Yükleniyor...
-Sayın hocam, bizi kırmayıp röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. İlk sorum size ‘’Muhalefet’’ kavramı üzerine. Muhalefet nedir? Siyasal iktidarlara muhalefet hangi şekillerde olmuştur?
İktidarın en önemli yönü, gücü ifade etmesidir. Eski, orta ve yeni zamanlarda yetkiyi tek elde toplayarak oluşturulan otorite, bir aile tarafından kontrol edilir ve yönetim şekli monarşi halini alırdı. Monarşinin geçerli olduğu dönemlerde iktidar sahibi sürekli ve kesintisiz itaate ihtiyaç duyardı ve egemenliği tek elden kullanırdı. İktidara sahip olmak, hayat boyu güç ve otoriteyi ele almak anlamına geldiğinden, hanedan üyeleri bu uğurda her türlü mücadeleyi göze alıyorlardı. İktidarın bir kişi tarafından temsili, toplumsal açıdan görece asayiş ve düzene işaret etse de, bu durum aynı zamanda çatışmanın da kaynağı idi. Bir tarafta otoriteyi temsil eden lider, öte yanda iktidarı elde etmek isteyen muhalifin varlığı, aralıksız ve kanlı mücadeleleri doğuruyordu. Gücü elde etmeye duyulan karşı konulamaz istek ve arzu, iktidar sahibi ve onun karşısında yer alan muhalifin çevresinde geniş kitlelerin toplanmasını sağlıyordu ki bu da şiddetli çatışmanın habercisiydi. Egemenliğin tek kişinin elinde toplandığı monarşik yönetimlerde: Arapça halefe kökünden bir isim olan ve sözlük karşılığı, uymama, başka türlü olma, muhaliflik, uygunsuzluk, aykırılı, karşı görüşte, tutumda olan kimseler topluluğu anlamına gelen muhalefet ile uymaz, karşıt, zıt, birinin aleyhinde bulunan, muvafakat etmeyen manasında kullanılan muhaliflere her zaman rastlanılmıştır. Aslında muhalefet; başlangıçtan itibaren siyasi bir kültür olarak insanların geçmişteki deneyimleri, beklentileri ve duyguları ile birlikte şahsi çıkarlarını da içerir. Özellikle otoritenin imkânlarını kullanan bürokratik seçkinlerin ihtirasları, muhalefeti körüklemiştir. İktidar sahibinin kendine yakın olan yöneticileri devlet kademelerine getirme arzusu, ötekileşen/dışlanan bir yönetici güruhu da yaratıyordu ki bu durum zamanla çekişmeyi arttıran tehlikeli bir hal alıyordu. Merkezden uzaklaştırılan eski seçkinler, çevrede kümelenen muhalefetin en önemli destekçileri oluyorlardı. Bu da; varlıklarını kendileri için tehlike gören lider tarafından öldürülecek olan hanedanın diğer üyeleri ile ötekileşen bürokratik sınıfın ortak hareket etmelerinin önünü açıyordu.
Osmanlı siyasal düzeninde muhalefet bununla sınırlı kalmadı. Var olan hanedanlığı ortadan kaldırarak onların yerine geçmek ya da yeni bir siyasal düzen kurmak isteyen zümreler de, her ne kadar başarılı olamasalar da, hareket alanı bulmuşlardı. Liderin kutsallığı ve egemenliği kullanma hakkı, ona görece bir dokunulmazlık kazandırıyor olsa da pratikte hem mevcut hanedanlığı ele geçirme girişiminde bulunanlara, hem de yeni hanedanlık kurmaya teşebbüs edenlere, merkezi otoritenin dışında kalarak ötekileştirilen geniş halk kitleleri de destek olmuşlardı. Söz edilen grupların büyük çoğunluğu kendisini dışlanmış hisseden Türkmenlerden oluşuyordu.
-Osmanlılar, kendilerinden önce gelen Türk devletlerindeki merkez-çevre çatışmalarını nasıl okumuşlardı?
