Yükleniyor...
Yazılara başlık belirlenirken kimi zaman münasip kelimelerin arayışında zorluk yaşanır. Mizahi ama çiğ olabilecek bir üslupla ‘darbe-savar’ kelimesi türetilse yazının içeriğini kapsamakla beraber dolgun bir görüntü oluşturmaz. Darbeler nasıl önlenir gibi bir başlık attığımızda ise üzerine tezler hazırlanabilecek bir başlığın altına gireriz ki muhtemelen okuyucunun gözünde de başlığın altında kalırız. Meramımızı anlatmak ve okuyucunun ilk göz temasına hitap edebilmek için gördüğünüz başlığı belirlemeyi uygun gördük. Bu yazıda sizlere Türk siyasi tarihinde darbelerin meydana gelme dinamikleri hakkında bilgi vereceğiz ve bu dinamiklerin tesirsiz hale getirilmeleri yönündeki görüşlerimizi izah edeceğiz.
Yakın bir geçmişte Anayasa ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin iç hizmet kanunlarında bir takım değişiklikler yapıldığı malumunuzdur. Henüz on yılını bile doldurmayan bu değişiklikler arasında TSK İç Hizmet Kanunu 35. Madde muhtevası, orduda ‘durumdan vazife çıkarma’ prensibini harekete geçirme olanağı tanıyor ve darbelerin meşru zeminini teşkil etme çabalarına kaynak oluyordu. Darbeyi gerçekleştiren cunta ya da yüksek komuta kademesi, ‘millî birliği ve bütünlüğü korumak’, ‘kardeş kavgasını önlemek’, ‘bozulan demokrasiyi ve kaybolan devlet otoritesini yeniden tesis etmek’ gerekçeleriyle ‘müdahale’ yaptıklarını açıklıyorlardı. Ülke bütünlüğünü korumak, huzuru sağlamak ilkelerinden hareketle ‘durumdan vazife çıkarmamaları’ için ilgili maddenin içeriği değiştirildi. 12 Temmuz 2013 tarihinde yapılan değişiklikle Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesindeki “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır” ifadesi yerine ‘Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; yurtdışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askeri gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, TBMM kararıyla yurtdışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır” ifadesi getirildi.
Cumhuriyet tarihinin ilk askeri darbesi 1960’ta bürokrat, ilk muhtırası 1971’de ve ikinci askeri darbesi 1980’de başbakan, post-modern darbe olarak tanımlanan 28 Şubat sürecinde de cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel, bu değişiklik yapıldığı tarihte ömrünün sonunda, emekli siyasetçi olarak demeçler veriyordu. Değişiklikten bir sene önce TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu, Demirel’i dinlemek için davet etmiş, Demirel de davete icabet ederek TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’nun sorularını yanıtlamıştı. Bu noktada daha önceleri kendisinin de işaret ettiği ve ‘darbelere meşru zemin hazırlıyor’ gerekçesiyle kaldırmak istediği 35. Madde değişikliği sorulduğunda, bu adımın tek başına yetersiz kaldığını, darbe yapmak için harekete girişenin gerekçesini darbeyi tamamladıktan sonra da oluşturabileceğini vurgulamıştı.
Demirel’in işaret ettiği ve bu adım yetersiz dediği noktayı aydınlatmak için şimdi cumhuriyet tarihimizdeki darbelerin dinamiklerine bakalım. Unutmadan belirtmeliyiz ki satırları kaleme alan yazar, darbelerin hiçbir gerekçe ile meşruiyetinin sağlanamayacağını, ihtilal ve darbe ile inkılap ve darbe terimlerinin kesinlikle birbirleriyle karıştırılamayacağını, darbe taraftarlığının iktidar değişimi istemek olmadığını benimsemiş, ilkeleri olarak açıklamıştır. Darbe heveslilerinin ve o isimlerin muhiplerinin bilmesi gereken darbelerin bir sonuç olduğu kadar esas başlangıç olduğu gerçeğidir.
