Yükleniyor...
Ayhan Tuğcugil mahlasıyla İskender Öksüz tarafından yazılan bu makale, 1976 yılında Töre Dergisinin 61. sayısında yayımlanmıştır.
Milliyetçilik kavramını anladıktan, kimin milliyetçi olduğunu ve daha önemlisi kimin olmadığını gördükten sonra şimdi geriye doğru bir adım atıp ‘millet’ kavramını ele alalım. Millet nedir? Bu soruya bugüne kadar yüzlerce cevap verilmiştir. Meselâ Fransız fikir adamlarının çoğuna göre millet, sadece kültür birliğinin doğurduğu bir cemiyet birimidir. Buna karşılık Alman fikir adamlarının büyük kısmı milletin soy birliğine dayandığı görüşündedirler. Komünistlere göre millet, – Stalin’in ‘Marksizm ve Millî Mesele’ kitabında verdiği tarifle- “Dil, toprak, iktisadî hayat birliği ve ortak kültür biçiminde beliren ruhî şekillenme birliğinin hüküm sürdüğü, tarihî olarak meydana gelmiş istikrarlı bir topluluktur.”
Bu tariflerden acaba hangisi doğru? Doğruluk yanlışlık üzerinde bir karar vermek kolay değil. Fakat daha önce ve çok daha kolay yapabileceğimiz bir tespit var: Yukardaki tariflerin hepsi de, tarifi yapan zümrenin menfaatine uygundur. Fransızların millet tarifi Fransız çıkarlarına, Almanlarınki Alman çıkarlarına en uygun olanıdır. Stalinin’in millet tarifi ise adı geçen kitabın yazıldığı tarihlerde Rusya’daki komünist harekete hizmet gayesini taşır. Fransızlar kültürden başka bir şeye, özellikle soya dayanan bir tarif yapmağa kalkarlarsa önce Fransa’yı (âtin, cermen v.b. şekillerde) bölmeleri gerekecekti. Almanya ile aralarındaki tarihî Alsas anlaşmazlığını da, bölgeyi derhal Almanlara vererek sona erdirmeleri gerekiyordu. Çünkü Alsas, kültür bakımından Fransız, fakat soyca cermendi. Buna karşılık Almanya’nın kültüre dayanan bir millet tarifi yapması, Almanlığın bölünmesine yol açacaktı. Üstelik Alsas Fransa’ya kalırdı. “Millî Mesele” kitabı Rusya’daki – özellikle Kafkasya’daki – milletleri sosyalizme kazandırmak için Lenin tarafından Stalin’e ısmarlanmış bir propoganda broşürüydü. Çarlık devrilip komünistler başa gelince Rus İmparatorluğundaki millletlere istiklâl verileceğini müjdeliyordu. (Fakat Lenin’in başa geçmesinden sonra bu milletler her nedense istiklâlden vazgeçiverdiler. Aralarındaki istiklâl inatçısı guruplar da aniden vefat ediverdiler.) Kitapta propoganda gayesi o derece hâkimdir ki ‘bilimsel sosyalizm’in S’sini bilenlerin ağzını açık bırakacak ‘ruhî şekillenme birliği’ gibi idealist lâfların kullanılmasından bile çekinilmemiş ve Rus emperyalizminin hakimiyetindeki milletlere istedikleri her şey, bol keseden vaad edilmiştir. Bir millet hariç: Yahudiler. Rusya’nın, Lenin ve Stalin’in başı o ara Yahudilerle hiç de hoş değildi ve bu belâlı guruptan kurtuluvermenin en kolay yolunu onlara millet sıfatı vermeyen bir bilimsel tarifte buldular. Komünistlere göre Yahudi diye bir millet hâlâ yoktur! (Rus komünistleri bugünlerde Çin’i ortadan kaldıracak ‘bilimsel’ bir millet tarifi peşindedirler. Ancak bu sefer nüfus çokluğu epey mesele çıkarmakta…)
“Hangi tarif doğru?” sorusunun cevabı böylece, ‘hiçbiri’ oluyor. Aslında mesele, vakıaların, tabiatta var olan şeylerin tarifindeki güçlükten doğuyor. Tarif, bir yerde, insan mantığının ihtiyacıdır ve insan mantığı basitliği sever. Halbuki tabiat bizim sevdiğimiz gibi basit olmak zorunda değildir. Bu konuya ilim metodu bahsinde döneceğiz. Burada bir misal vermekle yetinelim ve masayı tarife çalışalım. Masa, muhakkak ki milletten çok daha basit bir kavram. Fakat masa da bir vakıadır ve tabiatta var olan bir şeyi tarif etmenin güçlüğü bu misalde bile bütün şiddetiyle ortaya çıkar. ‘Dört ayağı olan…’ diye başlayacak bir tarife derhal, ‘Üç, hattâ tek ayaklı masa olmaz mı?’ sorusuyla son verebiliriz. ‘Yatay…’ a hemen verilecek, ‘Yatak da, tavan da yataydır.’ cevabı var. Bu ilk başarısız denemelerden sonra ‘Üstünde yemek yenilen, yazı yazılan…’ gibi daha karışık ve kullanışa ait tarifler gelecek, bunlar da çürütülecek ve o basit masa önemli bir mesele olup çıkacaktır. Halbuki biz, ‘masa’ diye bir nesnenin olduğundan kesinlikle eminiz ve bir şeyin masa olup olmadığını her zaman söyleyebiliriz.