Türkiye’nin batı ucunda ortaya çıkan Osmanlı siyasal oluşum, monarşinin hâkim olmaya başladığı kıta Avrupa başta olmak üzere Akdeniz ve Karadeniz’i de kapsayan komşu coğrafyalarda bundan sonraki gelişmeleri belirleyecek bir güç olarak ortaya çıkmış, kurucusuna izafeten Osmanoğulları olarak anılmıştı. Bu yeni siyasal yapı, kendilerinden önce Türkiye’de hâkimiyeti elinde bulunduran Selçukoğullarının yıkılmasının yarattığı karmaşanın sebep olduğu belirsizliğe rağmen kısa sürede sağlam bir temele oturtulmuştu. Orta çağın geleneksel otoriter imparatorluk modeline uygun olarak şekillenen yeni siyasal oluşum, Türkiye’nin karmakarışık ortamında, başta askeri alanda olmak üzere, elde edilen başarıları dolayısıyla dikkat çekmişti. Görece kısa sayılabilecek zamanda, mekân, nüfus ve nüfuz bakımından sağlanan kazanımların birden çok sebebi vardı. Bunlar arasında en önemlisi, yukarıda tanımı yapılan ve siyasal otoritenin kalıtsal/soya dayalı haliyle bir kişide toplandığı monarşi yönetim biçiminin benimsenmiş olmasıydı. Aslında Osmanlı monarşisi, atalarının yönetsel açıdan güçlü ve merkeziyetçi siyasal yapısını örnek almıştı.
Selçukoğullarının dağılmasının yarattığı karmaşık ortamın kontrolsüzlüğünden faydalanarak oluşan siyasal yapının temeli Ertuğrul’un oğlu Osman zamanında atılmıştı. İmparatorluğun kuruluş aşamasından itibaren ölen yöneticinin yerine geçecek olan kişiyi belirleme konusunda atalarının geleneksel mirası olan kalıtsal/soya bağlı/babadan oğula geçen ardıllık prensibi benimsendi. Ertuğrul’un ölümünden sonra aşiretin başına kimin geçeceği konusunda yaşanan belirsizlik, ilk zamanlarda bir tartışmaya dönüşmüştü. Tartışma, ölen yöneticinin yerine kardeşinin mi, yoksa oğlunun mu geçeceği üzerine odaklanmıştı. Yöneticinin kim olacağı konusunda yapılan tercih, sonucu belirledi. Aşiretin ileri gelenleri, Osman’ı başlarında görmek istediklerini bildirdiler. Gerekçeleri, geleneksel izler taşıyan bir sebebe dayanıyordu. Ertuğrul’un oğlu olması sebebiyle yönetme hakkının babadan oğula aktarılması gerektiğini ileri sürdüler. Seçicilerin dayandığı gerekçe, ardıllarına bir kural olarak kalacak sonuçlar doğuracaktı. Osman ile amcası Dündar arasında, aşiretin başına geçme konusunda yaşanan rekabet, on yedinci yüzyıla değin Osmanlıları, yönetimin babadan oğula geçtiği ve ailenin hanedanlığa dönüşeceği monarşiye teslim etmiş oldu. Söz konusu monarşi, belirli bir ailenin, dünyevi ve uhrevi kaynaklarla beslenen gücü sayesinde otoriteyi ele alıyor ve yönetimi altında yaşayan geniş kitlelerden mutlak itaate dayanıyordu. Bu gelenek, tamamen, öncüllerinden onlar kalan bir mirasa işaret etmektedir.
-Osmanlı Tarihi’ne damgasını vuran ve bugün hala popüler kültür üzerinde etkisi olan bir Şeyh Bedreddin gerçeği var. Şeyh Bedreddin’in isyanını diğerlerinden farklı kılan neydi?
