Yükleniyor...
Durak (ponctuation)lar tomarda olduğu gibi bir veya iki noktalarla gösterilecektir.
Bundan yirmi beş otuz sene evvel, yekdiğerinden tamamıyla gafil, heyet·i ictimaiyyeleri perişan, kendileri için hiç bir gaye·i emeli ve nokta·i istikbali taayyün etmemiş olan Türkler arasında şu son senelerde bir takım cereyanlar müşahede edilmektedir.
Acaba bu cereyanların şekli neden ibarettir?
Bu suale kati ve muayyen bir cevap vermek henüz kabil değildir: Zira cereyanları tevlid eden duygular, düşünceler henüz tamamıyla tebellür etmediler, henüz bir şekl·i muayyen alamadılar. Bunlar, şekli, sureti, mahiyeti henüz gayr-ı muayyen ince bulut parçaları gibi Türk seması üzerinde dolaşmaktadırlar; Türk dimağlarına, gerçi bir takım sevimli arzular, yüksek ve ulu fikirler ilka ediyorlar ise de bu bulutların bilahare birleşerek ne gibi bir şekil ve nereye doğru bir hadd-ı hareket alacakları henüz malum değildir.
Bununla beraber, biz bu sefer şu mübhem ve gayr-ı muayyen duyguların, düşüncelerin, hiç olmazsa hutut-ı esasiyye itibariyle ne olduklarını anlamağa çalışacağız. Belki bu vesile ile Türklerin nereye varmak istedikleri, hangi gaye-i emele ve nasıl bir nokta-i istikbale doğru yürümekte oldukları bir dereceye kadar tebeyyün eder.
İşte şu nokta-i nazardan Türk alemine dikkatlice bir nazar atılırsa bu büyük alemde iki esaslı cereyan göze çarpar:
Birincisi: İslamiyet kaygısı;
İkincisi: Türklük kaygısı.
Birinci cereyanda bütün akvam-ı İslamiyye müşterektir. Fakat şu cereyana bir şekl-i muayyen veren ve bir maksad tayin ettiren yine Türklerdir.
Evvelemirde şurasını söyleyelim ki bu cereyanı bizim aramıza sokan, daha doğrusu bu cereyana bizi sevk eden Avrupalılar olmuştur. İki yüz seneden beri garp şarkı, alem-i Nasraniyyet alem-i İslamiyet’i bir mağlubiyet-i azimeye duçar ettiği inkar olunamaz. Garp medeniyetinin, garp kuvvetinin hücumuna karşı şark, bilhassa İslam alemi mukavemetsizliğini, zaaf ve aczini teslim etmek mecburiyetinde kaldı. Memalik ve akvam-ı şarkıyye ve İslamiyye birer birer garbın idaresi ve tahakkümü altına geçti. Saltanatlar yıkıldı, sülaleler söndü… Bu inkırazın müthiş levhalarını temaşa etmekte olan mütefekkirin-i İslamiye, bu halin esbabını araştırmak, esasını anlamak istediler. Fakat maatteessüf, bu mütefekkirin ulüm-ı diniyyede mütebahhir oldukları kadar ulum-ı dünyeviyyeye vakıf değil idiler. Bunun için vekayie yalnız bir göz ile baktılar ve onu yalnız bir nokta-i nazardan tahlil ve tenkit ettiler. Bu bela ve musibetlerin, bu inkırazın yegane münebbi ve sebebi, ahlak bozukluğudur. Ahlak bozukluğu ise ahkam-ı diniyye ve kavaid-i şeriyyenin iyi anlaşılmamasından ve işbu ahkam ve kavaide hakkıyla riayet olunmamasından ileri geliyor, dediler. Binaenaleyh onların bütün hulasa-i tefekkürleri, gösterdikleri yegane necat çaresi, ahlak-ı umumiyyenin islahı ve bunun için de ahkam ve kavaid-i şeriyyenin bihakkın icra ve ifası düsturunda toplanıyordu.