Tarif güçtür ve bir eşya değil bir cemiyet birimi, bir içtimaî vakıa olan milletin tarifi çok güçtür. Tek çıkış yolumuz yine ilim metoduna başvurmak ve gözlemlerimize dayanarak bir tarif bulmağa çalışmaktır.
İlimle bir an için bile çelişkiye düşmeğe tahammülü olmayan Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin ortaya koyduğu bu güçlük, tabiîdir ki bir ‘bilimsel sosyalist’ veya Alsas için yanıp tutuşan bir Alman veya Fransız için söz konusu değildir. Çünkü onlar doğrunun değil, o ânın propogandasının peşindedirler ve günlük işleri hallolduğu anda rahatlamışlardır. Benzer şekilde İngiliz’e hayat boyu düşman olduğu halde ana dilini unutup İngilizce konuşan İrlandalı için millet tarifinde lisanın yeri yoktur. Soy önemlidir. Pakistanlıya da dilden, kültürden değil dinden bahsetmeniz gerekir .
İlim metodunun, veya bu hale uygulanan şekliyle tarafsız gözlemin ortaya koyduğu gerçek ise şöyle özetlenebilir: Soy birliği, dil birliği, kültür birliği, vatan birliği, tâbiyet birliği (siyasî birlik), din birliği, ülkü birliği, tarih birliği, menfaat birliği… Bu müştereklerin birkaçının bir araya gelmesi millet teşekkülüne sebep olabiliyor. Hepsinin birden bulunmasına lüzum yok; fakat sadece biri de umumiyetle millet biriminin teşekkülüne kâfi gelmez. Bir de, herhangi bir millet için verilecek tarifte ‘efrâdını câmî, ağyarını mânî’ ilkesine, yani bir şeyi tarif ederken tarif sonucu ortaya çıkan sınırlamanın o şeyi tamamen içine alması o şey dışındakileri de tamamen dışarıda bırakması prensibine riayet etmek gerekir. Kısacası tarif, tarif olmalıdır! Meselâ Pakistan milletini sadece din birliği ile tarif etmekle bütün Pakistanlıları içeriye almış (efrâdını câmî) fakat Pakistanlı olmayanların bir kısmını da (Pakistanlı olmayan müslümanları) tarife dahil etmiş oluruz (…ağyarını manî ilkesini çiğnemiş oluruz.). Bu şekilde tarifin belirleyicilik özelliği kaybolur. Pakistan milleti için din birliğine ilâveten vatan birliğini, tâbiyet birliğini, ülkü ve menfaat birliğini de tarife dahil etmek gerekir.
