28.04.2025

İbn Haldun: Çağları aşan bir ses

Editörlerimizden Necdet Cura, SASAM yazarı stratejist Umut Berhan Şen ile İbn-i Haldun hakkında bir röportaj yaptı.


 -Umut Bey, sohbet teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkürler. Sizinle daha önce Dış Politika, İstihbarat gibi başlıkların olduğu bir röportaj yapmıştık. Epey de ilgi gördü. O zamandan bu zamana hayatınızda neler değişti? O süre zarfında çalışmalarınızı nasıl sürdürdünüz? Kısaca bu süreci sizden alalım ve böylece İbn-i Haldun ile ilgili röportajımızı başlatmış olalım.

Dünya büyük, trajik ve sarsıcı bir sınavdan geçiyor. Bu sınavın adı Covid-19 salgını. Sonuçlarını insanlık olarak yaşıyoruz. Ancak yaşam sürüyor ve üretim de hem felsefi hem teknolojik anlamda devam ediyor. 21. yüzyıla değin dünyamızı şekillendiren iki emek türü mevcuttu; kol ve kafa emeği. 2000’li yıllarda buna her iki emek türünün hibrit bir sentezi olan bilgi işçiliği kavramı eklendi. Bu kavramı literatüre kazandıran ABD’li yönetim bilimci, stratejist ve yazar Peter Drucker. Ben de kendimi bu çağın bir fikir ve bilgi işçisi olarak tanımladığım için, ara vermeksizin çalışmaya devam ettim ve hâlen de yoğun biçimde sürdürüyorum. Zira bu çağın temel gerçeğidir; kendini yenileyenler, üretenler, çalışanlar, değişime ayak uydurabilen bireyler ve toplumlar ayakta kalabilecekler.  Elbette, salgın süreci bana verimli bir çalışma ve üretme ortamı da yarattı. Kendimi her açıdan yenilediğim, daha fazla okuduğum, dinlediğim, düşündüğüm ve yazdığım bir süreçteyim. Dolayısıyla düşünsel ve yazınsal açıdan oldukça kârlı bir sürecin içindeyim. Son iki yılda çok sayıda ulusal ve uluslararası kongre ve konferansta konuşma ve tebliğ sunma şansım oldu. Tabi bu etkinlikleri genellikle güvenlik, dış politika, iktisat vb. ağırlıklı olmak üzere başta Türkiye Cumhuriyeti devlet kurumlarımız ve uluslararası olarak da AGİT ve BM olmak üzere, etkili kurumların düzenlemesi de son derece somut ve olumlu tecrübeler yaşamamı sağladı. Tüm bunlar sürerken de elbette yeni kitap çalışmaları söz konusu. Muhtemelen üçüncü kitabım İbn-i Haldun üzerine olacak. Bu konudaki tarihsel ve sosyolojik analizlerimi tek bir kitapta toplamayı tasarlıyorum.

-İbn-i Haldun kimdir? Asırlar geçmesine rağmen hâlâ fikirleri neden değerli ve her geçen gün anlaşılıyor?