İşte bir zaman bütün alem-i İslam’ı ihata etmiş olan şu efkar ve hissiyat ve halet-i rulhiyye neticesidir ki aynı zamanda Afrika ve Arabistan’da Sünusiler ve Vahhabiler; Asya’da ise Şeyhiler, Kerim Haniler ve Babiler zuhur ediyor. Şu tarikatlerin kaffesi aynı düşüncelerin, aynı halet-i ruhiyyenin neticesi olduğundan muhtelif yollar ve muhtelif vasıtalar ile aynı maksada doğru yürüyorlardı.Cümlesinin emeli, iddiası; Müslümanların ahlakını ıslah, ahkam ve kavaid-i şeriyyeyi zamanına göre ihyadan ibaretti.
Bunlar, filhakika, bir nevi dini ıslahcılar (reformateur) idi, kendilerini meydana çıkaran aynı ictimai zaruret ve ihtiyaçtı.
Bu ıslahcılar, şu zarureti ve ihtiyacı tahlil ve tetkik ederken ve ilacını düşünürken bir dereceye kadar yanılmamış idiler. Çünkü akvam-ı İslamiyyenin bu kadar bela ve musibetlere giriftar olmasında, ahkam ve kavaid-i şeriyyenin inhirafa uğraması ve bunun neticesi olarak da ahlak bozukluğu başlıca amillerdendir. Fakat amiller yalnız bunlar değildi; pek mühim olan başkaları da vardı. Lakin, ne çare ki yukarıda söylediğimiz mütefekkirler bu başka amilleri göremediler. Mesela bunlar garbın şarka, ahlakıyla, diniyle değil, ilim ve tenni ile, medeniyetinin yüksekliği ile, mücehhez oldukları eslihanın mükemmeliyeti ile hakim olduğu noktasına asli dikkat etmemişlerdi. İşte şu kusur-ı nazarın, şu yanlış, daha doğrusu yalnız bir nokta üzerine yürütülmüs olan mütalaatın seyyiesi olaraktır ki istihrac etmekte oldukları netayic ve tevessül etmiş bulundukları vesait, kasır ve gavr-ı kafi oldu …
Fakat her nasıl olsa da bunlar alem-i İslam’a yeni fikirler, yeni bir cereyan ilka etmişlerdi. Şu fikirler ve cerevanlar devam ediyordu. Kalplerde, dimağlarda bir takım tebeddülat husule gelmekte idi. Bütün alem-i İslam’da mahiyeti itibariyle mühim fakat gayr-ı muayyen bir takım ıslah hissi uyanıyordu: Şu hissin, şu efkarın tamamıyla semeredar olması için yalnız ilk cereyan ıslah ve ikmal edilmeliydi. Alem-i İslam’ın duçar olduğu maraz etraflı, daha vasi ve natiz bir nazarla mütalaa ve tahlil olunarak yalnız bir taraflı ilaç değil, belki bütün ilaçlar gösterilmeliydi. İşte şu vazifeyi de Türkler yaptılar. ..
Aslen Türk olan Şeyh Cemaleddin Efgani Hazretleri, alem-i İslam’da birinci defa, bütün İslamların duçar oldukları hastalığı etraflı tahlil ederek çarelerini gösterdi. Bu zat yalnız din ve ahlak ile kalmayarak diğer esbab ve vasait-i medeniyye ve ictimaiyyeyi de irae etti. İslamların ahlaken ve dinen tedenni etmeleri dahi zaten başka bir takım esbabın netayic-i elimesidir. Şu esbab arasında en şedidi cehalet ve su-i idaredir. Cehaleti def için ulum ve fünun ve sanayi nerede olursa olsun, kimlerin elinde bulunursa bulunsun alıp kendimize mal etmeliyiz. Avrupa’ya, Avrupa ulum ve fününuna yabancı kalmamalıyız, esasen İslam ilim ve fenle, nur ve hakla kaimdir. Hakayık ve ledünniyat-ı İslamiyye yalnız envar-ı ulum ve fünunun teneviri ile tezahür eder. Zaten İslamiyet ulum ve fünun-ı cedidenin menbaı değil midir? Medeniyyet-i İslamiyye’nin parlak ve şaşaadar zamanları ulum ve fünun-ı cedideyi havi değil miydi? Bunların bir çok şubeleri o zamanlar müslümanlarının efkar ve tetebbuatı mahsülüdür. Avrupa bu ulum ve fünunun mukaddematını bizden ahz ve kesbetti. Şimdi Avrupa’ya ilim ve fen için müracaat etmek, kendi malımızı geri istemek demektir.