Yukarıda sayılan temel unsurlardan ancak birkaçının bir araya gelmesiyle millet teşekkül eder; bir unsur tek başına umumiyetle buna yetmez, dedik. Dilbirliğinin kâfi gelmediği İrlânda- İngiltere, şart olmadığı da İrlanda, Pakistan, Yahudi misallerinde görülür. Din birliğinin yetmezliği, müslümanların veya hıristiyanların ayrı ayrı milletlere mensub olmaları gerçeğiyle ortaya çıkar. Şart olmadığı Çin, Vietnam gibi misallerde görülebilir. Diğer unsurların her biri için de benzer şekillerde: 1) Umumiyetle tek başlarına millet teşekkülü için yetmedikleri, 2) Müşterek birkaç unsur varsa, bir veya birkaçının yokluğunun millet teşekkülüne engel olmadığı gerçeği tesbit edilebilir. Şu halde: Millet; dil, kültür, din, soy, vatan, tâbîyet, ülkü, tarih, menfaat birliklerinin birkaçının (veya hepsinin) belirlediği bir cemiyet birimidir. Demek ki belirli bir milleti, meselâ Fransız veya Alman veya İrlanda milletlerini tarif için farklı ifadeler kullanmamız bir tutarsızlık değil, bu milletlerin herbirinde müşterek olan unsurların farklılığının tabiî bir sonucudur. Ancak yukarıda sayılan birlik unsurlarının hepsinin gerekmediği ve umumiyetle birkaçının birlikte lâzım olduğu gerçeklerine ilâve edilecek bir nokta daha vardır: Soy, dil, kültür, vatan, tâbîyet, ülkü, tarih, menfaat birliklerinin hepsi gerekmeyebilir. Fakat bir millet, bunlardan ne kadar çoğuna sahipse onun bağlayıcı gücü, (millî birliğin gücü, veya başka bir deyişle, bu cemiyet biriminin aşıladığı mensubiyet şuurunun gücü) o kadar büyüktür. Şu halde her milliyetçinin ilk ve temel ülküsü, milletinin mümkün olduğu kadar çok müştereğe sahip olmasına çalışmak ve mevcut müşterekleri muhafaza etmektir.
Bu açıklamaların ışığında Türk Milleti’nin durumu nedir? ‘Türk’ adı verilen insanlara kısa bir bakış bile Türk Milliyetçiliği açısından memnuniyet verici bir gerçeği ortaya koyar: Tâbîyet birliğinin dışında Türk Milleti – küçük istisnalarla – millet teşekkülüne yol açan hemen bütün unsurlara birden sahiptir. Dünya üzerinde pek az millet için bu iddia ileri sürülebilir. Uzun bir tarih içinde büyük bir coğrafyaya dağılan milletimizin temel müştereklerini bu derece koruyabilmesi olağanüstüdür. Küçük istisnalar ise gerçekten küçüktür: Avarlar, Çuvaşlar gibi anlaşılamazlığa varan dil ayrılıklarına sahip guruplar son derece azdır. Din birliğine sahip olmadığımız Gagavuzlar, Karayimler gibi grruplar da ancak ilmî teferruat açısından önem taşıyabililer. Fakat bir veya iki unsurda ayrılan bu bölümler bile, başka milletlerde başlıbaşına millet teşekkülüne sebep olan müştereklerin birkaçına birden her zaman sahiptirler. Meselâ birkaç bin Gagavuz, milletin geri kalan kısmıyla dil, kültür, tarih, soy birliğine sahiptirler ki bu kadar unsur birçok millette bir arada mevcut değildir. Diğer istisnalar için de benzer örnekler verilebilir.
Ancak, istisnalar ne kadar küçük olursa olsun, bunlar, milliyetçiliğin ‘bütün unsurlarda müşterekliğin sağlanması’ ülküsünün dışında kalmamalıdır. Misal gerekirse bu, Gagavuz’un Müslüman olmasının temini, Avar’ın Türklüğün ana grubuyla aynı dili konuşur hale getirilmesi, v.b. demektir.
Böylece Türk Milleti için önemli olan tarifi vermiş oluyoruz. Fakat, küçük istisnalar dışındaki büyük müştereklikle yetinilmeyip ille tam, neredeyse matematik anlamda tam bir tarif istenirse; Türk Milletinin tümünü içine alıp diğer bütün milletleri dışarda bırakacak bir tarif istenirse sayılan birlik unsurlarından, şuurlardan, Türk Milleti için ‘Müşterek bir soya mensubiyet şuuru’nu seçmek gerekir. Bu unsurla yapılan tarife Türk Milleti’nden başkası giremeyeceği gibi Türk Milleti’nin dünya üzerindeki her ferdi de girer.
