Yükleniyor...
Öncelikle araştırmanın temel konusu olan bu meseleyi gerçekçi bir yaklaşımla değerlendirmek için birkaç soru sormak gerekir. Uluslararası bir antlaşmadan yola çıkarak İran dış politikasını tümevarımsal bir mantık muhakemesi çerçevesinde incelemek ve bu antlaşmayı doğuran temel nedenleri ve antlaşmanın doğurduğu sonuçları doğru değerlendirmek için birden fazla soruya ihtiyaç vardır. Örneğin bu uluslararası antlaşmadan yola çıkarak İran dış politika tarihini kronolojik olarak araştırmak, konuyu olayların geçmişine inerek sorgulamak, bize doğru cevapları bulmakta yardımcı olacaktır. O yüzden konuyu araştırmaya ve sorgulamaya şu sorularla başlayabiliriz:
Geçmişte şimdiki Pers kimliğine odaklanmış bir İran’ı oluşturan bir antlaşma var mıdır, varsa bunlar hangileridir? Böyle bir antlaşma daha önce, ne zaman, nerede ve hangi dış dinamikler veya egemen güçler tarafından İran’daki toplumlara dayatılmıştır? Dayatılan bu antlaşmalar hangi hükûmet tarafından onaylanmış, yürürlüğe konulmuş ve nasıl günümüze kadar sürdürülmüştür?
Araştırma sorularını açık ve net bir şekilde cevaplamak, bu antlaşmaları doğuran temel sebepleri iyi anlamak ve konuya daha geniş bir açıdan bakmak için tarihî sıralama yapmamız gerekir.
İran, jeopolitik konumu itibarıyla Türk ve İslam dünyasının önemli bir parçasını oluşturmaktadır. 20. yüzyılın başlarından itibaren İran-Pers kimliği ile tanıtılmaya çalışılan bu coğrafya, dünyanın ilk uygarlıklarının oluştuğu topraklardır. Aynı zamanda bu topraklarda Türklerin büyük tarihî geçmişi ve mevcudiyeti vardır.
Son araştırmalara ve arkeolojik kazılara göre Türklerin Ön Asya’ya gelişi hiç de Selçuklularla sınırlı değildir. Türklerin bu topraklara gelişi milattan on bin yıl önceye uzanıyor. Nitekim birçok ünlü tarihçi tarafından Sümer ve Elam gibi ilk beşerî uygarlıkların eski Türkler tarafından yaratıldığını vurgulamaktadır. On bin yıldan fazla bir zaman aralığını kapsayan ve mekân olarak Asya’nın ıssız bozkırlarından tutun, Orta Avrupa’nın içlerine kadar yayılmış taş heykeller ve yapıtlar, Türklerin çok eskilerden beri bir Avrasya milleti olduğunu ispat ediyor. Anlaşılan Türkler “klasik” Batıcı tarih tezinin söylediği gibi Orta Asya’dan gelmemişler, aksine bu topraklarda bin yıllar boyunca yaşamış ve büyük uygarlıkların kurucuları olmuşlar. Türkler, bugün İran denilen coğrafyada milattan önceki tarihte Sümer, Elam, Aratta (Alatau), Saka, İskit, Manna (Mannu) gibi uygarlıklarla başlayarak İslam’dan önceki tarihte Akhun (Eftalitler) ve Hazar gibi Türk imparatorlukları kurmuşlardır. İslam’dan sonra ise bu süreç Karahanlı ve Gaznelilerden başlayarak Selcuklular, Harezmşahlar, İlhanlılar, Akkoyunlular ve Karakoyunlularla devam etmiştir. Daha sonra Safevilerle İslam dünyasında yeni bir alternatif Şii-ideolojik devlet yapılanması teşekkül etmiş, Afşar ve Kacar sülalesi ile bu yapı 1925 yılına kadar sürmüştür. Diğer taraftan İran, son 11 asır boyunca kesin bir dille Türklerin nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturarak yönettikleri bir coğrafya olmuştur.
Yani Türkler, on bin yılı aşkın bir tarihi kapsayan büyük bir egemenlik ve uygarlık inşa etmişlerdir.
