazretleri ise bir yıl sonrası aynı şehir ve belki de aynı Hotel’de 16 Mayıs 1926 tarihinde vefat etmiştir. Ahmet Şah’ın Veliahtinin yazmış olduğu anılarında “Muhammedali Şah’ın cenazesi üzerinde en çok kederlenen ve ayakları üstünde durmaya zorlanan Vahdettin paşa hazretleri olmuştur.[54] İki Türk devletinin asırlarca süre gelen kanlı rekabetinin hazin son buluşu.
Türk Milleti, ister Osmanlı’da ister İran’da olsun istenilen açıdan paradoksal bir duruma sürüklenmişlerdir. Bir taraftan muazzam İmparatorlukları ortadan kalkmaktaydı, diğer taraftan müttefiklerin katliamları altında kendi bağımsızlıklarını kazanmak için ölüm savaşı vermekteydiler. “Mustafa Kemal Atatürk ve dava arkadaşları aleyhinde, Mustafa Sabri Efendi tarafından yazılan ve Şeyhülislam olarak Dürrizade Abdullah Bey Efendi tarafından imzalanan ve 11 Nisan 1920 tarihinde Devletin resmi organı olan Takvim-i Vekaiye de yayınlanan Fetva, ülkedeki vaziyeti biraz daha ağırlaştırmıştır. Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları da buna karşı Ankara Müftüsü Mehmet Rıfat Efendi ve 153 Müftü ile birlikte, Anadolu’da Başlayan Mücadeleye destek verici Ankara Fetvasını yayınlamışlardır.”[55]
İlginçtir, bu dönem de Kürt Mustafa Paşa’nın Atatürk ve arkadaşlarının aleyhine bir ölüm hükmü vardır. Halide Hanım, konu ile ilgili şöyle yazıyor: “…Elime uzattığı Peyami Sabah Gazetesinde Kürt Mustafa Paşa Mahkemesinin verdiği İdam ilamı ile Fetva vardı, İdama mahkum olan yedi kişi arasında sırasıyla Mustafa Kemal Paşa, Bekir Sami Bey, Dr. Adnan, Ali Fuat, Ahmet Rüstem, Kara Vasif ve Halide Edip vardı.”[56] Halide Edip Adıvar Hanımefendi, kitabının birçok yerinde “Milletler dostumuz, Hükümetler Düşmanımızdır.[57] Ama İstanbul hayatında hep muhatapları Müttefik kuvvetlerin işgalci Generalleri olmuştur.” Bence ister İran tarihçileri olsun, ister Türkiye Tarihçileri olsun, 1900-1926 arası dönemi objektif ve ayrıntılı biçimde yeniden çalışmaları gerekmektedir. Bence Atatürk kendi döneminde bile yalnız bırakılmıştır. Atatürk Cumhuriyet sonrası yalnızlaştırılmıştır. Türk devleti için düşündükleri birçok tezler ortadan kaldırılmış veya tahrif ettirilmiştir.
Evet, buradan itibaren çağdaş, modern Türkiye ile Modern (!) İran İlişkilerinde Kürt sorununa değinebiliriz. Türkiye’nin genel durumunu o dönem de şöyle karakterize edebiliriz: “Anadolu uzun süren savaşların ve nihayet I. Dünya Savaşı ile onu izleyen İstiklal Savaşı’nın ağır tahribatı altında, büyük ölçüde takatten düşmüş durumdaydı. Bunlara ilaveten Doğu Anadolu Bölgesi, I. Dünya Savaşı sonrasında Ruslar ve Ermeniler tarafından yakılıp yıkılmış; harabeye dönüşmüştü. İstiklal Savaşı sonrasında kazanılan bağımsızlık ve imzalanan Lozan Anlaşması’yla da bu bölgede tam bir istikrar sağlanamamıştı. Lozan’da çözüme kavuşturulamayan konular arasında Musul petrolleri konusu, Türkiye-Irak ve Türkiye-Suriye sınırları da vardı. Ayrıca SSCB’nin Doğu Anadolu toprakları üzerindeki iddia ve istekleri de bazen açık, bazen de örtülü biçimde gündemde tutulmaktaydı.”[58]
Türkiye Cumhuriyeti kurulur kurulmaz kendi iç sorunları ile uğraşmak zorunda kaldı. “Cumhuriyetten sonra merkezi otoriteye karşı girişilen isyanlarda, geniş ölçüde dini sloganlar kullanılmıştır. Fakat bu dini sloganların arkasında emperyalizmin siyasal ve ekonomik çıkarlarını görmek gayet kolaydır. Bu bakımdan 1925’te Şeyh Said’e, Genç’te silahların patlamasından 3-5 gün sonra İngiliz silah fabrikalarının kataloglarının gelmesi çok anlamlı ve üzerinde düşünülmesi gereken bir olaydır. Bölgede bir Kürt sorununun suni olarak doğurtulduğu, bilinçli bir şekilde büyütülüp emperyalist emeller doğrultusunda kullanıldığı ise özellikle İngiliz belgelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Bir İngiliz belgesindeki “Kürt milliyetçiliğinin İngiliz politikasının çocuğu olduğu” yolundaki ifade bu yargıyı hiçbir şüpheye yer vermeyecek bir biçimde doğrulamaktadır.”[59]
İran’da ise durum daha vahimdir. Ülke 20 milyon nüfusunun 10 milyonunu kaybetmiştir. 10 milyon kaybın ortalama %85’ni, yanı 8.5 ila 9 milyonunu Türkler oluşturuyordu. Buda Türklerin sayısını İran’da %60’lara kadar düşürmüştür. Aynı zamanda Türk ve İslami değerlere bağlı kitle açlıktan, kıtlıktan, katliamlardan dolayı bitkin bir durumdaydılar. Çünkü bu açlık-kıtlık katliamlar esasen onların egemenliğini hedef almıştır. Bu yeni “Modern Pers Devleti” olacak oluşum, böyle bir katliamın üzerine kuruluyordu.[60]
Rıza Pehlevi ve Rejim, ülkenin Türklüğünü büsbütün etkisizleştirmekle yanı sıra Türkiye Cumhuriyeti ve Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk ile gayet çok yakın bir ilişki içinde olmuşlardır. Bu sıcak sürec 10 Temmuz 1937 tarihinde Tahran’da Şah’ın Gacarlardan kalma Sadabat sarayında dörtlü – Türkiye-Irak-Iran-Afganistan arasında saldırmazlık, iyi komşuluk ve yardımlaşma paktını imzaladılar.
I. Dünya savaşı başladıktan sonra 1945-1946 yıllarında güney Azerbaycan arazisinde Sovyet destekli Azerbaycan Milli Hükumeti (Tebriz Merkezli) ve Kürdistan Demokratik Hükumeti (Soğuk bulak-Mahabat Merkezli) kurulduğunda Türkiye küresel anlamda bu Rus eksenli gidişlere karşı olmuştur.[61] Kısacası 1979 İran İslam Devrimine kadar Türkiye ile İran arasında iyi komşuluk siyaseti devam etmiştir. İran’la Türkiye arasında mevcut Ekonomik faaliyetler ve enerji akımı sürekli biçimde gelişerek devam ettirilmiştir.
İran İslam Devrimi, Şubat 1979’da hükumeti ele alır almaz hemen ardından ABD ile Müttefikliğe son vererek ilişkilerin eşitlik ilkesine dayalı yürütüleceğini açıkladı. Yeni dış politikasını “Bağlantısızlık” temelinde kurdu. Bu doğrultuda yapmış olduğu ilk iş 12 Mart 1979 tarihinde CENTO’dan ayrılmak oldu. Nitekim ABD, Soğuk savaş döneminde Sovyet Rusya’sına karşı kurmuş olduğu “Yeşil Kuşak” projesinde en önemli halkalarından birini kaybetti. Devrim lideri, 3 Kasım 1979’da 1959 tarihli ABD-İran Savunma Anlaşmasını feshettiğini ve hem de 1921 tarihli Sovyet-İran Dostluk Antlaşmasının 5. Ve 6. Maddelerinin tek taraflı olarak iptal ettiğini açıkladı.[62] Bu Maddeleri feshedilmiş olan Anlaşmalar, 1907, 1915 ve 1921 tarihlerinde bir birini takip etmiştir. Rusya ve İngiltere’ye tanınan Nüfuz ve Müdahale hakkıdır. Ardınca ABD’ye bağlı bütün kurum ve kuruluşlar millileştirildi. ABD ve İsrail, İslam dünyasının büyük düşmanı olarak karakterize edildi.