Evet. 27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleşen darbenin dinamiklerinin en başındaki madde iktidar-muhalefet ilişkileridir. Son derece gergin, yıpratmaya ve tahrip etmeye dayalı iktidar-muhalefet ilişkileri neticesinde ülkede kutuplaşma tırmanarak cepheleşmeye dönüşmüş, muhalefetin birliktelik hareketine iktidar, vatan cephesi ile karşılık vermiştir. İstanbul ve Ankara üniversiteleri, iktidarın karşısında konumlanmıştır. Ordu içerisinde iktidara karşı cunta faaliyetlerinin ilk olarak ne zaman belirdiği sorusu ile netlik kazandırılamamaktadır. Milli Birlik Komitesi üyelerinin bazılarında hatıratlarında kaynaşmanın ilk kez ezanın Türkçe dışında okunması yasağının kaldırılması ile başladığını yazmaktadır. 14 Mayıs 1950 seçim gecesi henüz seçim sonuçları yeni şekillenirken ordu içinde bir grubun seçimlere komünistler hile karıştırdı iddiası ile darbe yapmaya kalkıştıkları iddiası da gazeteci Bedii Faik tarafından kaleme alınmıştır. Milli Birlik Komitesi üyelerinden Orhan Kabibay ve Dündar Seyhan ise kendi teşkilatlarını 1954 senesinde kurulduğunu aktarmaktadır. Bu bilgilerin aktarılmasındaki gaye, umumiyetin 27 Mayıs darbesi başlangıç noktası olarak Tahkikat Komisyonu ve 27 Nisan’da çıkan öğrenci olaylarını esas almasıdır. Muhalefet, üniversite ve ordu içerisindeki cuntanın yanı sıra bir de iktidara eleştiride bulunan basın, 27 Mayıs’ta sahnededir. Darbe öncesinde hukuki yollardan mağdur edildiği yönünde akademik kanaatin olduğu -bkz İspat Hakkı Sorunu- basın, darbeden sonra devrik iktidarın yıpratılması ve toplum nezdinde itibarsızlaştırılması için ajitasyon yapmıştır.
Tarihçilik kuralları ve kaideleri içerisinde metodolojik yaklaşıldığında tarih, ‘eğer öyle olsaydı’, ‘peki, şunlar olmasaydı’ kabilinden sorulara yanıt aramaz. Ancak yine tarih disiplini haricinde alevlenen bu tartışmalara en önemli katkıyı yapabilecek olanlar yine tarihçilerdir. Detaylara vakıf olunması nispetinde tahmin ve öngörüde bulunabilirler. Şimdi 27 Mayıs önlenebilir miydi sorusu aklınıza gelecektir. Burada yazarın görüşünden ötesi tarihe intikal etmiş, dönemin içinden bir aktörün görüşlerini yazalım. 27 Mayıs’a çok az kala, Çankaya’da Anayasa profesörü Ali Fuat Başgil, köşke davet edilmiştir. Cumhurbaşkanı Bayar, hazır bulunan erkân önünde Başgil’e ülkede tırmanan tansiyonun dindirilmesi yönünde fikrini sual ettiğinde Başgil tereddütsüz olarak, ‘DP ve CHP’den müşterek bir koalisyonun kurulması, üniversite ve basın yasalarında reform yapılması’ tavsiyesinde bulunmuştur. Başgil’in tavsiyeleri dikkate alınmamış, bunların muhalefete verilen taviz olarak değerlendirilmesi isabetsizliği, ilk askeri darbeye giden yola döşenen taşlardan biri olmuştur.
1950-1960 yılları arasındaki Türk demokrasisinde tatbik edilen ekseri çoğunluk sisteminin beraberinde getirdiği netice olan, çoğunluğun tahakkümü üzerinde durulması gerekiyor. İstikrar yahut demokratik disiplin gibi saiklerle çoğunluğun tahakkümü açıklanmaya çalışılabilir. Ancak demokratik hayat, bilhassa gıpta edilerek hedeflenen batı demokrasilerinde olduğu gibi demokrasideki katılımcılık ve uzlaşma, asgari müşterekte birleşme, rövanş alma mantığında hareket etmeme gibi sıralanabilecek maddelerle donatılamamıştır.