Bedreddin’in doktrini, kimsenin boyunduruğu altında yaşamamak, toprakların herkese eşit şekilde paylaştırılması şeklindeydi ki aslında bu esas; Osmanlıların feodaliteye karşı geliştirdiği ekonomik ve mülkiyete dair yeni modeli derinden sarsıcı unsurlar içeriyordu. Bedrettin, dönemin hâkim fıkıh ekollerinin tarif ettiği din anlayışını reddederek, cesur görüşler ileri sürdü. Geleneksel fıkıhçıların hükümlerini yorumlayarak, yeni kurallar belirledi. Bu kurallar içerisinde en ilginç olanı peşinde olduğu dünyevi iktidara dair olanlardı. Bu yüzden Babailik gibi akımlara karşı klasik Sünni inanışının temsilciliğini üstlenen Osmanlılar tarafından, dönemin ruhuna uygun bir inançsal gerekçe benimsenerek, sapkın ilan edildi. Bu işi de her zaman olduğu gibi iktidarın katıksız savunucusu ulema üstlendi. Buna karşın Bedreddin’in belirlediği doktrin etrafında toplanan en önemli destekçileri, doğal olarak geleneksel heterodoksinin temsilcileri Türkmen zümreler olmuştu.
Bedreddin’in muhalefetinin ortaya çıkmasının asıl sebebini bu zamana kadar elde edilen başarının bir çırpıda yok olmasına yol açan Timur istilası ve akabinde Anadolu’da sağlanmış olan birliğin bozulması oluşturuyordu. Bayezit’in (I) esareti ve kısa süre sonra ölümü ile başlayan oğullarının ülkenin değişik bölgelerinde birbirlerine karşı giriştikleri faaliyetler ve muhalefet, ister istemez bu zaman dek sağlanan birlik ortamının kısa sürede dağılmasına ve toplumsal mutabakatın bozulmasına yol açtı. Şüphe yok ki bunun altında bir aşiret olarak sınırlarını genişletirken konargöçer Türkmen gruplarından her aşamada faydalanan imparatorluğun, devletleşme süreci ile birlikte onları dışlaması ve merkeze karşı çevrede kalarak kendilerini dışlanmış hisseden zümrelerin Bedreddin’i desteklemeleri önemli bir yer tutmuştu. Bedreddin’in başlattığı muhalefetinin destekçilerinin özellikle heterodoks grupların yer aldığı bölgeler olmasının altında yatan gerekçelerden biri de buydu.
Öte yandan daha Selçukluların yıkılışı ve başta Karamanoğlu Beyliği’nin kuruluşu olmak üzere Anadolu’da kendilerine önemli bir faaliyet alanı bulan Babailik gibi inanca dair akımların, gittikçe klasik Sünni inanışının tesiri altında kalan Osmanlı merkezinden uzaklaşarak çevrede kaldıklarını hisseden Türkmen gruplarının sığınacak limanı olarak görülmesi de başka bir sebep olarak belirmişti. İşte bu durum Bedreddin’in faaliyetlerinin bu zümreler üzerinde etkili olmasının önemli sebepleri arasında yer almaktaydı.
-Fatih, devleti imparatorluk kıldıktan sonra bürokratik muhalif unsurları nasıl yenmeyi başarmıştır?
Murat (II) devrine ait Türk kökenli bürokratik muhalefet algısının karakteristiğine dair bilgiler, Ankara Savaşı’nın yaratmış olduğu muhataralı dönemin henüz tam anlamıyla geçmemiş olması sebebiyle korkuya sebep oluyordu. Bu yüzden Türk kökenli aileler ve mensuplarının bertaraf edilerek devşirme sisteminin etkinleştirilmesi yoluna gidilmişti.
Murat’ın ve oğlu Mehmet’in (II) veziriazamlığını yapan Çandarlı Halil böyle bir aileye mensuptu. Daha Orhan zamanında kadıaskerlikten vezirliğe getirdiği Halil Hayrettin’in oğlu İbrahim’in çocuğu olarak dünyaya gelen Halil, kuruluş aşamasından bu yana devletin idaresinde önemli görevler üstlenmiş, nüfuzlu bir ailenin üyesiydi. Murat nezdinde oldukça itibarlı olan Halil, mutedil bir devlet adamı olarak mevcut durumu korumayı esas alan bir yönetim stratejisine sahipti ve hükümdar üzerindeki etkiliydi. Ancak Mehmet’in ilk saltanatına (1444-1446) itirazı, onunla arasının açılmasına sebep olmuştu. Sonrasında yaşananlar, bürokratik muhalefeti körükleyecek olayları ortaya çıkardı.
Ancak güçlü ve etkili Halil’in etrafında şekillenen Osmanlı bürokrasisi karşısında henüz yirmi yaşına gelmeden ikinci kez tahta oturan Mehmet’in otoritesini yeniden kazanması gerekiyordu. İstanbul’un fethi, genç hükümdarın elini kuvvetlendirdi. Halil isteksizliği ve kentin fethine itirazı, aslında bürokratik muhalefetin bizatihi kendisiydi. Mehmet, başlangıçta sessiz kalsa da İstanbul’un fethini gerçekleştirmesi ile birlikte Halil’i devre dışı bırakma fırsatını yakalamış oldu. Bunda yanında yer alan Zağanos ve Şehabeddin’in de etkisi vardı. Halil, fethin ardından azledilerek hapsedildi ve akabinde öldürüldü. Esasında Mehmet’in Halil’i etkisiz hale getirme siyasetinin temel gerekçesi, imparatorluğun kuruluşundan bu yana etkili olan ve bürokrasinin tepesinde yer tutan Türk Çandarlı ailesinin gücünü kırmaktı. Böylece Osmanlı bürokrasisinde yeni bir dönem başlayarak güçlü ve köklü aileye mensup Türk kökenliler, yönetimin dışına atılarak, devşirmeler bürokrasinin başına getirildi. Mehmet zamanından itibaren, devşirmelerin etkinliği ile birlikte hükümdarların bürokrasi üzerinde tam kontrolü sağlanmış oldu.
-Muhalefete karşı ideolojik ve dini otoriteyi/meşruiyeti Osmanlılar nasıl yaratmışlardır?
Monarşilerde yöneticiler; gizemli, sır dolu, efsane ile yoğrulmuş insanüstü vasıflara sahip, olağan üstün kişiler halini alırdı. Bunda en önemli rolü hükümdarın çevresindeki entelektüeller oynadı. Dini formasyonlu bu kişiler, inançlarının kurallarından da yararlanarak yazdıkları eserlerle, bu görevi hakkıyla yerine getirmekten geri durmazlardı. Osmanlılarda da durum böyleydi. Hükümdarın insanüstü vasıflarla donatıldığı inanışı, onun cezbedici etkisinin çekiciliğine kapılıp, tartışılma ihtimalinin devre dışı bırakılmasına sebep oluyordu. İtaati esas alan bu düşüncenin yarattığı hayret verici sonuç ise Osmanlı hükümdarının iktidarını meşrulaştıran bir ortam sağlamış olmasına imkân sunmasıydı. Böylece hükümdar, dünyevi ve uhrevi yönlerden yarı tanrısallaşmış biri haline geliyordu.
Gelenekselleşen bu sarmal, iktidar sahibinin kişiliğini, tartışmasız olarak kutsallaştırıyordu. Hükümdarın tartışılmasını, itaatsizliği ve onun etrafındaki gücün yok olmasını önleyici bu yol, zamanla onu, yeryüzünün tanrısı haline getiriyordu. Böylece yeni hale bürünmüş olan kişiye karşı muhalefetin eli oldukça zayıflamış oluyordu.
-Şehzadeler muhalefetin neresindeydiler?
Monarşinin benimsendiği siyasal bir yapı olan Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk üç yüz yılı, Osmanlı hükümdarının çocuklarının etrafında gelişen ve sarsıcı sonuçlar doğuran olaylara sahne olmuştu. Hükümdarların, monarşinin devamı için erkek oğul istemelerine sebebiyle çocuk sayısındaki fazlalık, bir paradokstu ve çoğu zaman kimin başa geçeceği konusunda ciddi sorunlara sebep oluyordu. İstenmeyen durumların ortaya çıkmasına rağmen yine de çözüm, genellikle sonu kanlı savaşlara varan çatışmalarda aranıyordu. Başa geçme konusunda yaşanan rekabet, kaçınılmaz olarak kardeşler arasında kanlı savaşları beraberinde getirdi. Etraflarında kümelenerek iktidara sahip olmak isteyen seçkinler ile onları çepeçevre saran çıkarcı grupların varlığı da, hükümdarın oğullarını ister istemez kavganın tarafı olmaya zorluyordu.
Etrafına toplanan kalabalıkla, birbirlerine hatta bazen babalarına karşı savaş meydanlarını kana bulayan şehzadeler, bu yönleriyle hep birer asi olarak görüldüler. Oysa onları buna mecbur bırakan, monarşinin katı kurallarıydı ve şehzadeleri asi olarak görme eğilimde olanlar bunu hep göz ardı ettiler. Yönetimi ele almaya zorlayan kuralların varlığı, hükümdarın erkek çocuklarını her zaman buna hazırlıklı olmaya itiyordu. Hazırlıklı olmaları, sadece başa geçmek amacını taşımıyordu. Onlar için bu, aynı zamanda hayatta kalmak adına da bir gerekliydi. Zira babalarının ölümünden sonra başa geçecek olan kardeşin, diğerlerini öldürebilme hakkı, daha Mehmet (II)(1444-1446/1451-1481) zamanında kanun haline getirilmişti. Tahta oturan hükümdar tarafından her ne olursa olsun öldürülecek olan ve bu yüzden iktidarı ele geçirip aynı zamanda canını kurtarma derdine düşen hanedan üyelerinin kalkıştığı eylemler, Osmanlı monarşisindeki ana muhalefet hareketi olarak kendini gösterdi. Bu durumdan faydalanarak muhalif aile üyesini destekleyenler hep var oldu. Bunlar, şehzadelerin etrafında kümelenerek, kişisel çıkarlarını, onun iktidarında gören dışlanmış bürokratlar/yöneticiler ile Osmanlı monarşisinin düşmanı haline gelen Türkmenler ve Osmanlılara karşı üstünlük elde etmek isteyen diğer devletler olmak üzere üçe ayrılıyordu. Şehzadelerin merkezde yer aldığı bu tür eylemler, onları muhalefetin merkezine yerleştiriyordu.
-II. Selim ile beraber en büyük oğulların Manisa’da sancağa çıkması ve I. Ahmet ile başlayan ‘’Ekber ve Erşad’’a doğru giderken Osmanlı veraset anlayışı ne gibi kırılmalar yaşadı?
Selim’e (II) kadar yaşanan iç siyasete dair gelişme ve çekişmeler, bu tarihten sonra şehzadelerin daha sıkı kontrol altında tutulmasını zorunlu kıldı. Her birinin gittikleri sancaklarda babasından sonra tahta çıkmak için muhalefete kalkışması sonucunda yaşanan sorunları ortadan kaldırmak için Selim’in hükümdarlığından itibaren sadece en büyük şehzade sancağa gönderilmeye başlandı. Murat’ın (III) tahta geçmesiyle birlikte sadece büyük evladın sancağa gönderilmesi uygulaması ile yetinilmedi, veliaht şehzadenin kardeşlerinden kaynaklanan muhalefete muhatap bırakılmaması adına, kardeş katli kanunu, yarattığı büyük trajediye rağmen vahşet sayılabilecek ölçüde uygulanmaya devam edildi. O kadar ki, Murat’ın ilk icraatı, hiçbir sebep yokken saraydaki beş kardeşini katletmek oldu. Oğlu Mehmet (III) daha da kötüsünü yaptı ve tahta oturduğunda içinde küçücük çocukların da bulunduğu on dokuz kardeşini katletti. O bununla da yetinmedi. Kendisinin yerinde gözü olduğunu düşündüğü oğlu Mahmut’u da öldürdü.
Mehmet’ten sonra tahta oturan Ahmet’in (I) yaklaşık on dört yıllık iktidarı boyunca her hangi bir muhalefetle karşılaşmamasının altında, yüzyılların mirası olan bu uygulamanın etkisi vardı. Onun 1617 yılındaki ölümünden sonra bu ana değin edinilen tecrübelere dayanarak veraset usulünde köklü bir değişikliğe imza atıldı. Artık Osmanlı tahtına ölen hükümdarın oğlu değil, aileye mensup en büyük erkek şehzade getirilmeye başlandı. Ekber-i Erşed olarak adlandırılan bu kurala rağmen hanedanı üyelerinin katli uygulaması bundan sonra da ne yazık ki devam etti. Osman (II), kardeşi Mehmet’i, Murat (IV) kardeşleri Bayezid, Süleyman ve Kasım’ı ve nihayet Osman (III), yeğeni Ahmet’in (III) oğlu Mehmet’i katletmişti.
-Celalilerin muhalefeti ve isyanlarını diğer isyanlardan ayıran faktörler nelerdir? Tarihsel süreç içerisinde Celali isyanlarını nereye konumlandırabiliriz?
On altıncı yüzyıl, Osmanlı siyasal iktidarı açısından en şaşaalı dönem olarak gösterilmesine rağmen aslında dünyadaki diğer gelişmelerin de etkisiyle çok ciddi iç karışıklığın yaşandığı bir dönemdi. Bayezid’in (II) son zamanlarındaki gevşeme ile başlayan sorunlar yumağı, esasında daha o dönemde oldukça ciddi boyutlara ulaşmıştı. Bozulmaya yüz tutan düzenden faydalanmak isteyenlerin sayısındaki artış az değildi. Gelinen yerin çıkar ilişkisine dayanan yönü, önemli sorunlara işaret ediyordu. Devlet katmanının her kademesindekilerin işin içine karıştığı bozulmaya dair izler, özellikle hiç de akla gelmeyen ve şaşılası olan seçkin zümrenin de desteğini alınca, kargaşadan beslenenler, taraftar bulmakta zorlanmadılar. Bu etkili zümre arasında en dikkat çekenler, kadı, müftü, müderris, bilgin, zahid, mürid, seyyid gibi dini formasyonlu kişilerdi. Sahip oldukları dini yetkilerini kullanarak etkili bir çevre oluşturan çıkar gruplarının giriştikleri eylemlerden en büyük zararı, tebaa olarak genel bir adla tanımlanan geniş halk kitlesi gördü. Baskı ve zorlamanın boyutu, zulüm ve işkenceye varmaya başlayınca, birincil görevleri uhrevi ve dünyevi açıdan iktidar sahibine itaat etmek olan kitleler, kontrolsüzlüğün yol açtığı fırsat ortamından yararlandılar. Her biri ayrı bir grup halini aldı ve sosyal yapıyı bozacak girişimlerde bulunmaya başlayarak, dolaylı da olsa siyasal iktidarın zayıflamasına yol açabileceklerin etrafında kümelendiler.
Eylemlerin en dikkat çeken yönü, zaten var olan ve doğrudan siyasal iktidara muhalif nitelikteki devletin kurumsal kimliği ile siyasal iktidarı temsil eden liderin varlığını sorgulayarak, değişimini esas almaktan ziyade, ortaya çıkan sosyal ve ekonomik bozulmaya karşı otoriteyi, düzenleme yapmaya zorlamayı hedeflemesiydi. Özellikle on altıncı yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan ve genel adıyla celaliler olarak bilinen zümrelerin eylemlerindeki amaçları, siyasal iktidarı devirmek ve yerine geçmek değildi. Onların asıl hedefleri; hükümdarı, otorite zayıflığından kaynaklanan sorunları çözmeye yöneltmekti.