Usul-i idare ve teşkilat-ı siyasiyye ve ictimaiyyeye gelince: İslamiyet tarihen ve esas itibariyle şimdiki Avrupa’ya tamamen yabancı değildi. Usul-i meşvereti, ictima-ı ümmeti asıl ve esas tanıyarak makam-ı mualla-yı hilafeti bile şurut ve kuyuda rabtetmiş olan bir din, Avrupa’nın şimdiki hayat-ı ictimaiyye ve siyasiyyesinin hutut-ı esasiyyesine bigane kalamaz. Yalnız şu kadar var ki Müslümanlar kendi dinlerini, kendi tarihlerini bilmiyorlar, cahildirler. Zulm ve cebr ile akvam-ı İslamiyye arasına sokulmuş olan ve İslamiyet’e tamamen zıt bulunan keyfi ve istibdadi usul-i idare, medeniyyet-i İslamiyye’nin sönmesine sebep olduğu gibi din-i İslam’ın da çığırından çıkarak münharif olmasına sebep olmuştur. Ulum ve fünun, sanayi münkariz oldukça hakayık ve ledünniyat-ı İslamiyye dahi bir takım esatir-i evveliyye, itikadat-ı batıla, hurafe ve bidatlar içinde boğulup kaldı. İşte bugün Müslümanların, Müslüman ulema ve ezkiyasının en birinci vazifeleri dinlerini şu hurafat yığını altından kurtararak İslamiyet’i muhtevi olduğu kaffe-i hakiyık ve fezaili ile göstermektir. Bunun için en doğru vasıta yeni ulum ve fünun ile mücehhez olarak hakayık-ı İslamiyyeyi siyasi, ictimai, iktisadi ve ahlaki nokta-i nazarlardan mütalaa etmektir. İşte ancak o zaman alem-i İslam kendi mesaib ve emrazına ilaç bulacaktır. ..
Şeyh Cemaleddin Afgani’nin beslemiş ve meydana atmış olduğu efkarın hulasası budur. Az bir zaman içinde şu efkar, bütün alem-i İslam’a sirayet etti. Her yerde bir taraftan Avrupa ulum ve fünununun iktisabına, diğer taraftan İslamiyet’in mazisini mütalaa ve tetkik etmeğe ateşli bir merak uyandı. Avrupa mekteplerine müslüman gençleri akın akın giderlerken sin ve iktidar cihetiyle tetebbuat-ı ilmiyye ve tarihiyyeye girişmek için hazır bulunanlar da meydan-ı faaliyyete atıldılar.Hindistan’da Mir Aliler, Ali Haydarlar; Mısır’da Şeyh Abduhlar, Mustafa Kamiller, Elkevakibiler; Rusya’da Şehabeddin Mercaniler, İsmail Bey Gasprinskiler, Barudiler, Rızauddin bin Fahruddinler, Musa Bigiyefler, Ataullah Bayezidoflar, Şeyhülislam Abdüsselamlar, Bişenmazzadeler; Osmanlılarda Hoca Tahsinler, Mahmud Esadlar, Musa Kazımlar ve Naim Beyler zuhur etti.
Bunlar İslamiyet’in muhtevi olduğu hakayık ve fezaili birer birer meydana çıkardılar ve İslamiyet’in, ulum ve fünun-ı cedide, teşkilat-ı siyasiyye ve ictimaiyye-i hazıra ile itilaf [ve] imtizac edebileceğini de bütün vuzuhuyla bildirdiler. Bu sayede alem-i İslam’da yeni bir ümit, yeni bir gaye-i emel, yeni bir nokta-i istikbal doğdu: Ulum ve fünun-ı garbiyye ile mücehhez, ahlak ve şemail-i İslamiyye ile müsellah olarak eski İslamiyet’i ihya etmek ..
Türkler dahi, başkalarından daha ziyade şu fikrin intişarına hizmet etmiş olduklarından, sair akvam-ı İslamiyye ile beraber bu emeli, bu ideali besliyorlar. Bu hal Türk aleminde müşahede edilen cereyanların birincisidir. Fakat bunun zımnında diğer bir cereyan daha husule gelmektedir ki onun da mahiyetini, suret-i tekevvün ve neşv ü nemasını makale-i atiyede tetkik edeceğiz.
Ahmet Ağayef [Ağaoğlu] Türk Alemi-3, Türk Yurdu, Sayı 3, [1911].