İbn-i Haldun, yaşamının ilk yirmi yılını Tunus’ta, sonraki yirmi altı yılını Cezayir, Fas ve Endülüs’te, dört yılını yine Tunus’ta, son yirmi dört yılını da Kahire’de geçiren oldukça iyi bir eğitim görmüş, küçük yaştan itibaren ilim ve fikir hayatına ilgi duymuş bir filozof, bir alimdir. Ayrıca, Modern historiyografinin, sosyolojinin kurucu kuramcısı, fikrî alanda hükümdarlara akıl veren devlet adamı ve tarihçidir.   Eski ve soylu bir ailenin çocuğu olan İbn-i Haldun, 27 Mayıs 1332 tarihinde Tunus’ta doğdu. Gençlik yıllarında dönemin ünlü hocalarından fıkıh, hadis, tefsir, mantık, felsefe, matematik, tabiat bilimleri, dil bilimleri, şiir ile edebiyat dersleri aldı. 20 yaşındayken ülke yönetimini elinde tutan Beni Hafs hanedanından Sultan Ebu İshak’ın kâtipliğine getirilmesiyle de siyasi yaşamı başladı. İbn-i Haldun, Fas Emiri Ebu İnan tarafından bilim meclisine kabul edildi. 1362 yılında da İspanya’ya giderek eski bir dostu olan Gırnata Emiri Ebu Abdullah Muhammed’in hizmetine girdi. Bir süre sonra da Kuzey Afrika’ya dönerek Bicaye’de başvezirlik makamına getirildi. Bunun yanında ilmî çalışmalarını da devam ettirdi. 1366’daki yönetim değişikliği üzerine vazifesinden ayrılarak kabileler arasında dolaşmaya başladı. Daha sonra 1374 senesinde İspanya’ya dönmek zorunda kaldı. Fakat siyasi sürtüşmeler sebebiyle ülkeden çıkarılarak yeniden Afrika’ya gönderildi. Siyasi çalkantılardan bıkıp usanan İbn-i Haldun, bu dönemde İbn-i Selame denilen bir kaleye yerleşmiştir. Kendisini bütünüyle ilmî çalışmalara vererek ünlü eseri Mukaddime’yi 1374’de burada tamamladı. 1382 yılında da Mısır’a giderek Kahire’de bulunan medreselerde müderrislik yapmaya başladı. Bunun yanında Hicaz, Kudüs ve Suriye’ye de seyahatler düzenledi. Nihayetinde İbn-ii Haldun 1406 yılında Kahire’de vefat etti.  74 yıllık yaşamında, her anı dopdolu ve macerayla geçen bir ömür yaşadı.

-Emir Timur ile İbn-i Haldun’un diyalogları nasıldı? Nasıl tanıştılar? Tarihin cilvesi onları nasıl bir araya getirdi?

Öncelikle şunu belirtmek isterim;  Emir Timur son derece insani ve farklı fikirlere, inançlara ve farklı toplum felsefelerine ilgi duyan bir liderdi. Bu amaçla sürekli olarak devrin filozofları ve bilim insanları ile görüşürdü. İbn-i Haldun’da bunlardan birisi. Ancak Emir Timur, İbn-i Haldun’u çok önemsiyor ve ciddiye alıyordu. İki dehanın nasıl tanıştığına gelirsek; bu bile belli başına bir kitabın veya filmin konusu olabilir. Kısaca anlatmaya çalışayım: Emir Timur Hindistan seferinden sonra bir müddet Semerkant’ta dinlendi. Sonrasında ise süratle İran, Anadolu ve Suriye’ye yöneldi. Tam da bu sırada Anadolu’da Eretna Devleti’nin kudretli hükümdarı Kadı Burhaneddin ve Memlûk Çerkeslerinin meşhur savaşçı sultanı Berkuk vefat etmişlerdi. Bunu fırsat bilen Timur, “yedi yıllık sefer” olarak da bilinen son batı harekâtına girişti. Evvela Sivas’ı ele geçiren Timur sonra hemen Suriye’ye yöneldi. Halep önlerine geldiğinde Kahire’deki Memlûk tahtında genç ve tecrübesiz olan Sultan Ferec vardı. Emir Timur ve ordusu çok kısa sürede Halep’i zapt etti ve Şam’a doğru yürüyüşe geçti. Genç ve tecrübesiz Sultan Ferec, Şam’a ilerleyen Emir Timur’a karşı ani bir baskın hazırlığına girişti. Yanında danışmanı ve gerektiğinde büyükelçisi olan İbn-i Haldun da vardı. Neredeyse 70 yaşına gelmiş olan tecrübeli ve kurt bir danışman olan İbn-i Haldun aslında Mısır’dan ayrılmayı istemiyordu ve aynı zamanda bu seferin tehlikeli bir girişim olacağını düşünüyordu. Elbette haklı da çıktı. Zira Memlûk ordusu Şam önlerine geldiği sırada genç ve toy Sultan Ferec geride bıraktığı Kahire’deki kölemen emirlerinin isyan çıkardığı haberini aldı. Mecburen ordusunu Şam önünde bırakarak Kahire’ye döndü. İbn-i Haldun ise diğerleriyle birlikte kuşatılmış Şam’da kaldı. Nihayetinde 1401 yılı Ocak ayı başında Emir Timur ile İbn-i Haldun’un tarihî görüşmeleri gerçekleşti. Bu görüşmeleri otobiyografisinde detaylı biçimde anlatılıyor. İbn-i Haldun, Şam halkı adına Timur’la görüşmeye giden elçilik heyetinin içindeydi ve ondan şehre merhamet etmesini istedi. Ülkeleri fetheden Timur ile bir entelektüel arasında geçen bu görüşmeler iki haftayı buldu ve çok değişik konulara girildi. Timur, İbn-i Haldun’a özellikle Mağrip ülkelerindeki ilişkiler hakkında sorular soruyordu. Bunun üzerine, Timur’a kuzeybatı hanedanları hakkında uzun bir rapor sundu. Bu rapor bir Türkçe lehçesine tercüme edildi ancak bugün kayıptır. Prof. Barbara Stowasser’a göre Timur, İbn-i Haldun’la Kuzey Afrika hakkında istihbarat toplamak amacıyla konuşmak istemişti. Ancak İbn-i Haldun bu tuzağa düşmeyecek kadar tecrübeli ve kurt biri elbette. Dolayısıyla, Emir Timur’un istediği bilgiler yerine ona göçebe ve kente yerleşmiş topluluklar, uygarlıkların doğuşu ve yıkılışı konusunda uzun bir malumat verdi. Bu durum karşısında Timur da ondan bir hizmet talep etmekten vazgeçti.  Bu olay sadece tarihi bir olgu değil aynı zamanda zekâ istihbaratı, psikolojik harp, istihbarata karşı koyma, dezonformasyon ve manipülasyon çalışmaları açısından da son derece önemli bir tarihî vakadır. İbn-i Haldun’un karşısındaki adam da devrin sahipkıranı Emir Timur sonuçta. Büyük bir savaş, siyaset ve strateji dehası. Onu ikna etmek ve oyuna getirmek de oldukça riskliydi ve hiç kolay değildi. İmkansıza yakın bir şekilde İbn-i Haldun bunu başardı.