Bununla da ABD, Ortadoğu da en güçlü müttefikini kaybetmiş oldu. Türkiye Cumhuriyetini de kaybetmemek üzere 12 Eylül 1980 Askeri darbesini yaptırdı demek o kadar da münasip olmasa da üzerinde durulması gereken esas faktörlerden biridir. Tabii İran’daki İslam Devrimi, Türkiye’de ise Askeri darbe dünün iki müttefikini birçok alanda anlaşmaz hale getirdi.
Burada kaydetmem yerinde olur ki, 25 Kasım 1978 tarihinde kurulan PKK (Parti Kargeran’i Kürdistan)’nı da bu eksen de ele almak gerekmektedir. Konuyla ilgili uzmanlardan biri şöyle demektedir: “12 Mart 1971 muhtırasının ardından yaşanan baskı dönemi sol hareketlerini ezemedi, tersine güçlenmesine neden olmuştur. 1974 yılında Ankara’da kurulan Demokrat Yüksek Öğrenim Derneği’nin kurucuları arasında yer alan Abdullah Öcalan, daha sonra Kürdistan İşçi Partisi’ni yani PKK’yı kurdu. 1978 yılında silahlı eylemlere başladı.”[63]
PKK’nı kuranlar, Türkiye’nin Sovyet eğilimli Sol Marksist kanatından geliyordu. PKK’nın kuruluş tarihi 12 Eylül öncesi olsa da darbeden sonra istenilen açıdan daha güçlü ve etkili çıkış edebilmiştir. Bu ABD’nin Darbesine karşı o dönemde doğudan Sovyetlerin bir ters tepkisi olmuştur dersek yanılmarız.
PKK terör örgütü, uzun süre İran ile Türkiye arasında sorun olmuştur. Türkiye daim İran’ı PKK’ya geçiş ve kalma imkânları vermekte suçlamıştır. İran ise bunu daim reddetmiştir. Ama bazı verilere göre İran, PKK terör örgütüne zaman zaman bazı lojistik destekler de bulunmuştur. Buda iki ülkenin ilişkilerini olumsuz etkilemiştir. Burada yeri gelmişken belirtelim ki, İran’da Kürt konusunu hem İran Türklüğünün hem de Türkiye’nin aleyhine kullanmayı yeğleyen esas siyasi cereyan, sistem içindeki İngiltere eksenli Türk Karşıtı kesim olmuştur. Bu kesim Muhammed Ali Furugi’den süre gelen bu Kürt kartını Türklere karşı kullanmayı amaç edinmişlerdir. Türklüğe karşı Kürt kartını oynamak isteyen sözde reformist kesim bu işi o kadar ileriye götürmüşler ki, Cumhurbaşkanı Hatemi döneminde Apo’nun (Öcalan’ın) işbirliği karşılığında Batı Azerbaycan’ın Türkiye sınırlarını “Kuzey Kürdistan veya Mukeri eyaleti” olarak tanımağı öne sürmüşlerdir. Bu Türk karşıtı oyun karşı tarafın müdahalesi sonucunda ortadan kalkmıştır. Ama bunlara rağmen siyasi durum 2003’ten itibaren ABD’nin Irak’a girmesi ile tamamen değişmiştir. İran, Temmuz 2004’te PKK’yı terör örgütü olarak tanımıştır.
ABD’nin Irak’a girmesi ve Kuzey Irak’ta Kürt oluşumunun güçlü ve güvenilir bir temelde yürümesi için gerekilen zemin hazırlanmıştır. ABD, yanı sıra İsrail tarafından tam destek almaya başlayan Radikal Kürtçü Gruplar (IKDP “Irak Kürdistan Demokrat Partisi”, IYB (Irak Yurtseverler Birliği), KOMELE, PEJAK, ve kısmen İKDP “İran Kürdistan Demokrat Partisi” vb.), istenilen açıdan bölge devletleri için tehlike oluşturmaya başlamışlardır. İran, ABD tarafından Kuzey Irak Kürtlerinin ve PKK’nın kendi aleyhinde kullanılması tehdidi ile karşı karşıya kalmıştır. Diğer taraftan ABD-Türkiye ilişkilerinde PKK terör örgütü konusu da büyük bir soruna dönüşmüştür. ABD, PKK ile ilgili net karar vermekten kaçınıyordu. Aslında PKK’nı bölge devletlerine karşı kullanmayı ve daim elde tutmayı yeğlemiştir.
PKK terör örgütü Mart 2004’te PJAK adlı örgütü kurarak, İran’da geniş terör faaliyetlerine başlamıştır. “PJAK, İran karşıtı olarak geniş çaplı faaliyete geçmiştir. 2004’te İran ordusu ile girdiği çatışmalar sebebiyle dikkatleri üzerine çekmiş ve kısa sürede İran bazında birçok tartışmanın merkezine yerleşmişti.”[64] PKK ve PJAK İran için büyük bir tehlike oluşturuyordu. İran, ABD karşısında direnebilmek için komşuları ile iyi ve güvenilir bir ilişkiden yana olmuştur. İran’ın komşuları arasında en çok önemli olduğuna vurgu yapılmış olan ülke, Türkiye olmuştur.
İran özellikle Dini Lider, PKK dâhil bütün bölgesel sorunların Türkiye ile beraber yardımlaşarak çözülmesini bir strateji olarak ele almıştır. Buda Türkiye İle İran’ın ilişkilerini olumlu etkilemiştir. İran ile Türkiye arasındaki ilişkiler, ne kadar olumlu olsa da maalesef henüz içişlerine karışmamak, güvenlik işbirliği ve iyi komşuluk esasında olmuş ve bundan öteye gidememiştir. Türkiye ile İran’ın (İngiltere eksenli sözde reformist kesim dışında) stratejik ittifakı bu sorunların köklü çözüm yoludur diye düşünüyorum.
İran-Türkiye İlişkileri, esasen 2003 ABD ordularının Irak’ı işgal etmesinden ve 2010 Arap Baharı adı altındaki iç müdahalelerin etkisi altında şekillenmiştir. Ama yeri gelmişken bunu belirtelim ki, İran-Türkiye arasındaki iktisadi ve enerji akımı faaliyetleri kesintiye uğramadan ve kısmen gelişerek devam etmiştir. Başka bir ifade ile zaman zaman oluşan krizler iktisadi ilişkileri çokta etkilememiştir.
2003 tarihinde BM baş silah denetçisi Hans Blix, denetçilerin Irak’ın BM Kararı’na uygun davranıp davranmadığını tam olarak doğrulamak için daha fazla zamana ihtiyaçları olduğunu söyledi. Britanya’nın BM büyükelçisi, silah denetçilerinin ülkeden çıkmasıyla birlikte Irak’taki diplomatik sürecin sona erdiğini söyledi. ABD’nin Irak işgali öncesinde kuzey cephesini açmak üzere askerlerini Türkiye topraklarından geçirme talebi 1 Mart 2003’te TBMM’de bir tezkereyle reddedildi. 20 Mart 2003’te, ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri, 150.000 ABD askeri ve diğer ülkelerden 23.000 askerle birlikte Irak’ı işgale başladı. Saddam yönetimi, işgalden 20 gün sonra Bağdat’ın düşmesiyle birlikte sona erdi. Irak’taki Şiilerin bir kısmının işbirliği yapması, bir kısmının da direniş göstermesiyle ülkede güç mücadelesi başladı. Bu dönemde işbirliği yapan Şiilerin sonraki siyasi tutumlarını göz önünde bulundurursak eğer, onların İngiliz eksenli bir çizgi üzerinden yönetildiğini görmüş oluruz. Saddam Hüseyin, Aralık ayında Tikrit’te yeraltında saklandığı yerde yakalandı. 2004,de Şii din adamı Mukteda Es Sadr’e sadık güçler ülkedeki Batılı koalisyon güçlerine karşı harekete geçti. Dini liderler ABD geçici sivil yönetiminin başındaki Paul Bremer’i, İslami hukukun uygulanmasını engellememesi yönünde uyardı. ABD’nin Felluce’deki askeri kuşatması sonucu yüzlerce kişi öldü. Irak’ta herhangi bir dönemde KİS olup olmadığıyla ilgili tartışmalar devam ederken, ABD, yönetimi İyad Allavi liderliğindeki geçici hükümete bıraktı. 2005 ilk kez çok partili seçimler, çok sıkı güvenlik önlemleri altında 30 Ocak’ta yapıldı. Kürt siyasetçi Celal Talabani cumhurbaşkanı olarak yemin etti. Yarı özerk Irak Kürdistanı bölgesinin başkanlığına Mesut Barzani seçildi. İslami bir federal demokrasi kurmayı hedefleyen yeni anayasa oylarla kabul edildi. Iraklılar hükümet ve parlamentoyu seçmek üzere sandığa gitti. 2006’da Şii liderliğinde bir parti olan “Birleşik Irak İttifakı” 2005 seçimlerini kazandı. İbrahim El Caferi’nin görevinin sona ermesiyle birlikte Cumhurbaşkanı Celal Talabani, yeni başbakan Nuri El Maliki’yi, hükümeti kurmak üzere görevlendirdi. 2007’de Sünni ana siyasi blok olan Irak Uzlaşı Cephesi, bir anlaşmazlığın ardından kabineden çekildi. 2009’da Özel güvenlik şirketi Blackwater’ın (Uluslararası hukukta bir devlet gibi sorumluluk üstlenmeyen ama gerekilen cinayetleri yapan cani sürüsü dersek daha yerinde olur) Irak’taki faaliyetleri sözde yasaklanırken, Bağdat’ta yeni ABD büyükelçiliği açıldı. 2011’de İran’da sürgün hayatı yaşayan Mukteda Es Sadr, yıllar sonra Irak’a döndü. 2004’de kuruluşunu ilan eden DAİŞ, 2011’de Irak ve Suriye’nin büyük bir kısmını işgalinde bulunduruyordu.