12 Mart 1971 Muhtırası incelenirken, ordu içerisindeki cuntaların ‘kim önce el koyacak’ yarışının görmezden gelinmesi söz konusu olamaz. Avrupa’da başlayan öğrenci hareketleri, 1961 Anayasasının toplumsal hayatta tartışabilmeyi ve örgütlü toplum yapısının kurulmasını sağlaması ve nihayetinde ’27 Mayıs oldu da ne oldu yarıda kalan reformlar tamamlanmalı’ görüşündeki sivil darbeciler -Konya Mv. Fakih Özfakih gibi ya da Baasçı yönetim hayalindeki Doğan Avcıoğlu- yan yana geldiklerinde bir darbe dinamiği olarak açıklamaya yetmeyebilir. Bu durumda hatırlanacağı üzere 12 Mart öncesinde bir generalin büyükelçilik tayininin durdurulması için 27 Mayıs yönetiminin üzerinden jetler uçurulduğu, Madanoğlu cuntası, Gürler cuntası gibi ordu içi ve ordu dışı darbe yapılanmaları hazırladığı gerçeği ortadadır. 27 Mayıs’ın iktidar-muhalefet kavgası ve diğer sacayaklarının ‘ihtilal çağrısı’ 12 Mart’ta cunta yarışları şeklinde tezahür etmiştir.
1973’ten 1980’e kadar kademeli olarak yükselen toplumsal huzursuzluk o dereceye varmıştır ki 1960’a sadece DP muhalifler benimseyip destek olurken 12 Eylül kendisini halka ‘alkış’la karşılatmıştır. Yabancı servislerin ülkede cirit atması, silahlı grupların eylemleri, toplumun farklı kesimlerinden önemli isimlere suikast, birçok ilde çeşitli provakasyon ve ayaklanma girişimleri, sağ-sol olarak nitelendirilen silahlı kamplaşma, kurtarılmış bölge adı altında silahlı grupların mahalle, ilçe bazlı ayrılıkçı hareketleri, ekonominin dibe vurarak mal darlığı ile enflasyon, dış politikada neticelendirilemeyen krizler, 12 Eylül’ün nedenleri olarak gösterilmiştir. Darbeyi gerçekleştiren komutanlardan birinin şartların olgunlaşmasını bekleme ifadesi ile 12 Eylül’ün nedeni midir niyeti midir takdir çok önceden verilmiştir.
28 Şubat 1997, sağ-sol, anarşi, iktidar-muhalefet ilişkileri, cepheleşme gibi argümanların yerini ‘şeriat geliyor’un aldığı dönemeçtir. İrtica, PKK teröründen daha tehlikeli görülmüştür. Ordu doğrudan müdahale yerine basın ve bürokrasi üzerinden hükümeti istifaya zorlamış, nihayet 28 Şubat günü yapılan MGK’da tavsiyeler adı altında bir muhtıra metni verilmiştir. 12 Mart’ın aksine hükümet derhal istifasını vermek ya da güvenoyuna gitmek gibi bir tercihte bulunmamış, dört ay sonra istifa etmiştir. Gerek dinamikleri gerek aktörleri açısından farklı olan bu dönemeçte aynı olan şey Gürler gibi bu hareketten kendisine bir cumhurbaşkanlığı çıkarma arzusu olan bir paşanın isminin basında ezberlenmiş olmasıdır.
Şöyle bir baktığımızda yazımızın başında değindiğimiz demokrasiyi rayına oturtmak gerekçesi hep aynı kalmakla beraber argümanların, demokrasiyi raydan çıkaran nedenlerin farklı olduğunu görüyoruz. Elbette bir başka yazıda konu edeceğimiz Türkiye’deki darbelerin diğer ülkelerdeki darbelerden farklı yanları da vardır. Bu darbeler bünyesinde yaşam boyu sürülecek ya da bir başka darbeyle son bulacak diktatörlükler çıkarmamıştır ama darbeciler kendilerinden sonra yargılanmamak için daima mızrağın kılıfını hazırlamışlardır.