-Osmanlıların kuruluşu ve yükselişini İbn-i Haldun’un fikirleriyle okuduğunuzda neler diyebilirsiniz? Haldun’un yanıldığı yönler olmuş mudur?

Aslında onun “coğrafya kaderdir” sözü tam da bu noktada anlam kazanıyor. Zira Anadolu, Afrika ve Ortadoğu bölgeleri hem imparatorlukların filizlendiği hayat sahaları hem de imparatorluk mezarlıklarıdır. Osmanlı’nın kuruluş sancıları ve doğuşu, gelişimi, yükselişi, duraklaması, dağılması ve çöküşü de bunun delili. Tabi bir anlamda Roma İmparatorluğu’nun akıbeti de benzerdir. Hatta Selçuklular’ın da sonu ibret vericidir. Bu muazzam imparatorlukların zirveye çıkışları ve çöküşleri sadece askerî, etnik ve sosyo-ekonomik nedenlere ve teknolojik gelişmelere bağlanamaz. Anadolu, Türkistan ve Ortadoğu’nun (ya da genel adıyla Avrasya’nın) imparatorlukları yutan, öğüten bir doğası, bir yapısı vardır. Dolayısıyla İbn-i Haldun’un bu sözü özellikle Osmanlı coğrafyası ve medeniyeti açısından oldukça anlamlı ve uygundur. Şunu da iyi bilmeliyiz ki; İbn-i Haldun, 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı tarihçileri tarafından biliniyor ve ilgiyle inceleniyordu. İmparatorluğun eski vakanüvislerini etkisi altına almıştı. İlk örnekleri Kemalpaşazade’de görülen bu etki 17. Yüzyıl tarihçilerinden Hezarfen Hüseyin ve Müneccimbaşı Ahmed Dede’nin kaleme aldıkları eserlerinde oldukça net. Mesela Kâtip Çelebi “Dustûru’l Amel” adlı eserinde Osmanlı Devletinin gerilemesini açıklarken İbn-i Haldun’un etkisinde olduğu açıkça görülüyor. Bunların yanı sıra ilk Osmanlı vakanüvisi Mustafa Naimâ Efendi’nin Hicri 1000 yılından sonraki olayları anlattığı ve “Naima Tarihi” adlı muazzam eserinde İbn-i Haldun’un tarih anlayışından etkilendiği çok açıktır. Zira Naima, İbn-i Haldun’un devletin beş döneminden oluşan teorisini özetleyerek Osmanlı tarihine uyarlar ve Osmanlı tarihinin dönemlerini bu şemaya göre açıklar. Tüm bunlar oldukça çarpıcı anekdotlar. Bu açıdan bakarsak, İbn-i Haldun’un yanılmadığını ve kendisinden asırlar sonrasını bile etkisi altına aldığı görülmektedir. Bu derin etki, açıkça ve somut olarak Osmanlı imparatorluğunun vaka odaklı tarih yazımında kendisini açığa çıkarıyor.