Türkiye hükumeti, işin başından itibaren BOP (Büyük Ortadoğu Projesi)’ni anımsatan ve hatta bazen “Projenin Eş başkanıyız” değecek kadar işi ileriye götüren ve Irak’ta yürüttüğü siyasi çizgi ile safını nerden kimden yana olduğunu belirlemiştir. Yanı Türkiye büyük oranda bölgeyi parçalamaya ve yeni bir düzenin kurulmasına planlanmış olan ve ABD, İngiltere, İsrail projesi olarak anılan çizginin yanında yer almıştır. Aynı zamanda Irak’ta Sünni ve Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ile beraber yürümeyi yeğlemiştir. Türkiye’nin iç faktör olarak Irak’ta en büyük müttefikleri “Irak Kürdistan Partisi” ve onun lideri Mesut Barzani ve kısmen de yukarıda değindiğimiz çokta etkin olmayan “Irak Uzlaşı Cephesi” olmuştur. Türkiye’nin bu siyasi tutumu esasen 2015 Rus Sukhoi Su-24 Uçağının düşürülmesine kadar sürmüştür dersek yanılmayız. Uçak Krizinden sonra, Türkiye Büyük oranda siyasi çizgisini değiştirmek zorunda kaldı. Bu süreç 15 Temmuz 2016 FETÖ-ABD darbesi Türkiye’yi Batı blokuna karşı direnen bölge devletleri ile sıkı bir işbirliğine yöneltti.
İran ise işin başından itibaren esas bu çizgiyi takip etmiştir: Sadam Hüseyn’in devrilmesi, Irak’ın arazi bütünlüğünün korunması, ABD ve İngiltere’nin zayıflatılması ve mümkün kadar sınırlarından uzak tutulması olmuştur. Bu yönde iç faktör olarak, Mesut Barzani’nin tersine Irak’ın bütünlüğünü ön planda tutan ve Kürt meselesinin daha çok Irak’ın arazi bütünlüğünde çözülmesi stratejisini uygulamak isteyen “Irak Yurtseverler Partisi” Başkanı eski Cumhurbaşkanı Celal Talabani’yi tercih etmiştir. Diğer taraftan Gurani’leri, Fili’leri ve ülkede etkin kişiliği olan Mukteda Es Sadr ile eski Başbakan Nuri El Maliki ile ittifakta yürümeyi uygun görmüştür. Küresel anlamda ise Rusya ile beraber yürümeyi esas strateji olarak uygulamıştır. İran’ın diğer bir ilginç tarafı İslahatçılar ve ülkenin yürütme organlarını ellerinde bulunduran Rafsancani, Hatemi son dönem de Ruhani kesiminin İngiltere eksenli faaliyetleridir. İran’ın bu Pan Farsist etkin kesiminin Şiiliği İslam ve Türk dünyasına karşı bir nifak vasıtası olarak kullanmak isteyişleridir. Bu kesim Irak’ta İngiltere eksenli bir siyasetin ardınca gitmeyi yeğler ve İran’ın ikilem içinde olması da bu gruptan kaynaklanmaktadır.
Irak’taki bu süreç, son dönem Mesut Barzani’nin Bağımsızlık Referandumuna kadar süre gelmiştir. Türkiye Hükumeti, Barzani’nin bu ayrılıkçı Referandum kararına karşı ters tavır sergilemek zorunda kalmıştır. Bu alanda İran’la beraber bir şekilde karşı( çıktılar. Gayet başarılı bir işbirliği içinde Barzani’nin bu BOP projesinin bir parçası olan ayrılıkçı siyasetine karşı konuldu.[65]
2010 yılı ekim ayında içerisinde bulunduğu ekonomik kriz sonucunda isyan eden ve Tunus’ta kendini yakarak hükümeti protesto eden meyve satıcısı Muhammed Bouazizzi Arap Baharı olarak adlandırılan sürecin (Belanın) ilk fitilini ateşlemiş oldu. Birkaç ay içerisinde bu dalga Tunus, Mısır ve Libya’ya yayıldı. Protestolar bölgeyi adeta kuşatma altına alarak uluslararası kamuoyunda da geniş yankı uyandırdı. O günden sonra istikrarlı otoriter rejimlerdeki çalkantılar arttı ve sözde demokratikleşme isteklerinin halk nezdinde uyandırdığı yankı güçlü gözüken tüm bölge rejimleri üzerinde bir tehdit unsuru haline geldi. Al Jazeera Haber Ajansı, Arap Bahar’ının başlangıcında halkı sözde bilgilendirme ve yayınladığı bireysel ya da kitlesel protesto videoları ile olağanüstü bir şekilde etkilemiştir.
Protestolar çok kısa bir sürede Tunus’un başkentine yayıldı, daha sonraki haftalarda gösteriler komşu ülkelere yayıldı. Suriye’de yaşanan sürece kadar Libya dışında yoğun çatışma ve şiddet unsurları yokken, Suriye ayaklanması bölge dengelerini tamamen değiştirmiş ve beklentilerin aksine çok daha uzun bir sürecin başlangıcı olmuştur. Geçtiğimiz 42 yıl içerisinde belirtilen faktörlere ek olarak Suriye’de Aleviler- Nusayriler kısmen azınlığı oluşturmalarına rağmen, 1970’de Hafız Esad’ın hâkimiyete gelmesi ile egemenlikte etkin kuvvet olmuşlardı.
Esad rejimine karşı ilk genel protesto 5 Şubat 2011 tarihinde “Öfke Günü” adında ve internette Facebook üzerindeki bir çağrı ile koordine edilmiş bir şekilde gerçekleşti. Tutuklamalar, ölenler oldu. Devamında isyancılar tutukluların serbest bırakılması üzere itirazlara başladı. 2012 Ocak’tan sonra ise Suriye’de çatışma alanı daha geniş bir alanı kapsadı ve çok daha şiddetli bir şekilde yaşanmaya başladı. Amerika, 6 Şubat 2012’de Şam’daki elçiliğini kapattı. 2012-2013’den sonra Suriye’de en kanlı olaylar yaşanmaya başladı ve aktörlerin hem sayısal olarak arttığı hem de bu grupların kendi çıkar ilişkileri çatışmanın vahim boyutlarını da artırdı.
“Partiya Yekitiya Demokrat PYD”, 2003 yılında Suriyeli Kürtçüler tarafından kurulmuştur. YPG ise PYD’nin silahlı yapılanmasıdır. YPG – Yekîneyên Parastina Gel, Türkçe karşılığı “Halk Koruma Birlikleri” olarak geçer. PKK Devşirmesidir diye biliriz. Bu kuruluşlarda Türkiye üzerinden Aponun müstesna rolü olmuştur.