Hindistan’da Babürlüler tarafından 19. yüzyılın ortalarına (1858) kadar, Doğu Türkistan’da Uygurlar tarafından 20.yüzyılın başlarına kadar, Orta Asya’da Kırgız, Kazak, Türkmen ve Özbekler tarafından 19. yüzyılın ortalarına kadar ve nihayet yaklaşık 650 yıl Anadolu ve Küçük Asya Yarımadası da dâhil, Orta Doğu, Balkanlar ve Kuzey Afrika’da Osmanlı Devleti tarafından, Türk hâkimiyeti sağlanmıştır. Genel anlamda dünya coğrafyasının büyük bir kısmı, asırlarca Türkler tarafından yönetilmiştir.
Fakat 19. yüzyılda Hindistan’da Babürlüler, 20. yüzyılın başlarından itibaren de diğer Türk devletleri ve hanlıkları art arda hezimete uğratılmış, Hindistan İngilizler, Orta Asya ve Kafkasya Ruslar, Doğu Türkistan Çin tarafından işgal edilmiştir.
Bu işgaller, anılan bölgelerde bundan sonra uzun sürecek bir sürü ihtilaf, çatışma ve savaş alanları yaratmıştır. Bu durum, tarihin akışını değiştirmiş ve dünya sahnesinde Türklerin etkisini büyük ölçüde azaltmıştır ve işgal edilen sömürülen halklar durumuna düşürülmüştür.
Ama 20. yüzyılın başlarına kadar halen ayakta durabilmiş iki büyük Türk devleti vardır: Osmanlı ve Kacar Türk devletleri. Batılı güçlerin tüm baskılarına rağmen bu iki devletin uzun süre ayakta durabilmesinin temel nedeni, oldukça güçlü devlet geleneğine sahip olmalarıdır.
Rönesans sonrası art arda bilim ve teknolojik keşiflerle ilerleyen Hristiyan Batı dünyası, belli nedenlerden dolayı Orta Çağ geleneğinden kopamayan, bilimsel ve teknolojik açıdan geride kalan ve bu yüzden oldukça zor durumda olan Türk devletlerini baskı altına almıştır. Toplumsal dayanağı olmayan ve derin devlet geleneğine sahip olmayan diğer Türk ülkelerini veya Türklerin yönettiği diğer bölgeleri birer birer işgal etmişlerdir.
Bilimsel, sanayi, teknolojik ve askerî açıdan günden güne gelişmekte olan Hristiyan ve Batı dünyası, bu kadar vahim bir atmosferde Şii-Sünni kavgalarını bir kenara bırakmayı beceremeyen, fakat art arda kan kaybetmelerine rağmen ayakta durmayı başarmış İslam dünyasındaki iki Türk devletine (Osmanlı ve Kacar) son darbeyi vurmak için uygun koşulları elde etmişlerdir.
Bu tarihî kronolojik yaklaşım “BATICI TARİH TEZİ”ni savunan tarihçiler tarafından anti-bilimci “ideolojik” bir tarih tezi olarak görülmektedir. Bunun sebebi de açıktır. Sömürülmesi ve bağımlı olması istenen halkların önce kendine özgü tarih ve kültür anlayışı saptırılmalıdır. Bu yüzdendir ki Avrupa ve Amerika Doğu uygarlığının devamı olan Antik Yunan tarihine ve kültürüne Doğu uygarlığına alternatifmiş gibi ayrıcalık tanımış ve kendi tarih tezi olarak benimsemiştir.
Bu açıdan baktığımızda Avrupa’nın tarih boyunca Doğu uygarlığına karşı Antik Yunan’ı ön plana alması ve muhteşem Doğu uygarlığını gerici ve tiranlık dönemi olarak karakterize etmesi, anlaşılırdır.
Batı, kendi tarih tezini Antik Yunan’a dayandırmakla eski bir uygarlık olduğunu ispat etmenin peşindedir. Bunun tersine Doğu’nun tarihini inkâr etmeye ve saptırmaya çalışmaktadırlar.