-Bugün Türkiye’de İbn-i Haldun’u anlayanlar var mı? Yoksa çeşitli ideolojiler içi boşaltılarak İbn-i Haldun’u bir kılıf olarak mı kullanıyor?

 Türkiye’de içi boşaltılmayan ne kaldı ki? Tarihî kişiler, ideolojiler, etnik aidiyetler, inançlar, filozoflar, düşünürler vs. tabu ve meta haline getiriliyor. Hem siyasi hem ticari olarak manipüle edilip kullanılıyor. Bundan İbn-i Haldun da payını alıyor elbette. Ancak İbn-i Haldun’un avantajı şu; düşünsel olarak oldukça derin ve kapsamlı ele alınması gerektiği için diğer politik ve sosyal tabular kadar onu kullanamıyor ve sömüremiyorlar. Zira okumak, araştırma yapmak ve düşünmek işlerine gelmiyor. Ayrıca İbn-i Haldun’da ayrıştıracak, kutuplaştıracak, terörize edecek militarist öğeler yok. Filozofların siyasilere göre avantajı da bu aslında. Dolayısıyla İbn-i Haldun sadece “popülist ve post modern, sözde akademik ve bilimsel camia” tarafından kullanılmaya çalışılıyor. Ama nafile bir çaba. Neticede İbn-i Haldun’un kurduğu sosyoloji bilimi yaklaşım olarak toplumun ruh sağlığından yanadır ve bu nedenle de popülizme de postmodernizme de karşıdır.

-Asabiyyet teorisi İbn-i Haldun’un hâlâ tartışılan bir kavramı. Sizce bu kavramın üstüne konuldu mu?

Bu kavram tartışılıyor ve tartışılmaya da devam edecek gibi görünüyor. Ancak somut hiçbir sonuç alınamıyor. Zira, konuyu tartışan akademik çevre, İbn-i Haldun’un asabiyyet kavramını değişik şekillerde tanımlandığının pek farkında değil. Ben bu röportaj vesilesiyle en azından, İbn-i Haldun’un asabiyyetle ilgili tanımlamalarının başlıcalarını bilginize sunmuş olayım:

Bir aşiretten veya bir aileden gelmek veya bir babanın çocukları olarak kardeş olmak özel bir asabiyyet meydana getirir.”

”Asabiyyet, sadece nesep birliğinden veya o manadaki diğer bir şeyden hâsıl olur.”

“Neseplerdeki(soylardaki) semere ve fayda, yardımlaşmaya ve gayrete gelerek imdada koşmaya vesile olan asabiyyetten ibarettir.”