“Özgür Suriye Ordusu – ÖSO”;
“İslami Cephe”, 22 Kasım 2013 tarihinde kurulmuştur;
“Suriye Devrimcileri”, 9 Aralık 2013’te kurulmuştur;
“Al Nusra Cephesi”, Şubat 2012’de kurulmuştur.
“Irak Şam İslam Devleti – DAİŞ”, Nisan 2013’te Irak’ta El Kaide bağlantılı bir oluşum olarak kurulmuştur.
“Suriye Ulusal Konseyi”;
20 Ağustos 2011 tarihinde İstanbul’da kurulmuştur;
“Demokratik Değişim için Ulusal Koordinasyon Kurulu”;
2011 yılı yaz aylarında, solcu gruplar, Kürt aktivistler ve siyasi reformu “2005 Şam Deklarasyonu 37” ile ilişkili kişilerin bir araya gelmesi ile oluşturulmuş Suriye tabanlı bir gruptur.
“Suriye Devrimci ve Muhalif Güçler Ulusal Koalisyonu”; 2012 Kasım ayında Katar’ın Doha kentinde muhalif gruplardan oluşan bir koalisyon olarak kurulmuştur.
“Suriye Geçici Hükümeti”; Suriye ulusal koalisyonu tarafından kurulmuştur. 19 Mart 2013 tarihinde İstanbul’da düzenlenen bir konferansta Ulusal Koalisyon üyeleri Suriye için kurulan geçici hükümetin başbakanı olarak Hassan Hitto seçmilerdir.
Hizbullah; Ağustos 2012’de müdahil olmuştur.
Bir kısım Iraklı Milisler;
Bir kısım İranlı Sipah Fedaileri;
Türkiye, ABD, İngiltere, Fransa, Katar, Suudi Arabistan,
İran, Rusya, Venezuela, Irak;
Şu an 5 yılı aşkın bir süredir Suriye’de iç savaş sürüyor. Kan gövdeyi götürmektedir. Pek çok kanlı çatışma meydana gelmiştir. Türkiye Hükumeti yukarıdaki listelere bakılırsa nerde kiminle durduğu tam aydınlanır. Türkiye İlk başından ABD, İngiltere, Fransa vb. Emperyalist ve İslam karşıtı güçlerle beraber yürümüştür. İç isyancı faktörler de görüldüğü gibi İkhvan’ül-Müslimin, terörist Selefi, DAİŞ gibi İslamcılar, YPG; PYD gibi PKK yanlısı Terörist Ayrılıkçı Kürtçüler ve Özgür Suriye Ordusu olmuştur. Ama Uçak Krizi ve ardından Temmuz ABD-FETÖ darbesinden sonra yine stratejik bir dönüşle savaşın başından “Bu bir Demokratik Halk Hareketi veya İtirazı Değil, Bu Bir BOP Projesi ve Batı Müdahalesidir” diyen kuvvetlerle İttifakta yürümeyi seçmek zorunda bırakıldı.
Bu 5 yıl içinde milyonlarca insanın hayatı kararmıştır. BM’nin son verilerine göre 5 milyon Suriyeli mülteci bulunmaktadır. “BMMYK’nın verilerine göre, Türkiye, Lübnan, Irak, Ürdün ve Mısır gibi bölge ülkelerde mülteci olarak kayda alınan Suriyeli mültecilerin sayısı 5 milyondan çoktur. BMMYK sözcüsü bu artışta özellikle Türkiye’de kısa süre önce yaklaşık 10 bin sığınmacının mülteci olarak tanınmasının ve kaydının gerçekleştirilmesinin büyük rol oynadığını ifade etti. Savaşın başlamasından bu yana 3 milyon Suriyeliye kapılarını açan Türkiye, bölgede en fazla sığınmacı alan ülke konumundadır.”[66] Türkiye, Suriye sığınmacıları ile ilgili işlerin kolaylaştırılması üzere özel kanun kabul etmiştir. Taşgın, Türkiye’nin tutumunu şöyle anlatıyor: “Türkiye hem sınır komşusu olma özelliği ile hem de bölgedeki etkin rolü açısından Suriye konusundaki en önemli dış aktörlerden biridir. Arap baharı öncesi, Türk-Suriye ilişkileri güçlüydü. Suriye meselesinin başlarında da Türkiye Esad yönetimini en kısa zamanda reformlar yaparak çatışma ortamı oluşmadan bu meseleyi çözmesi için telkinlerde bulunsa da rejimin buna yanaşmayışı ve giderek çatışmanın yükselişi Türkiye’nin Esad karşıtı bir tavır almasına neden oldu.[67] Ama bize göre hiçte doğru ve mantıklı bir yaklaşım değil, yapılmış yanlışlıkları haklı çıkarmaya çalışmak ve daha çok görünür gerçeklikleri çarptırmaktır.
BBC’nin “Economist” dergisinin Türkiye ekindeki bir analizde, Türkiye hakkında şöyle yazıyor: “Türkiye’nin uzun yıllar boyunca ‘kendi dünyasına gömüldüğü, Batı ile ilişkileri iyi ama güçsüz bir ülke olarak yoluna devam ettiği’ belirtiliyor ve ‘bu kendi halindelikten AKP’nin göreve gelmesiyle çıkıldı’ deniyor. Eski Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” politikasını devreye sokmasıyla, Ermenistan ve Kuzey Irak’taki Kürtlerle eski kavgaların bir kenara bırakıldığı, Rusya ile ticari ilişkilerin arttığı ve Arap ülkeleriyle ilişkilerin ilerletildiği ifade ediliyor. Bahsedilen dönemde sadece Avrupa Birliği ile üyelik müzakerelerinin durduğu, bunda AB’nin “birçok kafadan farklı sesler çıkan” siyasi yapısının da etkisi olduğu belirtiliyor. Suriyeli mülteci akını nedeniyle AB ile Türkiye’nin görüşmelere yeniden başladığı, ancak Türkiye’nin AB üyeliği ihtimalinin hala düşük olduğu aktarılıyor. Türkiye, sorun yaşayan komşularına akıl hocalığı yapmak yerine fazlaca toy, müsamahakâr ve inatçı davrandı. Ama en önemlisi bölgenin her an tutuşmaya hazır karmaşık yapısını tam olarak kavrayamadığını gösterdi.” Türkiye ve Suriye ile çalışan bir Birleşmiş Milletler yetkilisi, Türkiye’nin bu tutumuna yönelik olarak “Gerçekten ne başarmaya çalıştıklarını anlayamıyorum” diyor. “2011’de Arap Baharı ortaya çıktığında Türkiye hükümeti olayları kendi prizmasının içinden görmeyi seçti: Gerçek halk-dindar Sünni Müslüman işçi sınıfı-sonunda Batılılaşmış askeri elitleri görevden kovuyordu. AK Parti bölgenin bu yeni ortaya çıkan İslamcılarını samimi bir şekilde sahiplendi.” Türkiye’nin İsrail ile arasındaki gerilimi azaltmaya yönelik adım attığı, hükümetin ayrıca AB ile müzakerelerin yeniden başlaması yolunda samimi göründüğü, İran-Suudi Arabistan geriliminde ise taraf tutmaktan kaçındığı hatırlatılıyor ve yazı şu cümleyle son buluyor: “Türkiye belki de, en azından dış ilişkilerde, gücü sorumluluk ile dengelemeye başladı.”[68]
İran ise yukarıda belirtildiği gibi Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de Uluslararası faktör olarak Rusya ile beraber dengeli yürümeyi ve iç Faktör olarak da devletin kendisini muhatap aldı. Esad Rejiminin tam yanında durdu. Esad Rejimine karşı savaşanları karşısına aldı. Tabi bu da İran ile Türkiye’yi Suriye konusunda iki rakip komşu halinde yoğun mücadeleye yöneltti. Ama burada da Irak’ta olduğu gibi Türkiye’yi yarı yolda bırakan Batı müttefikleri ve bununla da yetinmeyip, FETÖ-ABD darbe girişimi, Türkiye’yi bölge devletlerinin yanında yer almaya ve sorunun bu istikamette çözülmesine çalışmaya itti. Nitekim Türkiye FETÖ darbe teşebbüsünden sonra Rusya ve İran’la bir hizaya geldi. Bu da Suriye sorunlarının çözümüne yönelik Cenevre’de kararlaştırılan görüşlerin Astana’ya devredilmesine sebep oldu. Konu ile ilgili Oytun Orhan şöyle diyor: “Mart ayında gerçekleşen gizli görüşmelerin ardından Suriye yönetimiyle iş birliği yolu çizen Ankara’nın Astana süreci yoluyla hem Suriye’deki çatışmaların bitmesine hem de ABD yönetimindeki ülkelerin 2011’den bu yana çözüme ulaşamayan çabalarına sırtını dönmesi anlamına geliyor.”[69] Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Soçi’deki üçlü zirvesinin sonuçlarını değerlendiren Rusya Devlet Beşeri Bilimler Üniversite öğretim görevlisi Doç. Dr. Sergey Seregiçev ise şöyle bir değerlendirmede bulunmuştur: “Bu sembolik bir an. Evet, lokal operasyonlara devam ediyoruz, elbette Suriye ordusu ve istihbaratına yardım ediyoruz. Ama vurgu, askeri destekten sosyal ve ekonomik destek yönüne kayıyor. Bu çok önemlidir. Suriye’de iç savaşın parçaladığı sosyal ve ekonomik ilişkileri onarmanın kolay olmayacağını belirtti. Anında çok sayıda sorun ortaya çıkıyor. Ama bu sorunlar sırasıyla çözüme kavuşturulmaya başlayınca Suriye’de uzlaşma için sağlam temel kazanmış oluruz. Çünkü insanlar bir iş bulunca, sağlam maaş almaya başlayınca, hastaneler, okullar, yollar, köprüler ve ilgili sosyal ve ekonomik altyapı onarılınca veya yenileri yapılınca bu tamamen durumu değiştirecek. İnsanların kaybedecek bir şeyleri olacak, okul ve hastaneleri inşa eden, istihdam sağlayan iktidara karşı çıkan radikallere desteğini kesecek. Bu, Suriye’yi bir devlet ve bir ülke olarak korumak için gereklidir.”[70]
Biz, sonuç yerine Büyük Ortadoğu Projesi üzerinden gündeme taşınan büyük Kürdistan olayına göz atmayı ve Bölge ülkeleri açısından muhtemel çıkış yollarına değinmeyi uygun bulduk.