Milletin tarifi ile ilgili bu kısma son vermeden önce, bütün tarif mekanizmasına temel teşkil eden bir gerçeği tekrarlayalım: Millet bir cemiyet birimidir. Bir gurubun cemiyet birimi olmasının temelinde de aşıladığı , ‘mensubiyet şuuru’ yatar. O halde millet tarifine bütün yönelmeler aslında bir şuur’un tarifine, bir şuurun sebebine inmeğe çalışmaktır. Mîllet teşekkülü için gerekli gördüğümüz müşterekler de aslında millete mensubiyet şuuru için gerekil unsurlardır. Atatürk’ün, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözünde saklı olan Türk Milleti tarifi de bu mensubiyet şuurunun belirtilmesinden ibarettir. Daha önceki bölümlerde İncelediğimiz Türk Milliyetçiliği’nden farklı, hattâ Türk Milliyetçiliği’ne karşı bir “Atatürk Milliyetçiliği” yanlışının savunucuları zaman zaman bu sözü, iddialarına dayanak diye takdim ederler. Varmak istedikleri sonuç, Türk dili, Türk kültürü, Türk soyu, vatanı,tarihi, ülküsü ve diğer müşterekler olmadan da bîr Türk Milleti’nin mevcud olabileceğidir. O zaman Türk Milleti sâdece tâbîyete bağlı, siyasî bir kavram haline sokulabilmekte, Türkiye dışındaki Türklerle ilgi tamamen koparılabilmekte, Türk milletini tarif eden değerler tahrip edilse de bu acaip siyasî millet yaşayabilmektedir. Şu halde Türk dilini istediğimiz gibi değiştirebiliriz. Türk kültüründen pek hoşlanmıyorsak onun yerine meselâ Alman kültürünü geçirebiliriz.
Atatürk’ün kastettiği muhakkak ki bu değildir. O, yukarıda da belirttiğimiz gibi milletin bir ‘mensubiyet şuuru’ olma vasfını vurgulamaktadır. Bu gerçeği kabul etmeyenlere ‘Peki kim, ‘Ne mutlu Türk’üm!’ der; kim demez?’ diye sorunuz, eğer muhatabınız biraz akla sahipse, bu soruyla birlikte müşterek unsurlar, dil, kültür, din soy… v.s, bütün gücüyle tekrar ortaya çıkacaktır.
Artık Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin gayessini kesin şekilde verebiliriz : Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin gayesi, Türk Milleti’nin ebedî bekasıdır.
İfade basittir. Fakat gaye tesbitine gelene kadar yaptığımız inceleme, bu basit ifadenin içinde birçok kimsenin bir türlü kavrayamadığı bazı gerçeklerin yattığını gösterir. Bunlardan en önemli dört tanesi, 1) Muhafazakârlık ve gelişmecilik, 2) Güçlülük, 3) Turancılık ve 4) Milletin zaman boyutu ve ülkücülük’tür. Teker teker inceleyelim :
Yukarda da temas ettiğimiz gibi Türk Milleti, siyasî bir isim değil, dil, din, soy, kültür, vatan v.b. gibi müşterek değerlerin tarif ettiği bir kavramdır. Bu değerlerin yarattığı şuura dayanan bir cemiyet birimidir. O halde, yukarıda verdiğimiz gaye tarifini, bundan önceki kısımları okumamış bir kimseye, «Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin gayesi, Türk Milleti’nin, onu tarif eden değerle birlikte, ebedî bekasıdır.” şeklinde vermek daha doğru olurdu. Müştereklerin korunması ve müşterekliklerdeki eksikliklerin giderilmesi çalışmasına muhafazakârlık diyoruz. Türk Milliyetçisi, Türk Milleti’nin dil, din, kültür, soy, vatan, tâbiyet, ülkü, tarih, menfaat birliğini korumaya, eksik olan birlikleri kurmaya dikkat ederek Türk Milleti’nin ebedî bekasını temin edecektir.
Millet birimine bağlayıcı gücünü veren müşterekler hayatiyete sahip unsurlardır. Bu gerçek bizi muhafazakârlığın ayrılmaz bir parçası olan ve 9 Işık’ın bir maddesiyle vurguladığı ‘gelişmecilik’e götürür. Canlılığa sahip her şey büyür, gelişir, değişir. Hayatiyeti olan şeylerin muhafazası, onları oldukları gibi dondurmak değildir. Bu, muhafaza değil kısırlaştırma, fosilleştirme olurdu. Canlı unsurların muhafazası, onların tabiî gelişmesini sağlamak, tabiî gelişmeyi önleyen veya yozlaştıran yıkıcı tesirlere karşı korumaktır. Meselâ Türk kültürü 8. asırdan 18. asra (ve bugüne) kadar değişmiş, gelişmiştir. Bundan sonra da gelişmeğe, değişmeğe, devam edecektir. Muhafazakârlık, bu tabiî gelişmeyi önlemek değil, aksine, sağlamaktır. Ancak ‘gelişme’ kelimesine de yanlış mânâlar vermemek gerekir. Gelişen bir çınar ağacının dallarını kesip yerine kiraz dalı yamamak değişiklikliktir ama gelişme, tabiî gelişme değildir. Türk müziğii 18. 20. asırlar arasında gelişmiş ve değişmiştir dedik. Fakat Türk müziği yerine İngiliz, Fransız veya tümüyle Batı müziğini koyma çabaları geliştirme değildir. Tasfiyedir; yok etmedir ve Türk Milliyetçiliği’ne aykırıdır. Gelişme, unsurların kendi içinden olur. Darbeyle değil evrimle olur, tekâmülle olur. Türk Milliyetçiliği inkılâpçıdır, tekâmülcüdür, gelişmecidir fakat ihtilâlci değildir. Fikir hayatımızın bugünkü fakirliğinde kendilerine solcu diyen bazı kafalar bu kelimeler arasındaki mânâ farkını anlamaktan âcizdirler ve en küçük değişmeden en büyük alaboraya kadar bütün kavram yelpazesine devrim adını verdikleri için kendilerine bu gerçekleri anlattığımızda şaşkın şaşkın ülkücülerin yüzüne bakar, kafaları karışınca da popüler küfür olan “faşist!”i savurup geçerler.
Sol beyinlerin en az gelişmişlerine, biraz daha gelişmişlerinin soktuğu ikinci bir yanlış kelime de muhafazakâr karşılığı olarak, tutucu, lâfıdır. Bu kastî cinayet, muhafazakârlığın içindeki gelişmecilik kavramını gizlemeğe, muhafazaya fosilleştirme anlamını vermeğe yöneliktir.
Türk Milliyetçiliği Fikir Sisteml’nin gaye tarifinde saklı ikinci bir husus, Türk Milleti’nin güçlenmesi, dünyada maddî, mânevî her sahada en güçlü yapılması hedefidir. Edebî beka’da bu anlam gizlidir; çünkü, milletler mücadelesinin en şiddetli şekliyle süregeldiği dünyamızda beka, güçlülükle; ebedî beka da en güçlülükle eş anlamlıdır. Atatürk’ün, Türk Milletini “Muasır medeniyet seviyesinin üstüne” çıkartma dileği, Milliyetçi Hareketin ‘Çağlar üstünden atlayarak’, güçlü Türkiye’yi kurma hedefi hep bu gerçeğin değişik ifadeleridir. O halde, dünya durumunu göz önüne aldığımızda, Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin gayesini ‘Türk Mîlleti’ni en güçlü kılmak’ şeklinde koymak da birinci gaye ifadesine eşdeğerdir. Bu konuya, cemiyet birimlerinin tarih içindeki gelişmesini inceleyeceğimiz bölümde tekrar döneceğiz.
Genel olarak milletin, özel olarak da Türk Milleti’nin bir siyasî kavramdan ibaret olmadığını gördük. Siyasî müşterek, yani tâbîyet, milletin bağlayıcı gücünü sağlayan unsurlardan sadece biridir. Fakat siyasî birlik olmasa da millet yaşar. Aksi takdirde işgal altına girdiği veya coğrafya bakımından dağıldığı (Yahudiler’de olduğu gibi) andan itibaren milletin yok olması gerekirdi. Bu saçma anlayışı bir an için doğru kabul edersek, Millî Mücadele sırasında işgal altında kalan bölgelerimizde Türk Milleti’nin işgal tarihinden itibaren ortadan kalktığını kabullenmemiz gerekir. Daha yakın bir misal Kıbrıs’tır. Milleti siyasî bir kavramdan ibaret sayarsak Kıbrıs’da Türk yoktur ve ordumuz orada boşuna kan dökmüştür. Yok, eğer millet siyasî kavramın ötesinde bir vakıa ise, Türk Milleti’ni tarif eden değerlere sahip her insanı Türk saymağa ve dolayısıyla Turancı olmağa mecburuz. Turancılık aslında Türk Milllyetçiliği’nin, ayrıca belirtilmeğe bile lüzum göstermeyen ayrılmaz bir parçasıdır. Urfalı ile Kerküklü, Karslı ile Bakülü arasındaki fark meselâ Urfalı veya Karslı ile İstanbullu arasındaki farktan az oldukça, Azerî’nin veya Kerküklünün Türk olmadığını iddia etmek saçmadır. Türk Milleti’ni bugünkü Türkiye sınırları içinde kalanlardan ibaret saymak isteyenlerin kendilerine yeni bir Türk Milleti bulmaları gerekiyor. Türk Milliyetçiliği’nin bütün Türkleri kapsadığını söylemek aslında insan kelimesi bütün insanları kapsar demek kadar gereksizdir. Fakat yabancı fikir taarruzlarının Türkiyeli aydının kafasında yarattığı tahribat bazan iki kere ikinin dört ettiğinin bile izahını gerektiriyor.