Bu ifadelere bakınca anlıyoruz ki; İbn-i Haldun, toplumların ayakta kalmasını ve devlet hâline gelebilmelerini asabiyyetle mümkün görmektedir. Hiçbir toplum asabiyyetini oluşturmadan devlet kuramaz, hatta yaşamını bile sürdüremez. Asabiyyeti oluşmayan toplumlar en ufak bir zorlama karşısında dağılmaya mahkûmdurlar. Asabiyyet devlet kurulduktan sonra da önemini yitirmez. Devletin sürekliliği de asabiyyete bağlıdır. Asabiyyetsiz hiçbir devlet kurulmaz. Devletin kurulabilmesi için maddi ve manevi güç gerekir. Bu ise asabiyyetin kendisidir. Tüm bu açıklamalardan, asabiyyetin amacının devlet kurmak olduğu anlaşılmaktadır. Ancak devlet kurulduktan sonra asabiyyet eski canlılığını ve dinamizmini yavaş yavaş kaybeder. İbn-i Haldun, devletin kurulmasından sonra asabiyyetin er geç bozulmaya yüz tutacağını ve hiçbir kuvvetin buna engel olamayacağını ileri sürmektedir. Günümüzde ise ne yazık ki, post modern yaşamın popülizme dayalı sosyal ve akademik yaşantısında sadece İbn-i Haldun’un teorilerine değil, pek çok kadim bilgi ve teorinin üstüne yeni bir katkı, yeni bir format atma imkânı kalmadı. Çünkü postmodern popülizm, bireylerin ve toplumların felsefi ve sosyal dinamizmini, düşünme, sorgulama ve üretme retoriğini fena hâlde zedeliyor.

-Avrupa diye tabir edeceğimiz Batı zihniyeti mi yoksa Doğu coğrafyası mı İbn-i Haldun’u iyi anladı?

İbn-i Haldun’u algıları açık olan, vicdanını ve aklını somut biçimde birleştirebilen herkes doğru algılar. Ancak İbn-i Haldun’u çarpıtan ve manipüle edenler de çoğunlukta ne yazık ki. Ben bu noktada onu en iyi anlamlandıran, ondan en fazla etkilenen ve bunu eserlerine de yansıtan Batılı filozofun Karl Marx olduğunu düşünüyorum. Zira, İbn-i Haldun’un yaptığı analizin doğruluğu ve temeli ancak 19. Yüzyıla gelindiğinde ortaya çıkmaktadır. Bu yüzyıla gelindiğinde, yani 15. Yüzyıl Rönesans’ı ve Rönesans’ın yol açtığı 1789 İhtilali ve 19. yüzyıldaki Sanayi Devrimlerinden sonra varılan düşünsel gelişmeler ve özellikle Karl Marx’ın analizleri sonucunda bu net olarak anlaşılıyor. Zira İbn-i Haldun da tıpkı kendisinden beş asır sonra yaşayan Karl Marx gibi “üç dönem ve üç aşama” yaklaşımını akılcı bir gözlemleme sonucunda elde etmiştir. Üç aşamalı gelişimin nedenlerinin bilimsel temellerinin açıklıkla belirlenebilmesi için, Rönesans’ın ve buna bağlı olarak aklın egemenliğinin hâkim olması ve sanayileşme sonucu feodal üretim ilişkileri yanında kapitalist üretim modunun yarattığı değişiklikler ve bu değişikliklere bağlı olarak mülkiyet ilişkilerinin farklılaşmasının gözlenebilmesi gerekmiştir. Mesela Karl Marx’ın “Her olgunun temelinde ekonomi biliminin kuralları çalışır, onun üzerindeki her olay bir gölgedir.” demesine karşı İbn-i Haldun, “Çözülen ve ölen her şeyde aynı zamanda doğuş-doğma-varoluş vardır.’’ demektedir.  İbn-i Haldun, burada bir evrim ve tez-antitez ilişkisini ifade etmektedir. Bir varlık, doğması halinde diyalektik olarak kendi antitezi olan ölümü de içinde taşır.  Ayrıca İbn-i Haldun Karl Marx’tan farklı olarak, Marx’ın pek önem vermediği ve temel olarak kabul etmediği kültür, hars gibi kavramların, yani insan yaşamının da ekonomik yapılar dahil olmak üzere önemini vurgulamış olmaktadır. Dolayısıyla İbn-i Haldun, Karl Marx tarafından geliştirilen “tarihi determinizm” yaklaşımlarını sanki Marx’tan sonra yaşamışçasına kendi düşünce sistemi içerisinde barındırmaktadır. Nihayetinde İbn-i Haldun’un Karl Marx’la benzerliklerinin olduğu bir gerçektir. Diyalektik olarak adlandırılan düşünce ve kavrayış tarzı, İbn-i Haldun’un döngüsel tarihe yapmış olduğu vurgular, evrimciliğe yönelik anlayışı, tarihi somut ve sabit değil dinamik bir realite olarak benimsemesiyle Karl Marx’ın bu konulardaki yaklaşımı neredeyse tamamen aynıdır.  Doğu’ nun açısından bu konuya bakmak gerekirse, öncelikle “Osmanlı tipi Türk aydını İbn-i Haldun’a nasıl bakmıştır?” sorusunu sormak gerekiyor. Bu noktada da aklıma iki değerli isim geliyor: Niyazi Berkes, Cemil Meriç ve Kemal Tahir. Tabii bu noktada da karşımıza şu sorular çıkıyor bence; Türk aydını İbn-i Haldun’u nasıl keşfetti? Onu en iyi anlayanlar kimlerdi?