Bir ayağı terör, bir ayağı siyasileştirilmiş sözde Kürt sorunu denilen oluşum, aslında kardeş Kürt topluluklarını temsil etmez, Kürtlerin üzerinden oynanan vahim bir oyunun bölgeye tatbiki söz konusudur. Kürtlerle Türklerin ve diğer azınlıkların tarihen böyle etnik zeminli bir sorunları olmamıştır. Kürt adına bölgemize (Türkiye-İran-Irak-Suriye) dayatılmış siyasal sorun, Birinci Dünya Savaşında Müttefik Kuvvetleri tarafından Güney Doğu Anadolu ve Batı Azerbaycan (Günümüz İran’ın Batı Azerbaycan Eyaleti) topraklarını içeren arazide Ermeni-Asuri Hristiyan devletinin kurulmasına edilen teşebbüsün,(kurulması teşebbüsü) dönem şartlarına uygun görülmediğinden ertelenen oyunun yeniden devam eden bir parçasıdır.
Müttefik Kuvvetleri, Ermeni-Asuri Hristiyan devletinin kurulması projesinin iflasa uğradığını görünce Kürtçülerin üzerinden yürüyerek bu siyasal sorunu bölgeye dayatmışlardır.
Temel itibarıyla SSCB’nin dağılmasından sonra bölgede tatbik edilmekte olan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)[71], Kürt adına dayatılmış siyasal sorunu deneysel öncü birlikleri olarak kullanmaya karar vermiştir.
Bu Terör ve saldırgan örgütler esas itibarıyla Irak Kürdistan Demokrat Partisi (IKDP, Barzani başkanlığında), PKK, PJAK ve PYD’den oluşmaktadır. PKK, PJAK ve PYD ise Terör hareketlerinin deneysel öncü birlikleri olarak kullanılmaktalar.
Kürt denilen siyasal sorunun ortadan kaldırılması bir bütün proje olarak bölge devletleri tarafından beraber ele alınması gerekmektedir. Çünkü bu BOP, yalnız Türkiye’yi değil, bütün İslami devletleri özellikle Türkiye, İran, Irak ve Suriye’yi kapsamaktadır.
Kısaca söylemek istersek, kaydedilen Terör örgütleri – Deneysel Öncü birlikleri olarak Büyük Otadoğu Projesi’nin bu dört ülkede uygulanması için meydandalar. Bu Terör Örgütleri büsbütün ortadan kaldırılmalı, ya da bu terör örgütleri zaman aşamasında meşru halk kuvvetleri adını benimseyerek bu dört ülkenin BOP’un gerektirdiği biçimde yeniden yapılandırılmasını sağlayacaklardır. Yani bu günün “deneysel öncü birlikleri”, yarının halkların başarılı kahraman ordusu gibi kabul görülecektir. Bu ise bölgedeki mevcut millet ve devletlerin sahip olduğu nisbi bağımsızlıklarının tamamen ortadan kalkması olacaktır.
Net olarak, bu Terör Örgütleri dört ülkenin birlikte faaliyetleri ile bölgede büsbütün etkisizleştirilmelidir, aksi takdirde bölgedeki Milletler ve Devletler sahip oldukları nispi bağımsızlıklarından da vazgeçip, Atlantizm “Atlanticism” egemenliğinin çizmiş olduğu vizyona uygun biçimde yeniden yapılanmayı kayıtsız-şartsız kabul etmeli, teslimiyeti ilahi kader olarak benimseyip, onunla barışmalılar.
BOP projesinin Irak ve Suriye’ye ne vaat ettiği göz önündedir. Ama önemli olan bu Projenin Türkiye ile İran’a ne vaat ettiğidir.
Bu proje yaklaşık 80 Milyon nüfusun barındığı, 1,648,000 Kilometre kare toprağa sahip, Asya kıtasındaki Türk ve İslam dünyasının jeopolitik konum itibarı ile Kalpgah’ını (Heartland) oluşturan bir ülkeyi kapsamaktadır. Günümüzde İran nüfusunun 40 milyondan fazlasını Türkler, 20 milyonunu Fars Dilliler, 4 milyonunu Kürtler, 4-5 milyonunu Lor kökenliler, 2,5 milyonunu Araplar, 2 milyonunu Beluclar ve diğerlerini ise Gilekler, vb. azınlıklar oluşturmaktalar. BOP Projesi öncesi İran, esas itibarıyla son yüzyılda Türk-Arap-İslam düşmanlığına dayanan bir Pan-Farsist sistemle yönetilmesi istenmiştir. Şu an ülkede gayri Fars dilliler arasında, Milli zeminde geniş kültürel-siyasal faaliyetler başlamıştır. BOP projesinde yok sayılacak kesim İran’ın çoğunluğunu oluşturan Türklerdir. Bu uygulanması istenen BOP projesi, İran’ı, Türk-Arap karşıtı ve Şiiliği İslamiyet’e karşı kullanmayı hedefleyen Batı yanlısı sözde reförmist ve Pan-Farsist kesim tarafından yönetilmesini sağlamaya çalışıyor. Bu kesimin tanınmış isimleri eski Cumhur Başkanları Haşimi Rafsancani, Muhammed Hatemi ve şimdiki Cumhur Başkanı Hasan Firidun – Ruhani’dir. Bu projeye göre İran’da Pan-Farsizmin İslamiyet’e, Türk ve Araba karşı kullanılması ön plandadır. Bunun için:
Şuan unutulmamalıdır ki İran Türklüğünün iktidar yanlısı kesimi, kesin çoğunlukla Özel Devrim Muhafızları (Sipah ve Besic) dahil diğer Yüksek Dini Öndere bağlı kuvvetler içinde bulunmaktalar. İran Türklüğünün muhalefet iradesini temsil eden ise ancak Güney Azerbaycan Milli Hareketi adına tanımlanan Türklüğe dayanan Siyasi-Kültürel cereyandır. Dini Öndere bağlı kuvvetlerin şimdiye kadar yürütmüş oldukları esas strateji: “İslam birliğine vurgu yapılması ve Fars dilli Şiiliğin ön plana alınması” olmuştur.
İran Türklüğünün muhalefet iradesini temsil eden akım, Güney Azerbaycan Milli Hareketi olarak tanımlanan Türklüğe, İslamiyet’e ve Özgür Birey İradeye dayanan siyasi harekettir. Bu Hareketin duygusal aktivistleri tarafından bazen Güney Azerbaycan’ın bağımsızlığına dair sloganların ileri sürülmesinin arkasında BOP projesinin durduğu iddia edilmektedir. Bu tamamen yanıltıcıdır. Görünüş itibarıyla BOP projesinin amaçlarına hizmet edilir algısını yaratsa da içerik ve ruh itibarıyla bir birine zıttır. Bağımsızlık fikirleri Stratejik olarak belirlendiği görünse de aslında megastratejik yaklaşımda taktiksel yaklaşımdan başka bir şey değildir. İran’da ayrılıkçı olunacak olursa bu en son Türkler olur.
Görüldüğü gibi bu proje dâhilinde İran’ın siyasi ve jeopolitik konumuna dokunulmuyor. Büsbütün Hazar Denizi ve İran-Basra Körfezi kıyıları ne Türklere nedeki diğerlerine devredilmeyip, Şiiliği İslamiyet’e karşı kullanmayı amaçlayan Türk-Arap karşıtı Pan Farsistlerin elinde kalması isteniliyor. Tabi bu kurulması düşünülen İran, kesinlikle söylüyorum günümüzdeki İran olmayacaktır. O, sözün asıl anlamında açıkcasına Şiiliği İslamiyet aleyhine kullanan Türk-Arap karşıtı Pan Farsist bir düzen olacaktır ve ülkenin ismi de Persian olarak adlandırılması ihtimali daha yüksektir. Hazar’dan Basra Körfezine uzanan %65-70 nüfusla[75] 1,000,000 Kilometre kare toprağı kapsayan en jeopolitik bölge olarak karşımıza çıkacaktır. Bu Persian adlanacak ülke, İslamiyeti ve Türklüğü tamamen etkisizleştirmek için Ortadoğu ve Orta Asya’ya yönelik olarak Atlantizm’in öncü ayağı olarak kullanılacaktır. Bu İslamiyet ve Türklük için korkunç olan projenin uygulanmasını isteyen iç faktör çoğunlukla sözde reförmist – islahatcılar olarak tanımlanıyor. Hüccet-ül islam Haşimi Rafsancani (2017’nin başında öldü), Muhammed Hatemi, Rahim Maşayi, Ataullah Muhacirani, Kerrubi, Hasan Firidun (Ruhani) vb. bu kesimin tanınmış isimleridir.
BOP projesi başarıyla uygulandığı takdirde en ağır darbeyi Türkiye, İslamiyet ve bütün Türkler alacaktır. Türkiye, bunu engellemek için mutlaka bölgesel devletlerle iyi ilişkiler kurmaya çalışmanın yanı sıra, Batının bu Projesine karşı Rusya ile ve Katolik Kilisesine karşı Ortodoks Kilisesiyle işbirliğini ön planda tutması gerekmektedir. Rusya ve İran’ın dini yiderine bağlı güçlerle beraber bu BOP projesinin deneysel öncü birlikleri olan Barzani, PKK, PJAK ve PYD’nin etkisizleştirilmesi yönünde birlikte faaliyet mekanizmasının kurulması yolunu bir türlü bulması gerekmektedir. ABD ve AB ile olan ilişkiler üzere mevcut statükonun korunulmasına çalışılmalıdır. Türkiye’nin Rusya ile olan ilişkilerini yüksek düzeyde geliştirmesi önemlidir.
Kısacası, Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerin geliştirilmesi, Türkiye’nin bölgenin etkin devletleri ile yanı sıra Azerbaycan başta olmakla Kafkasya ve Orta Asya Türk Cumhuriyetleriyle daha yakın ve birliktelik kurmasına karşı bazı mevcut engellerin ortadan kalkmasına olanak sağlar. O zaman Türk-İslam birliği, gerçek anlamda masaya yatırılabilir. İran’la ilgili ise batı özellikle İngiltere eksenli İran Türklüğüne karşı Pan Farsist kesimle değil, tam tersine İran Türklüğünü ön planda tutması gerekmektedir.
Bunun için iç siyasette ise bazı siyasal ve ekonomik adımların atılması gerekmektedir.
[1] Tabi, İran adı, Ferdevsi’nin “Şahname”sinden sonra edebiyatta ve bazı diğer devlet belgesi olmayan yazıtlarda kullanıldığı gibi Batılı kaynaklarda da çoğu zaman özellikle 1176 yılındaki Miryokefelon savaşından sonra Anadolu için Latin ağzıyla Türklerin yaşadığı bölge anlamında TÜRKİYE tabirinin kullanıldığı görülmektedir. Ama resmi biçimde devlet ve ülke anlamında ilk kez İran adı Müttefik kuvvetlerin işgali ardından yapılan 1921 darbesinden sonra egemenliği kendi eline alan Pehleviler tarafından 1935 yılında kabul edilen yönetmelikle resmi devlet ve ülke adı olarak kullanılmıştır. Türkiye’de ise bu resmi süreç 1923 tarihinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile başlamıştır. Bu konuya, bu çalışmayı kitap olarak yayınlamaya hazırladığımız metinde daha geniş biçimde değineceğizdir.
[2] Burada kaydetmem yerinde olur ki, Altın-Orda ve İlhanlılar arasında da kuvvetli rekabet olmuştur. İran kelimesinin etimolojik analizine ve “İran-Turan” konusunu ele alan eserlerin bir kısmına buradan ulaşılabilir: Dr. Feyzullah Vehid (Ulduz), “نام «ايران» را – در بعد از اسلام – «مغولان» بر اين سرزمين نهادند! – Nam’e İran Ra Baed Az İslam Moğulan Bar İn Sarzamin Nahadand”,20.12.2017 tarihinde alınmıştır: http://database-aryana-encyclopaedia.blogspot.com.tr/2009/07/blog-post_30.html http://www.amordad.net/forum/index.php?topic=6635.0
[3] Dr. Feyzullah Vehid (Ulduz), adı geçen makale;
[4] Bu makalemizin Kitap şeklinde yayınlanacak olan genişletilmiş metninde bu konuya daha geniş biçimde değinilecektir. Ayrıca yakında yayınlanacak olan “İran Türk Devletinin İnhilal Nedenleri” başlıklı kitabımızda mümkün kadar geniş biçimde ele alınacaktır.
[5] Geniş bilgi için: R. C. “Dünden Bu Güne Gerçek İran”, Devlet Dergisi, 14 Nisan 2014, http://devlet.com.tr/makaleler/yazi/20/DUNDEN_BUGUNE_GERCEK_IRAN_VE_GUNEY_AZERBAYCAN_MILLI_HAREKETI_.html Ayrıca geniş bilgi için: R.C. “Kürtlerin Kökeni”, Gece Kitaplığı, 2016, Ankara, s. 228-229
[6] Arap olmayan Müslümanlar demektir. Sözlükte, “Yabancı; Arapça olmayan dil veya Arapça konuşmayan veya Arap olmayan kimse. Mecazen, dile getirememe, açığa vuramama”, anlamındadır: geniş bilgi için:
“Kur’an’da geçen isimlerin anlamı”, http://www.kurandan.com/sozluk/sozluka.htm
“Kur’an’ı Kerim’de Acemi ile ilgili Ayetler”:
“Kuran’da Arap Irkçılığı Yapılıyor İddiasına Cevap”:
http://kurandaceliskiolmaz.com/kuranda-arap-irkciligi-yapiliyor-iddiasi/
İstatistik verilere göre Türkiye’de toplam 19.322 kişi tarafından kullanılan Ecem isminden sadece İstanbul’da 5.077 kişi var. Türkiye’de en çok kullanılan isimler sıralamasında Ecem ismi 1406. sırada yer almaktadır.
Türk Dil Kurumuna göre Acem, Ecem veya Acemi:
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.5aca5c3233d855.89072138
[7] Prof. Dr. Fahir Armaoğlu, “19. Yüzyıl Siyasi Tarihi – 1789-1914”, Timaş Yayınları, 14. Baskı, s. 33-34 ve http://www.islamansiklopedisi.info/
[8] Geniş bilgi için: Yusuf Halaçoğlu, “Osmanlı Kimliği ve Aşiretler – Türkiye’nin Derin Kökleri”, Babiali Kültür Yayıncılığı, 2017, İstanbul
[9] Prof. Dr. Faruk Sümer, “Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü”, Türk Tarih Kurumu yayınları, 1999 vb.
[10] Rıza Zelyut, “Kürt Alevi Yoktur”, geniş bilgi için:
http://www.turkalevi.com/2012/04/kurt-alevi-yoktur.html
http://www.binboga.org/riza-zelyut-un-resmi-ideolojinin-kanli-murekkebiyle-yazdigi-dersim-tarihi/
http://alevierenler.blogcu.com/riza-zelyut-kurt-alevi-yoktur/2926651
[11] Çoğu kaynaklarda Çin’deki Hata şehrine aidiyeti belirtmek üzere Hata’i şeklinde geçer. Hata’i adı, oradan çıkmış veya Safevi sanatının etkisi ile gelişmiş süsleme sanatındaki bir kompozisyon adı olarak da kullanılmaktadır. Hıtay eski Türkçe’de Çin manasına geliyor. Safevi Tarikatının kurucusu Safiyyüddin-i Erdebili Hazretlerinin Hata şehri veya Hıtay (Çin) Türklerinden olması veya yerleşik Hazar Türklerinden olması fikri, Tarihçilerin netleştirmesi gereken konulardan biridir.
[12] Ziya Gökalp, “Türklüğün Esasları”, genel bilgi için:
https://www.cokbilgi.com/yazi/milli-kultur-ve-medeniyet-ziya-gokalp/
[13] Bu konuyu “Hazarlar, Gaznelilerin, Selçukluların, Harezmşahların yerli Selefidir mi?” başlıklı çalışmamızda mevcuttur. Bu çalışmamız da tamamlanır tamamlanmaz yayınlanacaktır.
[14]“İran Türklüğünün İnhilal Nedenleri”, yakında yayınlanacaktır.
[15] Turan Yazgan, “TÜRK DÜNYASI DÜNÜ – BUGÜNÜ, DERTLER – ÇARELER”, “MDM” Yayınları, tam metin:
http://www.millikitap.com/2016/03/tam-metin-turan-yazgan-turk-dunyasi.html
[16] “Osmanlı-İran Savaşları”, geniş bilgi için:
https://www.turkcebilgi.com/osmanl%C4%B1-iran_sava%C5%9Flar%C4%B1 https://ipfs.io/ipfs/Qme2sLfe9ZMdiuWsEtajWMDzx6B7VbjzpSC2VWhtB6GoB1/wiki/Osmanl%C4%B1-%C4%B0ran_Sava%C5%9Flar%C4%B1.html
[17] İslam Ansiklopedisi, Tufan Gündüz, “Safeviler” Maddesi,
http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=350452
[18] Kütüphaneler ve Müzeler Müdürlüğü, Atatürk Kitaplığı, Ömer Khalis Bey, “İran Tarikhi”, Muhammed Ali Furugi’nin yazmış olduğu eserin Osmanlı Türkçesine çevirmeni ve kaydedilen ek bölümlerin yazarı, Arkan’e Harbiye Umumiye Talim-Terbiye Dayeresince Neşr olunmuştur, 1926, s. 79
[19] Oğuzhan Tan, “Kanuni Sultan Süleyman”,
http://www.osmanlimedeniyeti.com/makaleler/tarih/Kanuni-Sultan-Suleyman-Hayati-Fetihleri.html
[20] Prof. Dr. Remzi KILIÇ, “Kanuni Sultan Süleyman Devri Osmanlı Devleti’nin İran-Safevî Siyaseti”, http://remzikilic.com/kanuni-sultan-suleyman-devri-osmanli-devletinin-iran-safevi-siyaseti.html
[21] Kütüphaneler ve Müzeler Müdürlüğü, Atatürk Kitaplığı, Ömer Khalis Bey, “İran Tarikhi”, Muhammed Ali Furugi’nin yazmış olduğu eserin Osmanlı Türkçesine çevirmeni ve kaydedilen ek bölümlerin yazarı, Arkan’e Harbiye Umumiye Talim-Terbiye Dayeresince Neşr olunmuştur, 1926, s. 86-87
[22] Age. s. 87
[23] Age s. 87
[24] Ö. Halis, Age. S. 79
[25] Eldar Emirov, “Ağa Məhəmməd şah Qacar: Təhrif Olunmuş İrsimizin Daha Bir Səhifəsi”,
http://www.1news.az/az/news/a-a-m-h-mm-d-ah-qacar-t-hrif-olunmu-irsimizin-daha-bir-s-hif-si
Ali Muradi Maragei, “کوشش در ابهام زدایی از چگونگی قتل آقامحمدخان قاجار/علی مرادی مراغه ای/قسمت اول”, http://solanzh.blogfa.com/post-316.aspx
[26] Age
[27] Tarihçi Serdar Celaloğlu, https://www.azadliq.org/a/24959026.html
[28] Корф Ф. Воспоминания о путешествии в Персию /F. Korf, “İran’a Yolculuk” / Современник. – 1852, декабрь. – Т. 36. – Отд. VI. – С. 186–189.
[29] Rus gazeteci ve yazar Fedor Fedorovich Korf,”İran Hâtıraları”1838, verilen metinin çevirisini Sn. E. Demirtaş” yapmıştır.
[30] Konu ile ilgili yakında yayınlanacak olan çalışmamızda geniş bilgi verilmiştir. 1910’larda İran’da olan Şevket Beyin eserinde de geniş bilgi var. Ö. H. Age. S. 61-70 “BAB” kısmı; ayrıca yazarın: “GÖÇ VE AÇLIK ETMENLERİNİN İRAN’DA TÜRK EGEMENLİĞİNİN KAYBINDAKİ ROLÜ” başlıklı çalışmasına başvurulsun.
[31] Kültür Varlıkları Daire Başkanlığı, Kütüphane ve Müzeler Müdürlüğü, Atatürk Kitaplığı, Muhammed Kenan, “İran Cebhesi I-II”, Raporlar ve değerlendirmeler. 1928, ikinci cilt, s. 110, 112, 113, 121, 126, 133
[32] Age, Birinci Cilt, S. 101
[33] Geniş bilgi için: Abdullah Shahbazi, “یهودیان و گسترش با بی گری و بهایی گری – Yahudilerin, Bab’çılığı ve Bahai’ciliği genişletme siyasetleri”, PDF şekli http://www.shahbazi.org/ sitesin de mevcuttur;
A.Sh., ”Chera İn Mabahes Ra Mürur Mikonim – Niye Bu Konulara Değiniyoruz?”, http://www.iranamerica.com/forum/showthread.php?t=26732
Nureddin Çahardehi, “چگونه بهائیت پدید آمد – Bahailik Nasıl Ortaya Çıktı”, Aferineş Yayınları, Tahran, 1369-1990, İkinci baskı, http://www.paperyab.ir
[34] Bu Makale çalışması yakında genişletilmiş biçimde Kitap olarak yayınlanacaktır. O zaman orada bu konular daha geniş biçimde ele alınacaktır.
[35] Atatürk Kitaplığı, Âb’dur-rahman Şerif, “Coğrafiya’i Umumi”, Cilt: I-II, Karabet Matbaası, Hk. 1323, Birinci Cilt, s. 22; kitabın iç kapağında “University of Toronto Library” nüshası 1907 yazmaktadır. Kitabın metninden anlaşılır ki, 1905 tarihinde yazılmıştır.
[36] Geniş bilgi için: R. C. “TÜRK DÜNYASINDA SOYKIRIM VE ETNO-JEOPOLİTİK İNHİLAL”, MİSAK,
http://misak.millidusunce.com/turk-dunyasinda-soykirim-ve-etno-jeopolitik-inhilal/
[37] Age
[38] Bu konuyu iki ciltte çalışmaktayız. Bitmek üzeredir. I. Cilt “İran’da Soykırım ve Etno-Jeopolitik İnhilal”, II. Cilt “Türk Dünyasında Soykırım ve Etno-jeopolitik İnhilal” başlıkları ile yayınlanacaktır. Rusya ile ilgili esas veriler 1897-1926 Nüfus sayılarına dayanıyor. Türkiye ile ilgili çalışmanın esas kaynaklarını 1913-1927 yıllarına dair İstatistik Nüfus veri tabanları ve Osmanlı Arşiv belgeleri oluşturuyor. İran’la ilgili çalışmanın esas kaynaklarını İran’la ilgili Osmanlı, yerel arşiv belgeleri ve yabancı yazarların verdikleri bilgiler ve açıklanmış yabancı belgeler oluşturmaktadır.
[39] Ö. H. Age, s. 55
[40] Geniş bilgi için: R.C. “Kürtlerin Kökeni” kitabı,
[41] “دين طوايف و قبايل کرد – Kürt Aşiretlerin de Din”,
http://www.aftabir.com/travel/iranian/provience_kordestan_religion.php
[42] Gadyani Abbas,” İran Dinleri ve Mezhepleri Tarihi”, 2002, S 282
[43] Alptekin DURSUNOĞLU, “Irak’taki siyasal kesimler ve üç verili tanımlama Şiiler Kürtler ve Sünniler”, http://www.ydh.com.tr/YD10_iraktaki-siyasal-kesimler-ve-uc-verili-tanimlamasiiler-kurtler-ve-sunniler.html
[44] Kiyumers Azimi, Muhammedali Çlunger, “پراکندگی فرق و مذاهب تشیّع در کردستان” – “Kürdistan’da Şiiliğin ve Fırkaların dağılımı”, http://www.shiitestudies.com/article_19301_3214.html
[45] Age,
[46] Geniş bilgi için: R.C. “Kürtlerin Kökeni”,
[47] Bu makalenin genişletilmiş kitap şeklindeki metninde bu konuya geniş biçimde değinilecektir.
[48] Kültür Varlıkları Daire Başkanlığı, Kütüphane ve Müzeler Müdürlüğü, Atatürk Kitaplığı, “Hudud’i İran’iye-ye Dair”, Ahmet İhsan Matbaası, Hk. 1321, s. 51-53
[49] Kafkasya Arkan’i Harbiye Yüzbaşısı B. Aderyanof, “19. Asırda Rusya-Türkiye-İran Muharibeleri, Türkiye, İran Rusya Kürtlerinin Vaziyeti”, Çev: Mulazim A. Efendi, Yüzbaşı Mustafa Efendi, Hâkimiyet’i-Milli Matbaası, 1926, s.5
[50] Age, s. 9
[51] Age, s. 4-5
[52] Kürt konusu ile ilgili geniş bilgi için: Prof. Dr. Abdulhalúk M. Çay, “Her Yönüyle Kürt Dosyası”, 7. Baskı, Ankara 2008
[53] Cevad Odyakmaz, “Mondoros-Sevr-Mudanya-Lozan anlaşmalarının tam metni”,Togan yayınları, 2013, Sevr ve Lozan bölümleri,
[54] Sultan Vahdettin Paşa hakkında: Tarihçi Yazar Ömer Faruk Yılmaz, “Sultan Vahdettin ve acı gerçekler”, http://www.haber7.com/kultur/haber/1108208-sultan-vahdettin-ve-aci-gercekler
Sultan Muhammedali Şah hazretleri için: R. C. “K. K.” Age, s. 242-243
[55] Necdet Bayrakdar, “Milli Mücadele’de Yayınlanan Padişah Fetvası ve Ona Karşı Verilen Anadolu Fetvası”, “Bilgiyurdu” Dergisi, 11. Yıl, 61. Sayı, Kasım 2017, s. 32-35
[56] Halide Edip Adıvar, “Türkün Ateşle İmtahanı”, 1922, s. 224, www.sanal-kitap.com
[57] Age, s. 49, 55, 100 vb
[58] DR. SAİT AŞGIN, “Atatürk Döneminde Doğu Anadolu (1923-1938)”, 19.12.2017 tarihinde bu linkten alınmıştır: http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-50/ataturk-doneminde-dogu-anadolu-1923-1938
[59] Agm.
[60] Geniş Bilgi için: Mohammad Gholi Majd, “The Great Famine And Genocide in Persia, 1917-1919”, University Press Of America, ABD, 2003;
Yazarın “Türk Dünyasında Soykırım ve Etno-Jeopolitik İnhilal”
http://misak.millidusunce.com/turk-dunyasinda-soykirim-ve-etno-jeopolitik-inhilal/
“GÖÇ VE AÇLIK ETMENLERİNİN İRAN’DA TÜRK EGEMENLİĞİNİN KAYBINDAKİ ROLÜ”,
[61] Milli Hükumetle ilgili geniş bilgi için: R. C. “Kürtlerin Kökeni” kitabına başvurulsun.
[62] Mustafa Öztürk, “1979 İran Devriminin Bölge ve Dünya Dengeleri Üzerindeki Tesisleri”, Yeni Türkiye sayı, 85, Ortadoğu Özel Sayısı, IV. Cilt, S. 80 (YTSAM tarafından yapılan bu Orta Doğu Projesinin İran Dosyası bizim Koordinatörlüğümüzde yapılmıştır.)
[63] “PKK Nasıl Kuruldu ve Güçlendi”,
http://www.aljazeera.com.tr/dosya/pkk-nasil-kuruldu-ve-guclendi
Bayram Yurtçiçek, “PKK Nasıl Ve Hangi Amaçla Kuruldu?”,
“PKK’nın kanlı tarihi”,
http://www.sanalbasin.com/pkk-nasil-kuruldu-ve-guclendi-12745037/
[64] 21. Yüzyıl Enstitüsü, “PJAK-PKK ve İran Arasında Neler Oluyor?”, 19.12.2017 tarihinde buradan alınmıştır: http://www.21yyte.org/arastirma/orta-dogu-ve-afrika-arastirmalari-merkezi/2010/08/06/5171/pjak-pkk-ve-iran-arasinda-neler-oluyor
[65] Geniş bilgi için:
R.C. “Dünden Bugüne Gerçek İran”, Age
Haber Analiz, “Kronoloji: 2002-2011 arası Irak’ta önemli gelişmeler”,
http://www.aljazeera.com.tr/haber-analiz/kronoloji-2002-2011-arasi-irakta-onemli-gelismeler
CNN, “ABD Irak’a Giriş Bahanesini 2001’de Hazırlamış”,
TASAM, Bülent Aras, “Türkiye-Suriye-İran İlişkileri”,
http://www.tasam.org/tr-TR/Icerik/144/turkiye-suriye-iran_iliskileri
Elif Sudagezer, “Türkiye-İran ilişkileri: Geçici dostluk mu müttefiklik mi?”,
Nasser KASHEF ASL, “1979 SONRASI İRAN’IN ORTA DOĞU POLİTİKASI VE BÖLGE ÜLKELERİ İLE İLİŞKİLERİ”, DOKTORA TEZİ, Gazi Üniversitesi, Ankara 2009, s. 53-67
Mustafa Kheyri, İnayetullah Yezdani, Ali Umidi, “مسئله کردها و روابط جمهوری اسلامی ایران و ترکیه (2002-2016)” –Kürt Meselesi ve İran İslam Cumhuriyeti-Türkiye İlişkileri, “Rehyafthay Siyasi ve Beynelmeleli” Jurnal, PDF şekli sosyal medyada mevcuttur.
[66] Almanya Haber Ajansı DW, “Suriyeli Mülteci Sayısı 5 Milyonu Geçti,
http://www.dw.com/tr/suriyeli-m%C3%BClteci-say%C4%B1s%C4%B1-5-milyonu-ge%C3%A7ti/a-38217370
[67] Cihan Taşgın, “Arap Baharı ve Suriye İç Çatışması”,
[68] BCC, “’Türkiye’nin dış politikası: Dünyada yalnız başına”,
http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/02/160205_economist_turkiye_dis_politika
[69] Elif Sudagezer, Oytun Orhan, “Rusya, Türkiye ve İran Suriye’deki Sürecin Belirleyicisi Haline Geldi”, 20.12.2017 tarihinde Sputnik Haber Ajansından alınmıştır:
[70] Doç. Dr. Sergey Seregiçev, Sputnik Haber Ajansından alınmıştır, “Rusya, İran ve Türkiye liderlerinin Görüşmesi Sembolik Bir An”, 20.12.2017 tarihinde alınmıştır:
[71] Geniş bilgi edinmek için temel kaynaklardan biri: BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ VE PSİKOLOJİK SAVAŞ, SÜREYYA ÖZYURTKAN, TEM VAKFI, İSTANBUL 2006.
[72] Bu konu üzerine en değerli sayılı çalışmalardan biri: “İSTANBUL’DA YENİ ROMA İMPARATORLUĞU”, ESKİ DEVLET BAKANI SADİ COMUNCUOĞLU, AKÇAĞ YAYINLARI, 1.BASKI ANKARA 2004.
[73] R. C. “Kürtlerin Kökeni”, s. 82-84
[74] Age.
[75] R. C. “ORTA DOĞU’DA DAYATILAN KÜRT AYRILIKÇILIĞI NASIL ORTADAN KALDIRILABİLİR?”,