Türkiye bu darbelerin yanında 1946’ta, 1950’de, 1957’de, 1961’de, 1962 ve 1963’te, 1969’da darbe ihtimali ile karşı karşıya geldi. Metodolojik açıdan bir darbe girişiminden ziyade isyan ve ahlaksızca iç savaş çıkarma girişimi olan 15 Temmuz 2016 tarihi de evvellerinden farklı olarak daha önce tankların alkışlandığı karelere inat tankların durdurulduğu karelerin çekildiği tarihtir. Yazarın terörist bir grubun ifşa olmasıyla kanlı bir intihar saldırısı olarak nitelendirdiği 15 Temmuz şunu göstermiştir ki cuntacılık virüsü ve ondan daha tehlikeli olan anlayış yaşamını sürdürmektedir. Bu anlayış şudur: iktidar değişsin de nasıl değişirse değişsin!
Gelelim bu anlayışın sönümlenmesi ve cuntacılığın yeniden filizlenmemesi için sizlere arz edilen mütalaa kısmına.
Darbelerin önüne geçilmesinde birinci adım toplumsal hoşgörü ve uzlaşma olduğunu elbette toplumun yekûnu farkındadır. Bu hoşgörü ve uzlaşma, siyasi hayatımızda polemiklerin rejim üzerine ya da geçmişle hesaplaşma noktasında olmayıp dış politikada, ekonomide, eğitimde, sağlıkta kısaca kalkınmada sürdürülmesi ile mümkündür. Sistem tartışmalarının dayatmaları ve dogmaları ile imtihan olunurken batı demokrasilerinin gündemlerindeki tartışmaların mükemmeli arama yarışı olduğunu görmekteyiz. Türkiye’de hâlâ cumhuriyet değerleriyle bir araya gelemeyen ve özleminde Osmanoğulları hanedanı yılları olan kesimler bulunmaktadır. Laiklik-sekülerlik tartışmaları, tek parti döneminin üzerinden seneler sonra tarafgirliğin sınıftan öte siyasi ayrımı yeşertmektedir. Hoşgörü ve uzlaşma kültürünün tesisiyle cephelerin kaldırılması darbelerin önüne geçilmesinde elzemdir. Siyasetin dili ve üslubu belirleyicidir. Kitlelerin değişim isteğinin tabi bir arzu olarak görmek tek parti döneminin son cumhurbaşkanı İnönü’nün yazdığı bir mektupta yer almaktadır. Bugün herhangi bir parti, dernek, spor kulübünde delegenin, ülkede vatandaşın değişim isteğinin bin bir kulp takılarak doğal nitelendirilmemesi arka planında ihanet teşebbüsü olarak değerlendirilmesi, bahsettiğimiz uzlaşma iklimine fırsat vermeyecektir. Çünkü değişimin mutlak yaşanmasını isteyenlerin başka yollara tasallut etmesi muhtemel ve acıdır.
Basının sermaye ile ilişkisi araç olmak hatta tabiri caizse tetikçilik yapmakla ifade edildiği bir evrede bağımsız ve ilkeli basın yaşatılmalıdır. Adalet duygusu ve insanların vicdanı körleştiği gerçeği siyasetin en üst makamında dahi dile getirilirken yargı bağımsızlığı ve adaletin muntazam dağıtılması ikinci basamaktır. Tarihin hakikatlere ulaşma ve hakikati öğretme misyonundan koparılıp bugün metodoloji derslerinde tenkit edilen pragmatist-öğretici anlayışla işlenmesi, sadece kutuplaşmayla sonuçlanmakla kalmamaktadır. Bu hususta maksatlı tarih anlatımının yeni Aydemirler doğurabileceği ihtimalinin olmadığı iddia edilemez.
