Yükleniyor...
Bu çalışma, Türkçülüğün modernleşme süreci içerisindeki ideolojik konumlanışını; Siyonizm, İslamcılık ve Kürtçülük gibi bölgesel ve transnasyonal aktörlerin ürettiği jeopolitik, demografik ve ideolojik meydan okumalar bağlamında inceleyen karşılaştırmalı bir analiz sunmayı amaçlamaktadır. Çalışma, söz konusu akımların tarihsel süreklilik ve kopuş noktalarını; ulus-inşa pratikleri, aksiyoner ideolojik mobilizasyon, Siyonist “çevre doktrini” kaynaklı jeopolitik projeksiyonlar ve bölgesel mikro-milliyetçilik dinamikleri üzerinden çözümlemektedir. Bu bağlamda çalışma, Türk milliyetçiliğinin dönüşümünü yalnızca tarihsel bir sekans olarak değil, aynı zamanda çok katmanlı bir yapısal etkileşim alanı olarak ele almakta; ideolojilerin birbirlerini karşılıklı olarak nasıl yeniden kurduklarını, hangi güç ilişkileri tarafından sınırlandıklarını ve güncel konjonktürde nasıl yeniden ölçeklendiklerini sosyal bilimler kuramlarının analitik araçlarıyla değerlendirmektedir. Aynı zamanda Türkçülüğün neden yeniden bir yükseliş momenti yakaladığını ve bu yükselişin hangi fırsatlar, hangi sorumluluklar ve hangi tehlikelerle birlikte geldiğini berrak bir şekilde ortaya koymayı amaçlamaktadır.
Türkçülük, Türk milletinin 19. yüzyılda ürettiği modern düşünce sistemlerinden birisidir. Ortaya çıktığı andaki önceliği, Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde Türklerin yoğun bir şekilde yaşadığı vatan topraklarını bir arada tutmak ve işgal altındaki Türk beldelerinin bağımsızlığını sağlamaktı. Uzak ülküsü ise Türk kültürünü yaşatmak ve geliştirmenin yanında, bağımsızlığı sağlanan Türk yurtlarının mütecanis bir kültür havzası oluşturacak şekilde birleştirilmesidir. Türkçülüğün bu uzak hedefine, alan yazında “Turancılık” adı verilse de Türk Dünyası’ndaki Turancılık anlayışı, Türkçülüğün bir aşamasından ibarettir.
Türkçülük; revizyonist, devrimci, irredantist ve aksiyoner bir fikir hareketidir. Statükonun muhafazasını ve muhafazakârlığını yapan bir savunma hareketi değildir. Revizyonist yapısının, en güzel fiilî örneğini 20. yüzyılın başında üç Türk devletinin kuruluşunda sergilemiştir. Türkçülük, ücra coğrafyaların birkaç on yıllık diktatörlüklerini değil; eski dünyanın merkezindeki, artık işlemez hâle gelen altı asırlık saltanatı ortadan kaldırmış, yerine demokratik millî devleti tesis etmiş devrimci bir harekettir. Aynı zamanda Hatay, Musul ve Kıbrıs örneklerinde olduğu gibi kayıp vatanların kurtarılmasında askerî tedbirleri işe koşabilecek kadar irredantist bir harekettir.
Türkçülüğün bu özgün hâli, Türk düşmanları için tehlikelidir. Özellikle de yakın coğrafyamızda revizyonist hareketlere yeltenen; Siyonizm, Megali İdea, Enosis, Büyük (Birleşik) Ermenistan, Pan-Arabizm, İslamcılık ve Kürtçülük gibi ülküler ve ideolojiler için hedeflerinin önündeki büyük engellerden birisidir. Türkçülük son bir asırda, bunlardan aksiyoner hareketlere girişen; Yunanlıların Megali İdea ve Enosis ülküleri ile Ermenilerin Büyük Ermenistan ülkülerini, siyasi ve demografik sonuçları olacak şekilde ağır bir yenilgiye uğratmıştır. Düşük yoğunluklu çatışmayı tercih eden diğerleriyle mücadelesi devam etmektedir. Bu mücadele, ana hatları ve kırılım noktaları ile aşağıda ele alınmıştır.
İlk ciddi çarpışmalar, Jön Türk Devrimi’nin (1908) ardından İttihat ve Terakki nezdinde Türkçü hareketin siyasi kazanımlar elde etmesinden sonra gerçekleşmiştir. Bu noktada, Hemavend İsyanı (1908-1910) ve 31 Mart Ayaklanması (1909), İslamcı ve Saltanatçı cephenin ilk tepkileri olmuştur. İttihatçılar tarafından bastırılan bu isyanlardan sonra, Halaskar Zabitan (Kurtarıcı Subaylar) denilen bir oluşum karşı devrimci harekete girişse de başarısız olmuştur. Bahsi geçen bu mücadelelerde temel odak noktası Türkçülük-İslamcılıktan ziyade meselenin devrimci yönüne işaret eden saltanat-meşrutiyet davası olmuştur.
Türkçü hareketin karşılaştığı bir diğer sorun ise Kürtçülük motivasyonuyla gerçekleştirilen isyanlar şeklinde ortaya çıkmıştır. Kürtçülük, etnik kimliği esas alan ve Kürtler üzerinden ayrı bir ulusal kimlik inşa etmeyi hedefleyen bir ideolojidir. Azınlık ırkçılığına dayalı bir bakış açısını benimseyen bu hareket, çoğu zaman sol literatür, anti-emperyalist söylem ve özgürlükçü kavramlarla süslenmiş olsa da, özünde etnik temelli bir ayrışma ve bölücülük anlayışını barındırır. Takınmaya çalıştığı bu sıfatlara rağmen, Ortadoğu’da ajandaları olan emperyalist ve Siyonist güçlerin taşeronluğuna girişmiş bir hâl içerisindedir. Kürtçülük, bireysel kimlik haklarını savunmanın ötesine geçerek, Siyonizm’in “çevre doktrini” kapsamında mevcut ulusal bütünlüğü hedef alan jeopolitik bir yönelim hâline gelmiştir. Ancak bütün Kürtlerin benimsediği, onların tamamını temsil eden bir ideoloji olarak düşünülmemelidir.
Kürtçülüğün, Siyonizm’in bir kolu hâline gelmesi uzun bir tarihî sürecin sonucunda gerçekleşmiştir. Kürt isyanları, Türk tarihi açısından yeni bir olgu değildir. Bazı Kürt grupları 1828-1829 Savaşı, Kırım Savaşı ve 93 Harbi’nde (1877-78) Rus ordusuna doğrudan katılım sağlayarak Türk ordusuna karşı savaşmışlardı, bazıları da cephe gerisinde isyan çıkararak savunma cephesinde zafiyet oluşmasına sebep olmuşlardı (örn. Botan İsyanı). Kürt milliyetçiliği ile ilgili çalışmaları ile bilinen Jwaideh, Türk-Rus savaşlarında Rus ordusunun kazandığı başarıların Kürtler üzerinde olumlu izlenimler yarattığını; “Dersimli” Alevi Kürtlerin, “Rusların Hz. Ali’nin kılıcı Zülfikar ile savaştığı” yönündeki söylemlerini aktarmaktadır. Bazı Kürt aşiret ve gruplarının, Türklere karşı giriştikleri bu hareketlerin birçoğu yağma ve talana dayalı, ideolojik arka plandan yoksun hareketler olsalar da büyük kalkışmalar genelde bu gruba dâhil edilemez. Örneğin Şeyh Ubeydullah’ın 93 Harbi sonrasında giriştiği hareket, bağımsız birleşik bir Kürdistan fikri üzerine motive edilmiş erken dönem bir isyan örneğidir. Birden fazla sayıda Britanya konsolosu bu durumu yansıtan açıklamalar yapmışlardır. Şeyh Ubeydullah, 19. yüzyıl gibi erken bir tarihte, Türklere karşı ayaklanmasında Avrupa’dan destek talep eden ilk Kürt isyancı lideridir. Sonraki yıllarda gerçekleşen terör hareketlerinde de bu durum bir gelenek hâlini almış; terör grupları, Anadolu ve Ortadoğu’yu siyaseten parçalama ve sömürme ideali güden Batılı emperyalist devletlerin piyonu olma konusunda tutarlı bir yaklaşım sergilemişlerdir.
Tablo-1’de başlıca Kürt isyan hareketleri; yılları, liderleri ve ideolojik özellikleri ile birlikte sunulmuştur.
Tablo-1: Kürt isyanları
Tabloda görülen ilk üç isyan, bölgeselci feodalizm ve özerklik temelli isyanlar olup milliyetçilik motivasyonundan yoksundur. Bu isyanlardan sonra Osmanlı Devleti, feodal örgütlenme gösteren yapıları ortadan kaldırmıştır. Bu durum birkaç on yıl boyunca büyük isyan girişimlerinin görülmesinin önüne geçmiştir. Ancak bu süreçten sonra başlayan ve Şeyh Ubeydullah’ın idare ettiği dördüncü isyan, Kürt-İslam düşüncesiyle hareket edilen milliyetçi bir nitelik taşımaktaydı. Bundan sonraki isyanların çoğunda, kitle mobilizasyonu için dinî meşruiyetin araç olarak kullanıldığı Kürt-İslam motivasyonuyla hareket edilmiştir.
Listede sunulan isyanlar kadar büyük olmayan başka isyan hareketleri de mevcuttur. Örneğin, Türk ordusu, Birinci Dünya Savaşı’nda Rus işgaline karşı direnirken de bazı Kürt aşiretlerinin oluşturduğu terör grupları işgalcilerle işbirliği içerisinde cephe gerisinde ve hattında karışıklıklar çıkararak Mazgirt, Akpazar ve Nazımiye gibi yerleşim yerlerini işgal ve tahrip etme faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Ordu, başlattığı karşı harekât sonucunda teröristleri etkisiz hâle getirmiş ve isyanlara karışan aşiretleri tehcir etmiştir. 1917 yılında Ruslar karşısında zor durumda bulunan ordu, bazı noktalarda yenilgiler almış ve bu durum teröristlerin tekrar harekete geçmesine sebep olmuştur. Esir düşen Türk askerlerinin yürüyüş kolları bu teröristler tarafından hedef alınmış ve silahsız askerler katledilmiştir.
Silah desteğini büyük ölçüde Rusya ve İtilaf devletlerinden alan isyancılar, Rusya’nın savaştan çekilmesinden sonra etkinliklerini yitirmişlerdir. Ancak bu durum uzun sürmemiş, Anadolu İtilaf devletleri tarafından işgal edilmeye başlayınca Kürtçü gruplar tekrar harekete geçerek yağma faaliyetlerine girişmişlerdir. Onlarla eş zamanlı olarak İslamcı-Saltanatçı gruplar da Türkçü oluşumlara saldırılar gerçekleştirmiştir. Bu isyanlar, Türk ordusu ve Türkçü hareketin yeni siyasi oluşumu olan TBMM tarafından ortadan kaldırılmıştır. Bir yanda işgal güçleriyle mücadele edilirken, diğer yanda onlara karşı olandan daha şiddetli bir savaş iç düşmanlara karşı verilmiştir.
İstiklal Harbimizde Yunanlılara, İngilizlere, Fransızlara ve Ermenilere odaklanıldığında, esas olan kaçırılmaktadır. Esas olan şudur: İstiklal Harbi, aynı zamanda çok şiddetli bir iç savaşa sahne olmuştur. Evet, işgalci yabancı kuvvetler vardır ve onlarla çok şiddetli çarpışmalar yaşanmıştır. Ama en az onlar kadar şiddetli şekilde bir iç savaş gerçekleştirilmiştir. Hatta iç savaşın artçıları 1930’lara kadar devam etmiştir.
Bu iç savaşın bir tarafında Saltanatçı-İslamcı cephe, bir tarafında Kürtçü cephe, onların karşısında ise hepsiyle mücadele eden Türkçü cephe vardır. Türkçüler ve İslamcıların işgalcilere karşı mücadelede birlikte hareket ettikleri örnekler de çoktur. Dönemin tüm İslamcılarını homojen bir yapı olarak düşünmek yanlış olur. İstiklal Harbi’ni kazanan kadro, büyük bir alicenaplıkla, ulus yaratıcısı refleksleriyle zaferi tüm millete mal etse de gerçek öyle değildir. Savaşı azınlıktaki Türkçü cephe kazanmış, halkın çoğundan da (yabancı istilasına karşı dahi) destek görememiştir. Bugün “hep birlikte savaştık, devleti hep birlikte kurduk” diyerek Türkiye Cumhuriyeti’nden paye kapıp onun üniter yapısına karşı ajanda yürütmeye çalışanların önemli bir kısmı, İstiklal Harbi esnasında cereyan eden iç savaşın karşı cephesinde yer alan odakların ideolojik halefleridir.
Şeyh Sait isyanından sonra 1927 yılında toplanan sözde “Kürt Ulusal Kongresi” neticesinde, Türkiye’de faaliyet gösteren “Kürt Teali Cemiyeti”, “Kürt Teşkilat-ı İçtimaiye Cemiyeti” ve “Kürt Millet Fırkası” gibi Kürtçü örgütler, “Hoybun” (bağımsızlık) adı verilen bir çatı altında birleştirilmiş ve tek bir örgüte dönüştürülmüştür. Hoybun örgütü tarafından çıkarılan Ağrı Dağı İsyanı, Seküler Kürtçü bir ideolojiyle hareket eden bölücüler tarafından tertiplenmiştir. Bölgeselci ve farklı bir dinsel motivasyon (alevi) taşıyan “Dersim isyanı” sayılmazsa, bundan sonra ciddi bir Kürt-İslam hareketi görülmemiş ve Kürtçülük seküler bir formda sürdürülmeye çalışılmıştır. Ancak Ağrı Dağı İsyanı’ndan sonra Türkiye tarafından alınan proaktif önlemler, Kürtçü motivasyonla hareket eden isyancıları ve aşiretleri etkisiz hale getirmiş ve Türkiye içerisinde bir daha bu boyutta bir hareket görülmemiştir. Ancak sınırların ötesinde Türkmeneli’nde ve Güney Azerbaycan’da girişimler devam etmiştir.
Türkiye’de 1980’lerden itibaren kendisini göstermeye başlayan yeni terör hareketi ise bölgeselci Seküler Kürtçülüğü, Marksizm-Leninizm, Maoculuk vb. sol ideolojilerle sentezlemiştir. Bu ideolojik atıflara rağmen Siyonist ve Emperyalist ülkelerle ciddi işbirliklerine girişmiş ve hatta Körfez Savaşları, Suriye İç Savaşı vb. örneklerde görüldüğü gibi bu güçlerin taşeronluğunu dahi yapmıştır ve yapmaktadır. Kürtçü örgütler, Irak’ın ABD tarafından işgali ve Suriye iç savaşıyla birlikte “post-ideolojik” denilebilecek bir aşamaya geçmiştir. Bu aşamada kendi başına devlet kurma idealini rafa kaldırmış ve Siyonist-Emperyalist güçlerin Ortadoğu’daki askerliğine soyunarak onların jeopolitik dizaynında pragmatist bir yaklaşımla yer kapma arayışına girişmiştir.
Kısacası yukarıda sayılan Kürt hareketlerinin tek ortak yanı “bölgeselci” ideoloji olmaları iken, zaman içerisinde; feodalizmden, Kürt-İslam ideolojisine, Seküler Kürtçülüğe ve son olarak Marksist-Leninist Seküler Kürtçü bir terör hareketine dönüşmüştür. Son formunun, terör yapılanması olarak faaliyet göstermesi ve post-ideolojik bir yaklaşımla Uluslararası Siyonizm’in “çevre doktrini” kapsamındaki bir aparat hâline gelmesi, onu bölge ülkeleri açısından meşru bir hedefe dönüştürmektedir. Bu sebeple mevcut Kürtçü yapılarla mücadelede, meselenin Siyonizm boyutu özellikle ön plana çıkarılmalı; bölgeselci bölücülüğün sol ideolojilerin kavramlarını kullanarak üretmeye çalıştığı “meşruiyet” propagandası bu suretle hedef alınmalıdır. Zira Kürtçü hareket kendi ideolojik savaşımını bırakmış ve Siyonist jeopolitiğin bir parçası olmayı seçmiştir. Daha önceki aşamalarda da (Feodalizm, Kürt-İslam, Seküler Kürtçülük) birçok kez dış destek arayışına girişmiş olsa da tarihin hiçbir döneminde şimdiki pozisyonuna düşmemiştir. Bu durum Kürtçülük ile mücadelede, diğer ideolojilerin ve güç odaklarının elini kolaylaştıran güçlü bir argüman sağlamakta, Ortadoğu’nun muhtelif bölgelerinde yaşayan Kürtler açısından ideolojik meşruiyet sorunu yaratmaktadır.
Siyonizm ve onun bir kolu hâline gelen Kürtçülük ile günümüzdeki mücadeleyi daha iyi anlayabilmek için Türkçülüğün yakın tarihteki önemli kırılım noktalarına kısa bir dönüş yapmak gerekmektedir. Daha sonra konuyu tekrar Siyonizm ve Kürtçülük ile olan mücadeleye getireceğiz.
Bir asır öncesine dönecek olursak; İstiklal Harbi’ni kazanan ulus yaratıcısı kadro, bir millî hareketin sahip olması gereken tüm enstrümanlarla (yaygın okur-yazarlık, okul eğitimi, ortak ulusal pazar ve yaygın kitle iletişimi) işe girişerek Türkçü devrimi başlattıklarında Türk halkının azımsanamayacak bir kesiminden destek ve karşılık bulmuşlardır. Ancak toplumun büyük kesimine, zaman darlığı ve sosyo-ekonomik koşullardan dolayı ulaşılamamıştır.
Mustafa Kemal Atatürk yaşadığı müddetçe, devrim başarılı bir şekilde gerçekleştirilmeye devam etmiştir. Onun vefatından sonra ise önce hızı azalmış, sonrasında ise durup, gerilemeye başlamıştır. Bu gerileme, mücadeleden bağımsız bir gerileme değildir; mevzi kaybetme şeklinde gerçekleşen bir gerilemedir. İslamcılığa ve Kürtçülüğe karşı kaybedilmiş mevziler vardır. Kayıpları telafi edebilmek için öncelikle bunu açık yüreklilikle ve açık sözlülükle kabul etmek gerekir.
İstiklal Harbi’nde yer yer çatışılan İslamcılık, 20. yüzyılın ikinci yarısında yeniden güç kazanmaya başlamıştır. Türkçü inkılapların zamansal dikey boyuttaki hızı, mekânsal yatay eksende aynı başarıyı sergileyememiştir. Gerçekleştiği süre, sosyo-ekonomik koşullar ve dönüşümün hedeflendiği büyük coğrafya göz önünde bulundurulursa, bu durum normal karşılanabilir. Bu sonucun üzerinde, İslamcılığın, dini siyasete alet etme ve İslam dinini kullanma konusunda sahip olduğu avantajlar da etkili olmuştur. Ancak esas sebep; ABD’nin, Sovyetlerin güneyinde oluşturmaya çalıştığı “Yeşil Kuşak” stratejisiyle İslamcılık siyasetini bütün Ortadoğu’da ihya etmiş olmasıdır.
Türk sosyal ve kültürel hayatının her hücresine yerleşmek için bin yıl gibi bir zamana sahip olan İslam dini, Türk milletinin kuşkusuz temel karakteristiklerinden birisidir. Ancak İslamcılık, İslam dini demek değildir. İslamcılık, İslam dinini siyasetin merkezine alıp kullanan, Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkmış, tıpkı Türkçülük gibi modern bir ideolojidir. Temel hedefi, Müslüman toplulukların kozmopolit karışımından meydana gelen ümmete dayalı bir millet sistemini ve hilafeti tesis etmektir. Kürtçü ideolojinin tüm Kürtler tarafından benimsenmediği gibi İslamcılık da tüm Müslümanların benimsediği, onların tamamını temsil eden bir ideoloji olarak düşünülmemelidir. Ancak İslam dininin, Türk kimliği üzerindeki etkinliği dikkate alındığında, dini ajitasyonu kullanan bu ideolojinin diğer ideolojilerle mücadelesinde bir avantaja sahip olduğu söylenebilir.
Türkçü devrimin kendisini gerçekleştiremediği, toplumun büyük kısmının din asabiyetinde bulunduğu bir ortamda, demokrasi ve halk egemenliği, İslamcılığın tekrar yükselişinde ana meşru araçlardan birisi olmuştur. İslamcı söylemin, siyaset sahasındaki propaganda gücü ve elde ettiği başarı, Türkçü siyasi kadroların da bu retoriğe meyletmesine sebep olmuştur. Her ne kadar Türkçülükte, Türk etnogenezinin özelliklerinden dolayı doğal bir İslam damarı olsa da bu yeni girişim, Türkçülük içerisinde Türk-İslam Sentezi denilen ve Sovyet yayılmacılığına karşı bir set işlevi gören, ABD raporlarında “yeni(neo)-milliyetçilik” olarak adlandırılan bir ideolojik yaklaşımı başat hale getirmiştir. Aksiyoner ve revizyonist Türkçü hareket bu noktada ayrışmış, bir kolu yayılmacı komünist rejime karşı statükonun muhafazasına soyunan ve muhafazakârlıkla kol kola giren bir anlayışa dönüşmüştür. Bu dönüşümde, Türk-İslam ideolojisinin karizmatik liderlerinin nesil değişimiyle tarih sahnesinden çekilmesinin de etkisi olmuştur. Bu parçalanma Türkçü kadroların bir süredir etkinliğini yitirdiği, İslamcılığın ise yükselişte olduğu bir döneme denk gelmiştir. Bu süreçte, mevzisini kaybetmiş olan Türkçü hareket yerine, İslamcı ve Türk-İslamcı hareket boşluğu dolduracak şekilde güç kazanmış ve çoğunluğu muhafazakâr olan Türk halkından teveccüh görmüştür. Siyasetteki temsilini kaybeden Türkçü ideoloji, zamanla bürokrasiden de silinmiş ve bununla birlikte kitlelere ulaşma kabiliyetini de büyük ölçüde yitirmiştir. Türk milliyetçiliği, bu andan sonra yekpare Türk-İslamcı bir ideoloji olarak algılanmaya başlanmıştır ve hala da büyük kitleler tarafından yanlış bir şekilde böyle algılanmaktadır.
Bu süreçte Türkçülük, intelijansiya içerisinde dar bir entelektüel çevrede yol almaya çalışmıştır. Bugün tabloya baktığımızda görünen şudur: İslamcı ve Kürtçü hareketlerin tarihi hızlandırma gayretlerinin yarattığı tahrik sayesinde, Türkçü hareket yeniden dirilebileceği bir ortam bulmuştur. Bu durum üzerinde; Türk-İslam ideolojisinin, her ne kadar Kürtçü, Marksist ve bölücü hareketlere karşı güçlü bir duruş imkânı sağlasa da sığınmacılar meselesi, İslam dünyası ve Arap kültürü gibi konularda İslamcı söyleme karşı savunmasız bir yapıda olduğunu göstermesi etkili olmuştur. Bu durumlar, Türk milletinin Türkçülük ile yeniden buluşmasına vesile olmaya başlamıştır. Ancak Türkçü ideolojik üretim ve örgütlenmenin, yukarıda bahsedilen süreçte büyük ölçüde ortadan kalkmış olması, kitleselleşme açısından sorun yaratmaya devam etmektedir. Buna rağmen, Türk-İslamcı anlayışın, asırlık mücadelede karşı cephelerde bulunduğu İslamcılığın jargonu ve hareketleri karşısındaki savunmasız durumu aşikâr bir şekilde ortaya çıkmış haldedir. Bu durum, özellikle kentli ve iyi eğitimli yeni nesillerin, İslamcı vurguları öne çıkarmak için özel bir çaba sarf etmeyen Türkçülük ile (bir zamanlar onun içinden doğan) Türk-İslam Sentezi arasındaki benzerlik ve farklılıkları idrak etmesini kolaylaştırmaktadır.
Günümüzde, iyi eğitim almış, kendisini yetiştirmiş gençler konusunda Türkçülük, Türkiye’deki diğer tüm fikir akımlarından daha iyi kadrolara sahiptir. Bu gençler, diğer ideolojilere mensup çağdaşlarına göre entelektüel açıdan açık ara ilerideler. Türk tarihinde bu fark ilk kez bu dönemde bu kadar açılmış görünüyor. Sağ-sol literatürlere hâkimler, yabancı diller biliyorlar, farklı kültürleri ve ideolojileri tanıyorlar, hiçbir konuda bağnaz değiller, çok büyük çoğunluğu Müslüman olup Kur’an’ın yanında İncil’i, Tevrat’ı ve diğer kutsal metinleri de biliyorlar, okuyorlar. Bu gençlerin çoğu, ülkedeki yaygın vasatlık kültürü ve liyakatsizlik yüzünden, potansiyellerini ülke için kullanamıyorlar ve çoğu boşta bekliyorlar. Kendilerine karşı yapıldığını düşündükleri her haksızlıkta “su verilmiş çelik” misali biraz daha sertleşip keskinleşiyorlar.
İslamcılığa gelecek olursak, tarihi hızlandırma girişimi (düşük şiddetli devrimin ivmesini arttırması) sebebiyle, elde ettiği kazanımları bir çırpıda yitirebileceğini söyleyebiliriz. Tarihi hızlandırma girişimine hiç girişmese belki birkaç on yıl sonra başarılı olacağı söylenebilirdi, ancak bugün bu hareketten vazgeçmesi durumunda dahi düşük şiddetli karşı devrimini başarıya ulaştırma şansını büyük ölçüde yitirmiş durumdadır. Entelektüel zeminden yoksun popülist uygulamaları, yalnızca kendi çıkarları için hareket eden faydacı tiplerin kadroları doldurması, tarihi hızlandıran enternasyonal sığınmacı yaklaşımı ve intelijansiyasız bir hareket oluşu, İslamcılığın en büyük dezavantajlarıdır. İslamcılığın ideolojisini kitleselleştirme konusunda, din asabiyetindeki toplumun özelliğinden kaynaklanan zahmetsiz başarısı, onun intelijansiyasız bir hareket olarak devam etmesinin en büyük sebebidir. Yani güçlü silahı, aynı zamanda uzun vadede kendi geleceğine de zarar vermiştir.
Kürtçü-bölücü hareket de entelektüel zeminden ve tabandan yoksun, tepkiselliğe ve “mağdur edebiyatı” temelli ajitasyona dayalı anakronik bir oluşum olarak dikkat çekmektedir. Onlarca yıl önce yenilmiş enternasyonal bir ideolojiyi, Kürt milliyetçiliği ve ırkçılığı ile mezcederek; mensubu olduğu ideolojiyi yenen (emperyalist) güçlerin kanatları altına girmiş kimerik bir kompozisyon sergilemektedir. Kürtçüler Türkiye, Suriye, Irak ve İran’dan koparılması hedeflenen bir coğrafya üzerinde Kürt devleti kurma düşünceleri sebebiyle, Emperyalist ve Siyonist güçler tarafından kendi orta vadeli hedefleri için kollanmaktadırlar. Hareket, bu kalkanın ortadan kalktığı senaryoda, faaliyet yürüttüğü coğrafyada barınamayacak dini ve ideolojik referanslara sahiptir. 16. yüzyılda Osmanlı-Safevi savaşları sırasında İran’dan; 20. yüzyılda ise Irak’tan Güneydoğu Anadolu’ya aldığı demografik takviyeyle Türkiye’de bugünkü varlığını sürdürmektedir. Ancak hitap etmek istediği kitlenin büyük kısmı, Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı; bir kısmı milliyet, büyük çoğunluğu ise din ve aşiret asabiyetine sahip insanlardır. Buna rağmen, İslamcılığa karşı olduğu gibi, Türkçülüğün, Kürtçülük karşısında kaybettiği önemli bir mevzi vardır. İran ve Irak’tan farklı dönemlerde Güneydoğu Anadolu’ya gerçekleşen Kürt göçleri bölgenin jeodemografisini büyük ölçüde etkilemiştir. Bu durum üzerinde bölgedeki Türklerin bir kısmının, batıdaki illere göç etmesinin de etkisi olmuştur. Bununla birlikte, Türkiye’nin diğer bölgelerinde yaşayan vatandaşların büyük bir kısmının; Doğu ve Güneydoğu Anadolu Türk kültür havzasının tüm kültürel kodlarını (şive ve ağız farklılıkları, halk oyunları, gelenek-görenek vb.) bölücü bölgeselci bir yaklaşımla Kürtlüğe atfetmesi bölücüler için ciddi bir kazanım, Türklük için ise ciddi bir kayıptır.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun tarihi jeodemografisi hakkındaki bilgiler, Türkçü intelijansiya tarafından yeteri kadar irdelenmemiş ve kitleselleştiril(e)memiştir. Günümüzde Türk toplumunun önemli bir kısmı, Kürtçü çevrelerin yaydığı; Türklerin Anadolu’ya geldikleri esnada Kürtlerin hâlihazırda bu topraklarda yaşıyor olduğu iddiasını benimsemiştir. Oysa 11. ve 12. yüzyıllarda gerçekleşen büyük Oğuz göçü sırasında Hakkâri ve yakın çevresi hariç Kürt nüfusa rastlanmazken; Zagros ve çevresinde kümeli, sonradan Kürt olarak isimlendirilecek aşiretler de Türklerin açtığı yoldan; bir kısmı Türklerle eş zamanlı olarak 11. ve 12. yüzyıllarda, ancak çoğunluğu 16. yüzyılda Alevi Türkmenler ve Sünni Kürtlerin mübadelesi sırasında Doğu Anadolu’ya girmiştir. Anna Komnena gibi ünlü bir Bizanslı müellif tarafından 11. ve 12. yüzyıl tarihini anlatmak üzere yazılan Alexiad adlı eserde, Bizans tebaaları zikredilirken Kürtlerin ismi sayılmamakta, hatta Kürt ismi kitabın hiçbir bölümünde geçmemektedir. Dolayısıyla bugün kamuoyunda, Kürtler Anadolu’nun otokton halkıymış gibi yanlış bir ön kabul oluşması Siyonist destekli Kürtçü propagandanın başarısı olarak değerlendirilebilir. Ermeni tehciri sırasında Kürtlerin rolü ve tehcir sonrası ekonomik ve demografik şekillenmenin göz ardı edilmesi bugünkü manzaranın anlaşılmasını güçleştirmektedir. Burada bölgeselci ideoloji konusunda kamuoyu açısından bir kayıp söz konusudur. Ancak telafisi imkânsız değildir.
Kürtçü-bölücü hareketin ortadan kaldırılışı, kendilerini himaye eden uluslararası güçlerin, kendi sorunlarına eğilmek zorunda kalacakları büyük kargaşa döneminde gerçekleşebilir. Tıpkı Doğu Anadolu’da Ermeni terörünü muhafaza eden güçlerin, Birinci Dünya Savaşı’nda kendi telaşlarına düşmeleriyle Ermeni terörünün kalıcı olarak ortadan kaldırılmış olması gibi… Uluslararası aktörler, o güne hazırlık olarak mevcudu yüz bini bulan bir terörist ordusunu güney sınırımızda donatmış durumdadır. Zira uluslararası konjonktür, sıradaki büyük kargaşa döneminin de yaklaştığını göstermektedir.
Seküler millî kimlik inşası, intelijansiyasız Kürtçülüğün boyunu aşan bir hedeftir. Bu konuda Kürtçülerin karşı karşıya olduğu en büyük engel, hitap etmek istedikleri kitlenin bir kısmının aşiret, bir kısmının milliyet (Türk); çok büyük bir kısmının ise din asabiyetine sahip olmasıdır. Bu durum milli nitelikli Kürtçü hareketin önünü tıkayan bir sosyolojik yapıya işaret etmektedir. Diğer yandan Kürtçülüğü, şimdiki taraftarlarının çoğunun profiline uymayan tarihi bir başka yola da itmektedir. Kürtçülük ile mücadelede en büyük tehlike; bu topraklarda taban bulamayan Kürtçü (Marksist) bölücü hareketin yerine, 19. yüzyıl sonlarında ve 1925’te olduğu gibi Kürtçülük ve İslamcılığın imtizacından doğan bir Kürt-İslam hareketinin ikame edilme olasılığıdır. Kürtçülük, ABD’nin “Yeşil Kuşak” stratejisini uygulamaya başladığı dönemde bu akımdan faydalanabilseydi; bugün Türkiye ve bölge ülkelerinin çok daha ciddi bir Kürtçülük sorunuyla uğraşmaları gerekebilirdi. Neredeyse tamamen tepkiselliğe bağlı olarak varlığını sürdüren, dış güdümlü, intelijansiyasız bir hareket oluşu, Kürtçülüğün en önemli handikabıdır. 1925’ten farklı olarak, bugün Türkiye’de, özellikle güneydoğuda ve büyük şehirlerde, farklı Ortadoğu ülkelerinden ülkemize gelmiş çok sayıda İslamcı ve Selefi örgüt yapılanmaları mevcuttur. Emniyet teşkilatının, bu örgütlere yönelik gerçekleştirdiği operasyonların yoğunluğu, bu durumu açık şekilde göstermektedir. Olası bir Kürt-İslam hareketi, İslamcı ve Kürtçü oluşumları birlikte harekete özendirerek bölgenin istikrarını riske atabilir. Türk etnogenezini riske atan sığınmacılar meselesine yaklaşımlarının bugün dahi aynı olması, bu tip birlikteliklerin mümkün olabileceğini göstermektedir. Türkçü intelijansiya durumun farkındadır, Türk devleti de şimdiden böyle bir senaryonun simülasyonları üzerinde çalışmalı ve gerekli tedbirleri almalıdır.
Sığınmacılar meselesine değinmişken; bu konunun Siyonistler tarafından da desteklendiğini göz önünde bulundurmak gerekir. Siyonizm, 19. yüzyılın sonlarında farklı ülkelerde yaşamakta olan Yahudi entelektüelleri tarafından sistemleştirilen, Filistin merkezli bir İsrail devleti kurulmasını amaçlayan ideolojidir. Suriye, Lübnan, Filistin, Irak gibi coğrafyaların demografik olarak boşaltılması, Siyonistlerin “Arz-ı Mevud” ve “Büyük İsrail” ülkülerine hizmet etmektedir. Kürtçülerin Suriye ve Irak’ın kuzeyinde Kürt devleti kurmak; İslamcıların ise millî devlet yerine ümmete dayalı bir hilafet tesis etme ülküleri aynı demografik operasyondan orta vadeli hedeflerle nemalanmaktadır. Son kertede, Siyonizm onları da hedef alacak olsa da an itibariyle; Siyonizm, İslamcılık ve Kürtçülük bu demografik operasyonda bilinçli veya bilinçsiz bir ortak amaca sahiptir.
Siyonizm ile Kürtçülük arasındaki işbirliği, jeopolitik çıkarların kesişmesi bağlamında taktiksel ve bilinçlidir. Kürtçülük son birkaç on yıldır post-ideolojik bir boyuta evrilerek, demagojisini yaptığı ideolojilere karşıt olan Emperyalist ve Siyonist güçlerin jeopolitik hedeflerinin bir aracı hâline gelmiştir. İslamcılık ile Siyonizm arasında ise bu tip bilinçli bir işbirliğinden bahsedilemez. Siyonist stratejinin temel hedeflerinden birisi Ortadoğu’nun büyük milliyetçi yapılanmalarını hedef almak için “çevre doktrini” kapsamında, kendisine düşman olmayan çevreler oluşturmaktır. Bu strateji İsrail’in ilk Başbakanı David Ben-Gurion tarafından geliştirilmiştir. Kürt mikro milliyetçiliğinin özendirilmesi, MOSSAD ve İsrail ordusu tarafından eğitim, silah ve istihbarat desteği sağlanması, ortak düşman algısı (Türk devleti, Türk milliyetçiliği, Arap devleti, Arap milliyetçiliği, Baas rejimleri vd.) oluşturulması vb. şekillerde gerçekleşen Siyonist etkisi, Irak’ın ve Suriye’nin parçalanmasında kullanışlı bir aparat yaratmıştır. Siyonizm’in Kürtçülük gibi bir mikro milliyetçiliği kendi şemsiyesine alarak taktiksel destek sağlaması, onun çok daha geniş kapsamlı stratejisinin küçük bir ayağını oluşturmaktadır.
Diğer milletleri bir arada tutan milliyet asabiyetlerinin zayıflatılması, Uluslararası Siyonizm’in en önemli hedefidir. Bunun için kullandıkları temel yöntemler şu şekilde özetlenebilir: homojen kültürel toplulukların enternasyonal ideolojilerin argümanlarıyla dağıtılması, ulusal sınırların açılması, din asabiyeti aracılığıyla milliyet bilincinin dejenere edilmesi, “Arz-ı Mevud”un katliam ve göçlerle demografik açıdan boşaltılması, trans-nasyonal göçlerle milletlerin melezleştirilmesi ve etnogenez süreçlerinin sekteye uğratılması, küresel ölçekte yayın yapan kitle iletişim araçlarıyla melezleşmenin özendirilmesi, Y-DNA ve mtDNA testleri gibi bilimsel verilerin manipülatif sunumlarıyla melezliğin rasyonelleştirilmesi, insan hakları ve demokrasi ajitasyonuna dayalı bölücü mikro milliyetçiliklerin teşvik edilmesiyle büyük ulus milliyetçiliklerinin hedef alınması, milliyetçiliğin ırkçılık anlamında kullanılması, küresel ölçekte yaygınlaştırılan pornografi sektörüyle geleneksel değerlerin ve aile olgusunun zedelenmesi vb. stratejiler bu önemli hedefe ulaşmak için etkili araçlar olarak kullanılmaktadır. Dikkat edildiği takdirde diğer milletlerin hedef alınmasında kullanılan bu stratejilerin, Yahudi ulusunun inşası ve teritöryal amaçlarla odaklandıkları İsrail coğrafyasında ya hiç görülmediği ya da bunlarla nadiren karşılaşıldığı anlaşılacaktır.
Siyonist entelektüellerin, Avrupa ve Ortadoğu milliyetçi teşkilatlarının katalizörleri üzerindeki en büyük operasyonları ulus üstü/uluslararası (enternasyonal) ideolojiler vasıtasıyla gerçekleştirilmiştir. Avrupa coğrafyası için bu ideolojilerin başında Komünizm, Sosyalizm, Küreselcilik, Trans-Nasyonalizm ve Liberalizm gelirken; Ortadoğu coğrafyası için yerel dinamiklerden dolayı bu ideolojilere ek olarak İslamcılık ve mikro milliyetçiliklerin özendirilmesi ön plana çıkmıştır. Yeşil Kuşak stratejisiyle başlayan İslamcılığı ihya siyaseti, Ortadoğu’daki büyük milliyetçi yapılanmaları (Arap, Fars, Türk) hedef almıştır. Bunlardan Arap ve Fars milliyetçilikleri tarumar olmuş; Türk milliyetçiliği ise ciddi yaralar almış olup halen saldırı altındadır.
Tarihsel süreçlere uzaktan bakıldığında, tıpkı bir grafiğe uzun zaman aralığında bakmak gibi, çok farklı şeyler anlattığı görülebilir. Türk tarihine bu mesafeden bakıldığında, yaklaşmakta olan tarihi bir kırılım kendisini göstermektedir. Sığınmacı akınıyla demografik yapısı tahrip olan Türk milleti ve parçalanmış yapısıyla Türkçülük hareketi, bir asır önce olduğu gibi İslamcılık ve Kürtçülük kartlarıyla oynayan Emperyalist ve Siyonist güçlerin ciddi bir meydan okumasıyla karşı karşıyadır. Meydan okuma, bu iki ideolojinin çok farklı alanlarda gerçekleştirecekleri işbirlikleriyle birden cereyan edebilir. Kürtçü ayrılıkçı hareketin “eşitlik”, “hak”, “hukuk”, “özgürlük” vb. söylemlerle, liberal sol çevrelerin barışa yönelik fetişlerini uyarması, onların da büyük kısmını Kürtçülerin yanına itmekte; en azından pasifize etmektedir.
Türkiye’de Türkçü intelijansiya ve Türk milleti; Kürtler ile bölücü-ırkçı Kürtçülüğü birbirine karıştırmamıştır. Yıllardır süren aksi yöndeki uluslararası propaganda desteğine rağmen, PKK ve uzantıları ile mahallesinde, köyünde kendisiyle aynı sorunları ve kaderi paylaşan komşusunu ayırt etmeyi bilmiştir. Kürtçülük ile mücadelede bu husus çok önemlidir. Hangi amaçla olursa olsun sözde “Kürt sorunları” ve bölücü terörün bir arada zikredilmesi, kamuoyunda ciddi bir algı kırılımı meydana getirebilir. Böyle bir kırılım, Emperyalist ve Siyonistlerin onlarca yıldır başaramadıkları propagandayı sonuca ulaştırabilir. Bu durum da ideolojik sahadaki mücadelenin, kitlelere sirayet etmesiyle neticelenerek çatışma ortamı doğurabilir. Kürtçülük ile mücadelede, bu düşüncenin ve örgütlerinin arkasındaki Uluslararası Siyonizm desteği görünür şekilde vurgulanmalı ve bu konuda Türk kamuoyu bilinçlendirilmelidir. Zira Kürtlerin büyük çoğunluğu da dâhil olmak üzere Türk kamuoyunda hâlihazırda Siyonizm’e karşı oluşmuş köklü bir karşıtlık söz konusudur. Bu karşıtlık, Siyonizm’in yerli aparatlarına karşı haklı ve etkili bir şekilde kullanılmalı, mücadele edilen yapıların ideolojik sektörleri Siyonizm paydasında eşitlenmelidir. Kürtçülük yalnızca bir bölücülük hareketi değildir, 90’lı ve 2000’li yıllarda ideolojik motivasyonunu yitirip, post-ideolojik yapısıyla Siyonist jeopolitiğinin taşeronu kimliğine bürünmüştür. Bu sebeple arkasındaki Siyonist stratejinin altı özellikle çizilmeli; Kürtçülük ile mücadelede, halk nezdinde karşılık bulan “Siyonizm karşıtlığı” bir katalizör olarak etkin şekilde kullanılmalıdır.
Türk milleti, an itibariyle bin yıllık etnogenez döngüsünün “uyku ve etnik dinlenme” aşamasından çıkmaktadır. Yaklaşık bir asırdır devam eden etnik dinlenme sürecinde, Türk düşmanlarının edindiği etki-tepki davranış standardı değişimin arifesindedir. Etnik dinlenme sürecinin yarattığı hırslı-enerjik (passioner) insan kaynağı; yüz yıl öncekinden daha güçlü şekilde, milleti savunma görevini üstlenebilecek seviyeye ulaşmış durumda, “tarihi talihin tecellisini” bekleyen potansiyel kuvvet konumundadır.
Türk toplumunun etnik dinlenmeyi tamamladığı bir süreçte Türk milliyetçiliğinin ayrışması ve parçalanması, yalnızca düşmanlarına kuvvet vermektedir. Yirminci yüzyılın başından gelen Türkçü gelenek ile aynı yüzyılın ikinci yarısında güç kazanan Türk-İslamcı geleneğin siyasi ve sosyal alanlarda tekrar buluşması gerekmektedir. Türk milliyetçilerinin buluşması dış tahrik sayesinde hızla gerçekleşebilir. Aksi halde doğal bir süreç şeklinde gerçekleşmesi uzun zaman alabilir. Dış tahrikin yetersiz kalması durumunda bu sürecin hızlandırılması gerekmektedir.
Türk milleti bu meydan okumadan başarıyla çıkabilirse, Türkiye Cumhuriyeti’nin 150. ve 200. yaşlarını, şu an için dillendirilse ütopya edebiyatına konu olabilecek kadar ihtişamlı ulusal ve uluslararası bir konjonktürde kutlayacaktır.