O hâlde ben de sizin belirttiğiniz bu iki sorudan hareketle soruyorum: Türk aydını İbn-i Haldun’u nasıl keşfetti? Onu size göre en iyi idrak eden isim veya isimler kimlerdir?

Ben Türk aydını denilen kavramın hâlen şekillenmekte olduğunu düşünüyorum. Zira merhum Niyazi Berkes’in deyimiyle 200 yıllık bocalama ve 200 yıllık iç kavgalar bir kısır döngü hâlinde sürüyor ve hatta 300. yıla da girilmiştir. Niyazi Berkes Hoca da, tahlil ve tespitlerinde İbn-i Haldun’dan son derece etkilenmiş ve yararlanmıştır. Ancak şu bir gerçek ki; onun tarih perspektifine en yakın şekilde çalışan ve emek veren üç isim vardır: Batı’da Karl Marx, Türkiye’de ise Kemal Tahir ve Cemil Meriç. Kemal Tahir’de malum, kendisini Marksist olarak tanımlamasına rağmen, öncelikle Osmanlı toplumunu anlamaya çalışmış ve bu konudaki okuma ve tetkikleri sonucu Yorgun Savaşçı ve Devlet Ana gibi iki dev tarihi roman yazabilmiş bir isimdir. İbn-i Haldun’un “Coğrafya kaderdir” tespiti onun Yorgun Savaşçı eserinde kaybedilmiş bir imparatorluğun çöküntüsünü omuzlayan subayların serüveninde coğrafya-kader retoriği net şekilde göze çarpmaktadır. Zira bu noktadan bakarsak, çöküş Osmanlı’nın kaçınılmaz kaderidir. Elbette bu çöküşü tetikleyen pek çok askerî, politik, felsefi ve sosyo-ekonomik neden vardır. Zaten İbn-i Haldun’un kader anlayışının katı bir tevekküle dayanmadığı aksine, İslâm’ın temelinde yatan, “çalışma erdemi ve mücadele ahlakı” çerçevesinde bir kader algısına sahip olduğu açık ve net. Bu bağlamda da Kemal Tahir’in Devlet Ana adlı baş yapıtındaki Şeyh Edebali ve çevresinde şekillenen Ahilik oldukça kritik bir önem arz etmektedir. Çünkü, Ahiliğin temelinde cesaret, çalışkanlık, mücadele, dayanışma ve yiğitlik vardır. 13. Yüzyılın ikinci yarısında Anadolu’nun kaotik, son derece tehlikeli ve tekinsiz ortamında Kemal Tahir’in Devlet Ana romanında, zorlu Anadolu coğrafyasındaki toplumsal yapıyı ve Türk obaları çerçevesinde toplumsal direnişi el alması, tam manasıyla İbn-i Haldun’cu bir bakış açısıyla birebir örtüşmektedir. Cemil Meriç ise tek kelimede İbn-i Haldun’u anlatır: “O kendi semasındaki tek yıldızdır.”

-Sosyolojik düşünce geleneğini İbn-i Haldun ile başlatılmasında bir sakınca var mıdır?

Hayır. Kesinlikle bir sakıncası yoktur. Bilakis bunu yapmamak riyakarlık ve bence akademik bir kompleks ve kalpazanlıktır. Mukaddime adlı baş yapıtı zaten onun sosyoloji biliminin kurucusu olduğunun ispatı niteliğinde. Bu realiteyi tartışmak bile, son derece riyakâr ve mantık dışı bir durum.