Ülkede asayişin sağlanması, terör hadiselerinin üzerine kararlılıkla gidilerek huzurun kalıcı kılınması, darbe heveslilerinin soluk almasına imkân vermeyecek bir diğer basamaktır. Özellikle 12 Eylül’e giden yolda sahnelenen provakasyonların tekrar denenmeyeceğinin bir garantisi yoktur. Yaşanacak bir güvenlik zafiyetiyle birkaç hafta boyunca ülkenin önemli kentlerinde yaşanabilecek peş peşe terör saldırıları sonunda halkın huzur adına gen kodlarında ‘ordu göreve gelsin huzuru onlar sağlar!’ fikri, üzülerek görülmektedir ki vardır. Son iki yılda güvenlik güçlerinin ve siyasi iradenin bu basamakta hakkı teslim edilmelidir.
Türk insanının yüzyıllardır kanında ve ruhunda taşıdığı asker-millet vasfının yanlış değerlendirilmesi ve ordu mensuplarının ‘biz ancak doğrusunu bilir ve uygularız, politikacılar çıkar ilişkilerindedir’ görüşü daha önceki darbelerde dile getirilmiştir. Bu basamakta ordu mensuplarının asri vazifelerine bağlı kalarak durumdan vazife çıkarmamaları ülke güvenliğinin sağlanması ve barışın korunması görevini anayasa dâhilinde yerine getirmeleri gelmektedir.
Çoğunluğun tahakkümüne dönüşebilecek seçim akşamları görülen galip mağlup anlayışı demokrasinin özüne uymamaktadır. Nitekim demokrasiyi de raydan çıkartacaktır. Hizmet yarışı tanımlaması yapılan bir sahada neden galip ve mağlup şeklinde kelimelerin insanların dimağlarında ve dillerinde bulunması sorgulanmalıdır. İlk basamakla benzese de ondan ayrıdır. Lider sultaları şeklinde yapılanmaya son verilip tabanın tavanla uygun hale gelmesi, muhalefetin iktidarı sadece eleştiren ve yıpratmaya çalışan rolde kalması, iktidara alternatif olamaması son basamaklardan biridir.
Yazımıza başlık seçtiğimiz sorunun yanıtı şüphesiz siyasi iradenin kucaklayıcı ve yıkıcı olmaması, toplumsal sağduyunun üzerine düşeni yapmasıdır. Aydın kesimin Aydemir girişimlerinde ve 9 Mart hareketinde askeri idarenin kurulmasına ilgi gösteren tavra bürünmesi, günümüzde görülmemektedir. Bunun sürekliliğinin sınanması dahi demokrasiye ayıptır.
Ekonominin ve dış politikanın yadsınamaz birer başlık olduğunu gözeterek değinmediğimiz şerhini düşelim. Satırların sonunda reçete olmayıp tespit yapmanın ötesine geçememiş olabiliriz.
Ezcümle; daha demokrat, daha uzlaşmacı, geçmişle hesaplaşmayıp geleceğe yönelik projelerini yarıştıran siyasi mekanizma ile değişim yönünü sandığın belirlediğine inanmış kitleler darbeleri geride bıraktığımız yüzyıla iterek bir daha sahnelenmesini önleyecektir. Adil seçimler ve adil seçmen kilittir. Spor müsabakalarında dahi sahada netice yerine masa başında sonuç almayı deneyen figürlerin silinmediği düşünülürse sonuna geldiğimiz bu yazıda iyimserliği yitirebilirsiniz. Türkiye’de siyasi yönelimlerin hiçbir zaman iki ana damar üzerinden nefes almadığı, çok partili hayatımızda defalarca tecrübe etmemize rağmen iki partili sistem paradigmasının da değindiğimiz basamaklara denk düşeceğine yönelik şüpheleri bulunanlar vardır. Ümit ederiz ki demokrasilerde çareler tükenmez…