Örneğin, Amerikan ve Avrupa yapımı tüm tarihî filmlerde Doğulular uygarlık dışı, vahşi ve kan içen, Doğu uygarlığının doğal devamı olan Yunan ve Rum medeniyetini ise özgürlükçü, savaşçı ve uygar bir halk olarak tasvir etmektedir.
Tüm bunları göz önüne koyduğumuzda karşı güçlerin özellikle Batılı güçlerin coğrafi açıdan Türk-İslam dünyasının merkezinde yerleşmiş Türkler tarafından kurulan ve 20. yüzyılın başlarına kadar korunan İran’ın gerçek tarihini, Pers denilen toplama gruplardan[1] oluşan kitleye mal etmelerinin nedenini anlamış oluyoruz.
Avrupa Merkezli Tarih tezini savunan tarihçilerin, Eski Yunan Medeniyetini parlak ve özgürlükçü göstermek için bir kere Doğu’nun ilerici Irmaklar arası (Mezopotamya) medeniyetini yok saymaları gerekiyordu. Bunun için de onlar, M.Ö. 6. yüzyıllarda ilerici Irmaklar arası uygarlığın vahşi kavimlerin istilasına uğradığı dönemi, tarihin başlangıç noktası olarak ele almışlar ve doğunun tarihini vahşi, kan içen ve doğu uygarlığını uzun süre karanlığa gömen Pers denilen gruplara mal etme yoluna gitmişlerdir.
Burada, sözde dünyanın büyük bir kısmını yöneten Pers İmparatorluğu ile ilgili kısa bir not düşmemizde yarar vardır diye düşünüyorum.
Batı, Türk-İslam egemenliğinin Doğu’da ortadan kaldırılması için 18. yüzyıldan itibaren, hâlâ bizim için tam aydınlatılmamış eski tarih üzerinden, Hint-Avrupa birlikteliği fikrini ileri sürerek, sözde Pers Uygarlığı iddiaları, bir büyük kumpas olarak kurgulamıştır. M.Ö. 550 yıllarından M.S. 6. yüzyıla, yani İslam’a kadarki 1200 yıllık dönem, büyük Pers Uygarlığı yalanlarıyla donatılmıştır. Nitekim bu, dünyanın en eski ve zengin Irmaklar arası “Mezopotamya” Uygarlığını arka plana itmiş ve Doğu tarihinin M.Ö. 550 yıllarında sözde büyük, ama aslında vahşi Ahamenidlerle başladığı fikrini dünyaya dikta etmişlerdir. Son dönem tarihi çalışmalar bu fikrin ne kadar siyasal ve doğu karşıtı üretilmiş bir kumpas olduğunu ortaya koymaktadır. Bu 1200 yıllık tarihi süreç, Doğu’nun uygarlık dönemi değil, aksine vahşiliğin, yerli halklara karşı yapılan amansız ve yırtıcı soykırımların, geriliğin ve durgunluğun egemen olduğu bir dönem olmuştur. Kısacası M.Ö. 550 yılından itibaren, karanlığa gömülen ve soykırımlara maruz bırakılan Ortadoğu halkları, M.S. 6. yüzyıldan itibaren İslamiyet’le müşşerref olarak, yeniden özgürlüğüne kavuşarak, canlanmaya başlamıştır. Rahmetli Nasir Purpirar’ın 16 ciltlik “İran Tarihinin Temelleri Üzerine Düşünceler” adlı eseri -tam katılmasam da- konuyla ilgili oldukça büyük önem arz etmektedir.[2]
Nasir Purpirar, 1200 yıllık bu dönemi, yerli olmayan kuzey stepli vahşi kavimlerin, saldırısı sonucunda kurulan, yerli halkların soykırımlarıyla devam ettirilen, Ortadoğu Uygarlığı’nı mahveden, gelişimden yoksun bırakan, her şeyi geriye götüren, bölgeyi karanlıklara gömen bir vahşi ve vahim Tiranlık dönemi olarak karakterize ediyor. Ama diğer çoğu çağdaş tarihçilere göre Nasir Purpirar’ın bu değerli fikirleri, Ahamenidler ve Sasaniler için geçerlidir. Yani M.Ö. 550 yılından M.Ö. 350 yılına kadarki, Ahamenidleri ve M.S. 230. yıldan, İslama kadarki Sasani vahşiliklerini kapsıyor. Diğer 600 yılın ilk 150 yılı, İskender’in devamcıları tarafından diğer 400 yılı ise Arşak Türkleri tarafından yönetilmiştir ki, bu iki döneme ait değerli maddi deliller de bunu ispat etmektedir.[3]
19.yüzyıl boyunca bütün karşıt güçler bölgesel siyasetlerinde bu iki Türk-Müslüman devletine (Osmanlı ve Kacar) karşı kendi ihtilaflarını çoğu zaman bir kenara bırakıp birlikte hareket etmeyi başarmışlar ve bu konuda dört önemli antlaşma imzalamışlardır.
20.yüzyılın başlarından itibaren İngiltere, Fransa, Rusya, kismen Prusya(Almanya) sonralar İtalya gibi batı devletleri tarafından başta Osmanlı Devleti olmak üzere diğer Türk-Müslüman devletlere karşı kurulan “KUTSAL BİRLİK”lerdir. Batılılar çeşitli zamanlarda imzalamış oldukları bu ittifaklarla, ilk önce Türk-İslam dünyasının ön cephesinde bulunan Osmanlı’nın Hristiyan nüfuslu Avrupa topraklarını Osmanlı’dan koparmayı hedef almışlar. Bu yönde de daha çok teorik zeminde Jean Jacques Rousseau’nun ‘Devlet-Millet Tezini’ eylemlerine alet ederek kullanmışlardır.[4]
8 Nisan 1904 tarihinde Londra’da İngiltere ile Fransa arasında imzalanmış “Entente cordiale – Samimi Anlaşma” isimli sözleşme önemlidir. Bu antlaşmanın ardınca 1907 tarihli İngiltere-Rusya antlaşması bu üçlü Müttefik kuvvetlerini gündeme getirdi. Bu antlaşmaların temel amaçlarından biri Osmanlı İmparatorluğuna ve Kacar Türk Devletine son verip kalan Müslüman nüfusları da çeşitli sömürülecek olan devletler arasında bölmek ve kendi İmparatorluklarının etkisi altına almak olmuştur.[5]
Çar Rusya’sıyla İngiltere arasında 1806 tarihinde Hindistan, Orta Asya, Kafkasya ve özellikle İran Türk egemenliklerine karşı bütün ihtilaflara rağmen beraber yürümeyi öngören ve kaydedilen bölgelerde Türk Egemenliklerinin ortadan kaldırılmasını hedefleyen Antlaşma imzalanmıştır.[6]
1907 yılında İngiltere ile Rusya arasında imzalanan “İran’ı taksim antlaşmasıdır”. Bu antlaşma 21 Şubat 1921 yılı darbesinden sonra İran Devleti adına hukuki geçerlilik kazanmıştır. İngiltere’nin direkt müdahalesiyle yapılan 21 Şubat 1921 tarihli darbeden sonra hakimiyete el koyan Rıza Han Pehlevi ve başbakan Seyid Ziyaeddin Tababatayi tarafından Kacar Devletinin imzalamasından imtina ettiği ülkenin sömürge devleti haline getirilmesi istenen ve İngiltere ile Rusya’ya müdahale hakkı tanıyan antlaşmaları 26 Şubat 1921 (Moskova) ve 1 Ekim 1927 (Moskova) tarihlerinde imzalamışlardı.[7]
Yukarıda gösterdiğimiz 1. ve 2. Antlaşmaların sonuçlarına göre Batı güçleri Osmanlı İmparatorluğunu yenmeyi başarmış olsalar da yerinde Osmanlı’nın hukuki mirasçısı gibi görünen yeni bir Türkiye’nin doğmasını tam engelleyememişlerdir. Nitekim yeni kurulan Türkiye, yalnız başına olsa da vermiş olduğu tavizlere rağmen Türk bayrağını dalgalandırmayı başarmıştır. Ama bunun tersine İngiltere ile Rusya’nın Kacar Türk Devleti’ne karşı baskı ve eylemleri oldukça vahim ve korkunç sonuçlar doğurmuştur. Hâlen dolaylı yollarla olsa da bu durum farklı biçimlerde devam etmektedir.
Söz konusu Kacar Türk Devleti’nin hâkimiyeti Afşarlardan devraldığı yıllardan, yani 1790’lı yıllardan itibaren kuzeyde, günden güne güçlenen ve Kacar toprakları-İran üzerinden sıcak denizlere inmeyi hedefleyen Çarlık Rusya’sı ile karşı karşıya gelmiştir. Diğer taraftan 16. yüzyılın ortalarından Hindistan’da faaliyetlerine başlayan İngiltere’nin Doğu Hindistan kumpanyası, yaklaşık 300 yıl mücadeleden sonra 19. yüzyılın ortalarından itibaren Hindistan Türk egemenliğine resmen son vererek kendi sömürgeci hâkimiyetini oluşturmuş, Kacar Türk Devleti topraklarını günden güne kendi sınırlarına katmaya başlamıştır. O dönemde Kacar Devleti ne Çarlık Rusya’sıyla ne de İngiltere ile mukayese edilecek güçte değildir. Diğer taraftan bu iki güç 1806 tarihli Türk karşıtı ittifak antlaşmasıyla Kacarlara karşı aşağı yukarı aynı saldırgan siyaseti uygulamaktaydılar.
Şunu da belirtmek gerekiyor ki Rusya ile İngiltere’nin bölgedeki – ister Osmanlı topraklarında, ister Hindistan’da, ister Orta Asya’da, isterse de İran’da olsun – istila siyaseti uğruna yürüttükleri savaşlar temel itibarı ile Türk-İslam egemenlikleri ile olmuştur, yani nereyi işgal etmeye kalkmışlarsa oranın Türkler tarafından yönetildiğini görmüşlerdir. Bunun için de onlara göre bölgedeki egemenliklerinin yolu Türklerin büsbütün yenilmesinden geçiyordu. Tabii buna göre de onlar tarafından Türk-İslam Egemenlikleri öncelikle yenilmesi gereken güç gibi karakterize edilmiştir. Bu bağlamda Türklerin egemenliğinde bulunan azınlıklardan azami ölçüde yararlanmayı da başarmışlardır.
Kacarlar; 19.Yüzyılın ortalarından itibaren güney doğudan İngiltere’nin Hindistan şirketiyle (East India Company)[8], kuzeyden ise Rusya’nın doymak bilmeyen kibri ile karşı karşıya kalmıştır. Diğer taraftan Fransa İmparatoru Napolyon Bonapart’ın Doğu istilasına başlaması Kacar’ların biraz nefes almalarına vesile olmuştur. Kacarlar, Fransa ile Finkenştayn Antlaşması (Treaty of Finckenstein) sonucunda ittifaka girerek Rusya ve İngiltere’nin karşısında dayanmayı hedeflese de bu siyaset Napolyon’un yenilmesi ile fiyaskoya uğramıştır.[9]
Bu siyasi fiyaskodan sonra Kacar’lar Güney Kafkasya’yı bugünkü Ermenistan’la Gürcistan dâhil, Kuzey Azerbaycan’ı 1813 tarihli ‘Gülistan’ ve 1828 tarihli Türkmençay Antlaşmalarıyla yitirmiş oldu. Bu iki antlaşma, Kacar Türk Devleti’nin düşünen beyni ve vuran eli olan Azerbaycan’ın parçalanmasına neden olarak Türklerin egemenliklerini olumsuz yönde etkilemiştir. 19. yüzyılın ortalarında, yani 1850’li yıllarda Kacarların çağdaş ordusu olan Azerbaycan ordusunun Afganistan’da yenilmesi ve Afganistan’ın Hindistan Sömürge Birliği’nin eline geçmesi, Kacarları çıkmaza sokmuştur.[10]
Bu savaşta Kacar Türklerinin yenilmesine yol açan temel sebeplerden biri, ülkede başlayan açlık olmuştur. Bu açlık, oldukça feci sonuçlar doğurmuştur. Ülke nüfusunun 1/3 – üçte biri açlıktan helak olmuştur. Ayetullah Kızılbaşı’nın yazdıklarına göre bu bilerek başlatılan açlıkta İngiltere’nin büyük rolü olmuştur.[11]
Bu yenilgiden sonra İngiltere ile Rusya gibi iki emperyalist güç arasında Kacar Devleti ve arazisi üzerine kendi egemenliklerini kurma uğrunda 50 yıl rekabet devam etmiştir. Sonunda Meşrutiyet hareketi döneminde, yani 1907 yılında İngiltere ile Rusya arasında Kacar Türk Devleti’nden gizli tutulan bir antlaşma imzalanmıştır. Bu antlaşma (İran’ı taksim antlaşması) İran’ı iki denetim alanına bölüyordu. Antlaşma gereğince kuzey taraf Rusların, güney taraf İngiltere’nin denetimine veriliyordu ve merkezi kısım ise müdahele edilmeyecek alan olarak belirlenmiştir. Antlaşmaya göre sınırlar İran’ın Kasr-i Şirin bölgesinden başlayarak Kuzey Isfahan ve Horasan’ın Sarahs bölgesinden geçerek Afganistan’ın Haf Dağları’na, oradan da Tibet dağlarına kadar uzanıyordu.[12]
Kacar Türk Devleti, ülkeyi İngiltere ile Rusya arasında iki denetim bölgesine ayıran bu gizli anlaşmadan, 10 yıl sonra – Bolşeviklerin gizli antlaşmaları açığa çıkarmaları ile haberdar olmuş ve çok sert bir biçimde buna karşı çıkmıştır.
Kacarlar 1. Dünya Savaşı’nda tarafsız kalmayı tercih etse de savaş ülkeyi sarmıştır. İngiltere hem savaş galibi olarak hem de İran üzerine en güçlü rakibi olan Çarlık Rusya’sının devrilmesinden istifade ederek Kacar Türk egemenliğinin yerine çarptırılmış tarihle üretmiş olduğu bilimsel esası olmayan Pers kimliği üzerinden kendi egemenliğini kurma hedefini yürürlüğe sokmuştur.
İngiltere’nin Kraliyet Akademisine bağlı oryantalistler, Doğu Hindistan kumpanyası vasıtasıyla ulusal ve siyasal zeminde Deri (Fars) dilli topluluklar üzerinde Ari ve uydurulmuş Hint-Avrupa soyu teorisine dayalı bir proje üzerinde 150 yıldan fazla çalışmıştır. Bu, İran’a yönelik Türk-İslam karşıtı bir proje olmuştur. Oryantalistler, azınlık olan Fars dilli toplulukları daima Kacar Türk Devleti’ne karşı kışkırtmış ve bundan oldukça çok yararlanmışlar. İngilizler, hem Kuzey Azerbaycan Savaşlarında hem Afganistan Savaşlarında azınlık olan Fars dilli toplulukları Türklere karşı kullanmıştır. 19. yüzyıl boyunca İngiltere’nin Tahran’daki elçisi azınlık olan Fars dilli toplulukların Kacarlar tarafından zulme maruz tutulduklarını sürekli olarak vurgulamış, ülkenin güneyinde baş kaldıran isyancıları savunmuştur. Hatta İran’ın güneyinde yani Kirman bölgesinde Fars dilli toplulukları kendi egemenliklerini (Doğu Hindistan kumpanyasının savunulması için etten örülmüş duvar rolünü üstlenecek ikinci Afganistan gibi) kurmaları gerektiğini de defalarca söylemiştir. İngiltere Fars-Pers kimliğine dayalı çeşitli tarikatların teşekkülünde de temel rol üstlenmiştir.[13] Bunlardan biri de 1840’lı yıllardan Bahaullah’ın liderliğinde başlayan Bahai tarikatıdır. Bu tarikatlar ve isyanlar, Kacar Türk devletinin büyük oranda kan kaybetmesine neden olmuştur.[14]
İngiltere, Kacar Türk Devleti’ne ve İran Türklerine en büyük sarsıcı darbeyi ikinci kez bilerek yaratılmış açlıkla vurmuştur. Bu açlık 1917-1920 yılları arasındaki dönemde vuku bulmuştur. Bu, bir bakıma 8-9 milyon insanın bir bakıma da ülke nüfusunun yarısına yakın kısmının yok olmasıyla sonuçlanan dünyanın en büyük soykırımıdır, diyebiliriz.[15]Kaydetmek gerekiyor ki bu açlık esasen İran’da Türklerin çoğunlukta yaşadığı Tebriz, Urmiye, Erdebil, Hamedan, Sinandej, Zengan, Sungur, Kum, Erak, Kaşkay bölgesi gibi bölgelerde daha sarsıcı olmuştur.[16]
[1] ‘Farslar, Farsiler veya Ferisiler kimdir?’ bölümüne başvurulsun
[2] Geniş bilgi için: Nasir Purpirar, “İran Tarihinin Temelleri Üzerine Düşünceler”, 16 cilt; “12 Yüzyıl Suskunluk” Birinci kitap, 2. bölüm Arsaklar, Tahran 1381 (2002), s. 257 – 267
[3] Geniş bilgi için: Prof. Dr. Mahammad Tagi Zehtabi (Kirişçi), “İran Türklerinin Eski Tarihi”, iki cilt, İran. Tebriz. Akhter yayınevi, 1377 / 1998;
Bu kitabın kısaltılmış biçimi Türkiye’de yayınlanmıştır. Aşağıdaki linkten elde edile bilir:
Prof. Dr. Mehmet Bayraktar, “Medler ve Türkler”, Akçağ Yayınevi, 1. Baskı, Ankara 2013
[4] Genel bilgi için:
Prof. Dr. Fahir Armaoğlu “19. Yüzyıl Siyasi Tarihi” – 1789-1914, Timaş Yayınları, 14. Baskı,
Antlaşmaların açık ve gizli metinleri için bkz: A. Debidour, “Histoire Diplomatique de L’Europe, Cilt 1, La Sainte Alliance.. Paris;
[5] Geniş Bilgi için:
“Antanta” Antlaşmasının İngilizce metni:
http://www.firstworldwar.com/source/ententecordiale1904.htm ;
Prof. Dr. Fahir Armaoğlu “19. Yüzyıl Siyasi Tarihi” – 1789-1914, Timaş Yayınları, 14. Baskı,
Antlaşmaların açık ve gizli metinleri için bkz: A. Debidour, “Histoire Diplomatique de L’Europe, Cilt 1, La Sainte Alliance.. Paris;
[6] Maalesef, Bu antlaşmanın esas metnine ulaşamadım. Şuan elimde çalışmakta olduğum kitapta bu antlaşmanın metinlerini vermeye çalışacağım.
[7] Geniş bilgi için:
[8] 1588’de Sir Francis Drake komutasındaki İngiliz donanmasının İspanya donanmasını ağır bir yenilgiye uğratmasından sonra, İngiliz ticaret gemileri okyanuslarda daha etkin faaliyet göstermeye başlayıp özellikle Hindistan seferlerine başladılar. Denizci tacirler bir araya gelip sermayelerini artırırken, İngiltere kraliçesi 1. Elizabeth’den de ayrıcalıklar almaya çalıştılar. Sonunda 31 Aralık 1600 de Doğu Hindistan Şirketi için bu ayrıcalıkları almayı başardılar. Doğu Hindistan Şirketi (İngilizce: East India Company) veya İngiliz Doğu Hindistan Şirketi Doğu Hint Adaları’yla ticaret amacıyla kurulmuş olan; ama daha çok Hint Alt kıtasıyla ticaret yapan bir İngiliz (1707’den sonra Britanya) Anonim Şirketiydi. Doğu ve Güneydoğu Asya’da bir ticaret tekeli olarak ortaya çıkan şirket zamanla tam siyasal ve askeri bir oluşum hâline geldi. 18. yüzyılın başlarından 19. yüzyılın ortalarına kadar Britanya emperyalizminin bir aracı olarak kullanıldı.19. yüzyılda başta Kacar Türk devleti olmakla Çin’deki faaliyetlerinden dolayı Britanya etkisinin Çin’e yayılmasında da etkili oldu.
Şirkete 1600 yılında Kraliyet imtiyaznamesi verilmiştir, bu da onu Avrupa’daki diğer Doğu Hindistan Şirketleri içerisinde en eskisi yapmaktadır. Şirketin hisseleri zengin tüccarlar ve asilzadelere aitti. Hükümetin hissesi yoktu, ama şirket üzerinde dolaylı tam kontrole sahipti. Şirketin kendine ait büyük bir ordusu vardı ve bu orduyla Hindistan’ın önemli bölümünü kontrol etmekteydi.
Şirketin ana ticaret maddeleri Afyon (uyuşturucu), pamuk, ipek, Çivit Boyası, tuz, Güherçile ve çaydı. Şirket Hindistan’ın büyük kısmını yönetimi altına aldı, bu bölgelerde askeri güç kullandı. Hindistan’da Şirket Yönetimi etkin olarak 1857’de Plassey Muharebesi’yle Hindistan Babır Türk egemenliğini resmen ortadan kaldırmaya kalktı ve bu savaş 1858 yılına kadar devam etti. 1857. yılda Türk, Hint Müslüman Ayaklanması’nın bastırılması ardından 1858. yılında “Hindistan Hükümeti Yasasıyla” Britanya Kraliyetine, Hindistan’da doğrudan yönetimi ele alma yetkisi verildi. Şirket, ‘Doğu Hindistan Hisse Senedi Kâr Payı Kurtarma’ Yasası’yla 1874 yılında feshedildi.
[9]“Finkenstein Antlaşması”, Finkenstein’da Fethalişah ile Napoléon’un resmî temsilcileri arasında 4 Mayıs 1807 tarihinde imzalanmıştır. Antlaşmanın metni daha sonra her iki devlet lideri tarafından da imzalanmıştır. Bu antlaşmaya göre Fransa, Rus-Kacar Savaşlarında Kacarlara askerî ve teknolojik açıdan yardım edecek, Kacarlar da Fransa ordusunun Kacar toprakları üzerinden Hindistan’a girmesi için gereken kolaylığı gösterecekti. Bu antlaşmanın önemili bir yanı, İran tarafından sunulan metnin Türkçe olmasıdır. Sayın M. Baharlı’nın değerli araştırmaları sonucunda bu Türkçe antlaşmanın bir yüzünün Paris müzesinde korunduğunu öğrenmş olduk. Antlaşmanın orijinal asıl Türkçe metni için:
İsmail Salarian,
http://salariyan.arzublog.com/post-63532.html
Farsça çevirisi:
http://qajar.wordpress.com/tag
ve
http://hamshahrionline.ir/details/165185
[10]Mahmut Mahmut “Tarihe Ravabete Siyasiye İran o Engilis Dar Garne 19 / 19. yüzyıl İran-İngiltere Siyasi İlişkiler Tarihi”, 8. cilt/ iki kez 1935 ve bir kez de devrimden sonra 1980 yıllarında yayımlanmıştır.
[11]“Hatirate Ayetullah Kızılbaşı Zencani –Ayetullah kızılbaşı Zencani’nin Hatıraları” yayın tarihi 1380-2001, bu kitap 3 aydan fazla satışta kalmadı, satışı yasaklandı.
[12]“Tarihe Ravabete Siyasiye İran O Engilis Dar Garne 19 – 19. yüzyıl İran-İngiltere Siyasi İlişkiler Tarihi” 3. Cilt; R. Cavadbeyli, “Kürtlerin Kökeni”, Gece kitaplığı 2016, s. 243
[13]Mahmut Mahmut “Tarihe Ravabete Siyasiye İran o Engilis Dar Garne 19 / 19. yüzyıl İran-İngiltere Siyasi İlişkiler Tarihi” 2. Cilt
[14]Bahailer Bahaullah’ peygamber gibi tanımlıyorlar ve tarihî açıdan Türk-Arap düşmanlığı konseptine dayanıyor.
[15] Geniş bilgi için: “ The Great Famine and Genocide in Persia, 1917-1919 -1920”, Dr. Mahamed Macid, ABD, 2003.
[16] ‘Dördüncü Göç Dalgası’ bölümüne başvurulsun. Aynı zamanda geniş bilgi için: R. Cavadbeyli, “Kürtlerin Kökeni”, s. 126-134