-İbn-i Haldun’u nasıl keşfettiniz? Onunla ilgili okumalarınız nasıl başladı?

İlk kez 13 yaşındayken incelediğim sosyoloji ders kitaplarında onun resmini görmüştüm. O zamanlar henüz sosyolojinin bile ne olduğunu tam olarak bilmeyen bir çocuk olarak “İbn-i Haldun” ismi bana son derece ilginç gelmişti. O yaşlarda bir ortaokul kütüphanesinde onun önemli eseri Mukaddime’yi bulmuştum. Yarısına kadar okuyabildim. Yıllar sonra lise sıralarında sosyoloji dersinde bu defa müfredatta karşıma çıkınca, işin boyutu da değişti. Elbette ortaokul lise arası süreçte gelişme çağında bir genç olarak teorik birikimim artmıştı. Bunun verdiği özgüvenle İbn-i Haldun’ a çok daha farklı bir bakış açısıyla yaklaştım. Başta Mukaddime olmak üzere, ülkemizde Türkçe’ye çevrilen tüm eserlerini okudum. Aradan on beş yıla yakın zaman geçti ve Mukaddime halen başucu kitaplarım arasında yer alıyor.

 -Olayları incelerken, değerlendirirken İbn-i Haldun’un nazariyesi bana fazlasıyla etki etti dediğiniz neler var?

Bu durumu sıklıkla yaşıyorum. Çünkü ben Ortadoğu ve Avrasya coğrafyaları ağırlıklı çalışıyorum. Zaten benim hem tarih ve sosyoloji alanında hem de güvenlik stratejileri alanında iz sürdüğüm bu kadim coğrafya; zamanında İbn-i Haldun’un da bir düşünür, bir üst düzey danışman, bir bilim insanı ve bir bilim kurucusu olarak iz sürdüğü coğrafyanın ta kendisi. Bu kadim coğrafyanın yaşadığı her olay ve krizde kastettiğiniz etkiyi görüyor ve yaşıyorum. Aslına bakılırsa farkında olarak ya da olmayarak hepimiz yaşıyoruz. Temel mesele farkındalık.

-COVID-19 sürecinde ulus devletlerin yaşadıklarını, küresel şirketlerin hegemonik tutumlarını ve Ortadoğu coğrafyasındaki bitmek bilmeyen krizleri değerlendirdiğinizde İbn-i Haldun bize ne söyler?

Eğer bugün yaşasaydı belki de “coğrafya kaderdir” deyip kestirip atmayabilirdi. Zira bu söz Orta Çağ dünyasında, kılıç ve bilek gücü ile sonuç alınan bir dünya düzeninde söylenmiştir. Bugün ise coğrafyaları da aşan durumlar söz konusu. İnternetin keşfi ve yaygınlaşmasıyla yaşanan bilgi devrimi hem toplumlardaki kent ve hatta kır sosyolojisini hem de toplum felsefelerini baştan aşağıya değiştirdi. İbn-i Haldun bugün yaşasaydı coğrafya ile ilgili ne söylerdi bunu kestirmek zor olsa da bugün yeni İbn-i Haldunlara ihtiyaç olduğu da bir gerçek. Hatta her liderin zeki, aklı selim, sağ duyulu, bilgili ve vicdanlı bir İbn-i Haldun’a ihtiyacı var. Elbette asıl mesele İbn-i Haldunları yetiştiren sosyal ve kültürel iklimi anlayabilmek ve gelecek kuşaklara anlatabilmek.

-Sohbetimize son olarak ekleyecekleriniz neler?

Okuyucularımıza söylemek istediğim kısa ve net: Bilgi güçtür. Bilginin gücünü layığıyla ele geçirin ve sadece hak edenlerle paylaşın. Zira hak etmeyene hak etmediği bilgiyi vermek zulümdür.

-Röportajımız son derece dolu geçti. İlgi ve alakanız için çok teşekkürler. Sağlıcakla kalın.

Ben teşekkür ederim. Sağlıcakla ve selametle, esenlikler dilerim.

 

Yazar

Necdet Cura

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar