Yükleniyor...
Yönetim otoritesinin tepede toplandığı bürokratik ve hiyerarşik yönetim birimlerindeki yozlaşma, büyük ölçüde üst düzey yöneticilerin konumlarının gerektirdiği yetenek, bilgi ve ahlaki değerlere yeterince sahip olmamalarından kaynaklanır. Siyasi partilerin yozlaşmasında, siyasetçilerin yetersizliğine ek, seçmenlerin bilgisizlik ve kayıtsızlıklarının da payı vardır.
Ülkemizde, siyasi partilerin işleyişinde gözlenen demokrasiyi çeldirici üye ve seçmen davranışlarının başlıca zihin ve psikososyal özellikleri aşağıdaki gibi özetlenebilir:
‘İnanmak’ eyleminde, herhangi bir şeyin varlığını ve doğruluğunu, somut bir kanıt gerekmeden kabul etmek vardır. ‘Bilmek’ eyleminde ise herhangi bir şeyin varlığı ve doğruluğu, belirli bir mantık dokusuna dayanan birtakım somut kanıtlar çerçevesinde benimsenir. Bu bağlamda, siyasi görüş ve düşünceler, bir inanç konusu değildir. Doğrudan ‘bilmek’ konusudur. İnanç sistemlerinde, inanılan ve önemsenen değerler için daha değerlisi ile karşılaşılması ve değiştirilmesi diye bir tavır pek mümkün değildir. Ancak, bilgi ve düşünce sistemlerinde, her daim daha doğrusu ve iyisi ile karşılaşılması ihtimali vardır. O zaman değişim de gerekir.
Otoriter ve gelenekçi bir yönetim kültürü içinde büyüyen kişiler, çoğunlukla bilimsel düşünme alışkanlığından yoksundurlar. Bu sebeple hayatlarındaki her şeye sadece ‘inanmak’ boyutundan yaklaşma kolaycılığına sahiptirler. İnanç sistemlerinin dışındaki yaşam olaylarına ve olgularına, söz gelimi siyasete, herhangi bir neden-sonuç ilişkisine ve mantığa başvurmadan ‘inanmak’, kişilerin siyaseti inanç alanına dönüştürmesi anlamına gelir.
Bu kişilerde, tamamen ‘bilmek’le ilgili olması gereken siyasi görüşlerin, tartışmada yeri olmayan bir inanç gibi görülmesi, demokratik tavırlarının ortaya çıkışını engeller. Sağ ve sol seçmenin önemli bir kesimi, siyasi kanaatlerini birer ‘inanç’ haline getirince, siyasetin yanlışları, yalanları ve yolsuzlukları gibi başarısızlıklar karşısında bir duyarsızlık ve aldırmazlık oluşmaktadır. Bir kişi, herhangi bir siyasi görüşe, ‘inanç’ gibi sarılınca, artık o görüşten vazgeçilmesi belli ki hayli zor geliyor.
Çoğu seçmen, siyaset kültüründe kullanılan ‘simgelerin’ ve ‘söylemlerin’ arkasına saklanan ikiyüzlülükleri yeterince değerlendirecek bilgi birikimine sahip değildir. Seçmenler, yeni zamanların küresel bağlantılı karmaşık siyaset ilişkilerini, eski bilgi, görgü ve alışkanlıklarıyla anlamaya çalışıyorlar. Kendilerine söylenene ve gösterilene, mevcut zihin kalıplarına göre ‘inanma’ ve davranma kolaycılığına yöneliyorlar. Zihin olarak ‘düşünme’ ve ‘sorgulama’ eylemleri onlara çok zor geliyor. Kendi bireysel iradelerinin zayıflığından dolayı özgürlük talepleri de pek yok. Bu sebeplerle günümüzün çok hızlı değişen bilgi setlerini yenilemeye ihtiyaç duymuyorlar. Bu yüzden, bir biçimde oydaştıkları siyasi partilerin, kendi duygu ve düşüncelerini temsil konusundaki yetersizlik ve tutarsızlıklarına duyarsız ve kayıtsız kalıyorlar. Söz gelimi, kendilerine muhalif olanların yalan söylemesi ve kötülük yapması son derece kötü ve günah olarak algılanırken, kendilerinin oy verdiği siyasetçiler yalan söylediğinde bunları pek sorun etmiyorlar.
Siyasette giderek yaygınlaşan ilkesizlik ve yozlaşma, sadece siyasetçiler katmanında değil, seçmenler arasında da aşırı çıkarcı ve fırsatçı anlayışları körükleyebiliyor. Gelişmiş toplumlarda, gelir ve servet ile toplumsal statünün artışı, çoğunlukla bireyin yetenek ve emeklerine bağlı üretkenlik yoluyla oluyor. Geri kalmış toplumlarda ise çoğunlukla siyaset yoluyla gelir ve statü artışları elde ediliyor. Bu toplumlarda, her siyasi iktidar değişimi, aynı zamanda devlet imkanlarının kullanımıyla yeni zenginlerin türemesi ve devlet yönetimine yeni bürokratların gelmesi anlamını taşıyor. Siyasetin zenginleştirdiği, rant ve statü sağladığı kesimler ile bunların yakın çevreleri, ele geçirdikleri üstünlük ve avantajlı durumlarını kaybetmemek için mevcut siyasi iktidarın toplumun sorunları konusundaki başarısızlığı karşısında çoğunlukla duyarsız.
Kendi kendilerine yardım edemeyen kesimlerin yardım almaları, sosyal devlet olma niteliğinin bir gereğidir. Ancak, uzun bir süredir neo-liberal ekonomi politikaları izleyen siyaset anlayışı yüzünden, alt sosyal sınıfların daha da yoksullaştığı geniş bir kitle ortaya çıkmıştır. Ayrıca bu kitle sadece sosyal yardımlarla geçimlerini sağlayabilir hâle gelmiştir. Böylece, yardıma muhtaçlık genişletilerek, minnet duygusu ve psikolojik borçlandırmaya bağlı bu büyük kitlenin oyları devşirilmektedir. Sosyal yardımlara ‘bağımlı’ hâle gelen aşırı yoksul seçmenin önemli bir kısmı, kendilerini bu anlamda tatmin eden siyasetçilerin yalanlarını, yolsuzluklarını ve iş bilmezliklerini görmezden gelebilmektedirler. Devlet imkanlarıyla yapılan sosyal yardımların, dönemin baş siyasi aktörünün “şahsınca” yapıldığı propagandası yoksullar üzerinde çok etkilidir. Çünkü, derin bir minnet duygusu, yoksul ve çaresiz insanlar üzerinde kuvvetli bir bağlılık davranışı yaratıyor.
İktidardaki partinin, ülkenin para musluklarının başında olması, ‘akçeli’ ve üst düzey kamu görevliliğine atama yetkisinin bulunması ve diğer etkili yönetim güçlerine (güvenlik güçleri, yargı mensupları, din adamları vb.) sahip olmak; ayrıca medya ve enformasyon imkânlarını tek yanlı kullanımı, seçmenlerinin gözünde mevcut yöneticilere büyülü bir çekicilik kazandırmaktadır.
Fırsat eşitliği ve sosyal adalet bakımından sorunlu, kendi imkânlarıyla ekonomik gelir ve sosyal statü kazanma şansını görmeyen kişilerde, kısa vadede güçlü ve varlıklı olanlarla özdeşleşme tutkusu çok şiddetlidir. Bu kişiler, kaynakları ve yöntemleri ne olursa olsun, zengin ve güçlü partilere ait simgeler ve mensubiyetler üzerinden kendilerini “güçlü ve sözü dinlenen” kişilere yakın olmayı ya da öyle göstermeyi, her türlü ahlaki değerden daha üstün tutabiliyorlar.
İktidar partisi seçmeninin bir kısmının bilinç altında daha fazla güç ve saygınlık, daha fazla gelir ve servet, daha fazla tanıdık ve çevre gibi imkânlara sahip olma isteği yatar. Bizzat kendileri bütün imkân ve kaynaklara sahip olmasa bile, bu arzuları sebebiyle, yandaşlığını yaptığı bir kısım ‘partilinin’ bu imkânları yaşamasından sanal bir haz duyar. Söz gelimi, “çalıyorlar ama çalışıyorlar”, “önceden başkaları yiyordu, şimdi de bunlar yesinler” gibi hiçbir değer yargısına uymayan sözler, şiddetli bilinç altı hezeyanları olarak hep hatırlanacaktır.
Demokrasinin, ilke ve kurallara göre işlemesinin güvencesi, siyasetçilere kendilerini temsil etme ve yönetme yetkisini veren insanların, bu yetkilendirme karşılığında yöneticilerinden ‘hesap sorma’ hakkını fiilen kullanmalarıdır. Öyle ki, bu hak hiçbir kişiye ve zümreye devredilemez ve asla vazgeçilemez bir haktır. Siyasi partilerin parti içi demokrasileri askıya alınır. Parti seçmenleri seçtikleri insanlardan yasal ve demokratik yollardan hesap sormazlar. Hesap soramazlarsa da demokrasi rejimi yozlaşır.
Demokrasiye ve demokratik işleyişe, geçmişte en fazla diktatörler, ara rejimler ve despotik yönetimler zarar verirlerdi. Gümümüzde ise demokrasiyi, en fazla demokratik ilke ve kurallara uyma ihtiyacı hissetmeyen siyasetçiler ile seçmenlerin aldırmaz kayıtsızlığı yozlaştırıyor.
Sonuç olarak, seçmenler bilinçli seçimler yapar ve seçtiklerini denetlerlerse, seçilmişler de kendilerini düzeltme ihtiyacı hissedeceklerdir. Seçmenler, yalanın yalan olduğunu ve talanın talan olduğunu anlamalıdır. Yalana inanmadıklarını, talana karşı olduklarını açıkça ve topluca gösterdikleri zaman, siyasetin kalitesi artacaktır.