İşgal altındaki kafaların Turancılık konusunda giriştiği bir başka erken bunama gösterisi, »Bu halimizle Rusya’ya harp mı açacağız?», «Önce Türkiye’yi düşünmemiz gerekir…» cinsinden çıkışlarıdır. Daha önce de söylediğimiz gibi bu tipler, bu gibi çıkışlarla, aptallığın en önemli belirtisi olan «Kendini çok akıllı, başkalarını çok aptal sanma» ârâzının un şiddetli şeklini göstermektedirler. Onlara göre sayıları milyona varan Türk Milliyetçileri Rusya’ya harb ilân etme veya Türkiye’den önce Turan’a yönelme peşindedirler. Bunlara bir ata sözü ile cevap verelim: «Ülküler gökteki yıldızlara benzer. Yıldızlara belki erişilemez ama onlara bakarak yön tayin ederiz.»
Turancılık konusuna son vermeden ülkücülerin bile sık yaptıkları bir hataya ternas edelim: Türkiye dışındaki Türkler bizim ırkdaşlarımız değil milletdaşlarımızdır. Onlarla soy müşterekliğimiz yok mu? Evet, var. Fakat iki insan veya insan topluluğu arasındaki bağ ifade edilirken en yakın ilgi belirtilir. Meselâ kardeşimize «dedemin torunu» değil, «kardeş» deriz. Gerçi kardeşimiz aynı zamanda dedemizin torunudur ama akrabalık belirtirken bu bağı kullanmak saçma olur. Soy da bir bağdır. Fakat millet soydan daha yakın bir bağdır ve Türk Milleti soy müşterekliğini zaten içinde taşır. İngilizlerle Almanlar ırkdaş olabilir ama Azerî, Özbek ve Türkiye’li ırkdaşın da ötesindedir; milletdaşdır. Türk Milleti için ‘rkdaş’, milletdaşlarımız için değil, meselâ Macarlar için kullanılabilir.
Bir taraftan ebedî beka kavramı, diğer taraftan milletin fertlerle değil, müşterek unsurlarla tarifi bizi ‘milletin zaman boyutu’ mefhumuna götürür. Sosyolojide cemiyet, tek tek fertlerin aritmetik toplamı olmadığı gibi millet de tarihin herhangi bir ânında yaşayan milletdaşların aritmetik toplamının ötesinde ve üstündedir. Sosyalistler, sosyolojinin bu temel ilkesini iyi kavrayamadıkları için, ferdî menfaatların tatmini ile milletin de tatmin olacağım, hattâ, sadece menfaat birliğinin milli birlikten güçlü çıkarak meselâ ‘dünya proleteryası’nın birleşeceğini sanırlar. Millet, ‘fertlerin aritmetik toplamı’nı bir yandan sosyolojik anlamda aşarken diğer taraftan da zaman boyutunda aşar. Millet fertlerin toplamı olmadığı gibi millî hayat da fertlerin hayatıyla sınırlı değildir. Sadece menfaata, yalnız ferdi çıkarlara dayanan idealler ölümle son bulacağı için, menfaat uğıuna ölmek akıl dışıdır. Fakat aile, millet gibi zaman boyutu olan birimler için gereğinde ölüm bile göze alınır; alınmıştır. Zaman boyutu, millet mensuplarının gelecek nesiller için fedakârlık yapabilmelerini, bir insan ömrünü aşan uzun vadeli hedeflere yönelebilmelerini sağlar. Materyalist izm’lere (sosyalizm de kapitalizm de) nazaran milliyetçiliğin bir üstünlüğü bu noktadadır. “Ülkücülük” kelimesinin ikinci anlamı budur. Milliyetçiliğe yabancı kafalar bir iki sene, en çok hayatlarının sonuna kadarki zaman parçasını düşünebilirler. Milliyetçi kendini her zaman ezelden ebede yürüyen bir akışın içinde hisseder. Tabiî bir tarih şuuruna sahiptir. Kısa vadeli taktik plânları vardır ama aslında ömürler, nesiller ötesine uzanan stratejik hedeflere yönelmiştir. Ülküler, fertlerin ömürleriyle kısıtlı olmayan millî hedeflerdir.
2 Yorum